Tuesday, February 25, 2014
Kitabınızın yayımlanmaya hazır olmadığını gösteren 7 işaret
Penny C. Sansevieri bir yayıncı olarak yazarlarla konuşurken ya da bir yazardan gelen maili okurken genelde “kitabım yayımlanmaya hazır” cümlesiyle karşılaştığını söylüyor. Fakat çoğunun gerçekten hazır olmadığını belirten Sansevieri, bir kitabın yayına hazır olmadığını nasıl anlayabileceğimiz konusunda 7 maddelik bir liste hazırlamış.
1) Yayıncılık piyasasını iyi bilmemek: Bu madde çok önemli. Çalıştığınız piyasanın kodlarını anlamanız gerekir, işlerin nasıl yürüdüğünü, kitabınızı ve basım tecrübesini etkileyecek hangi değişikliklerin olduğunu bilmelisiniz. Peki bunu nasıl yapabilirsiniz? Basılan kitaplar hakkında yazılanları takip etmeli, blogları okumalısınız ki yayın piyasasında nelerin olup bittiğini anlayabilesiniz.
2) Yazdığınız kitabın türü ve bu türün piyasadaki yerini iyi incelememek: Bu, genelde tuhaf bir şekilde gözden kaçan bir nokta. Yayın piyasasında neyin sattığını biliyor musunuz? Sizinle aynı konuda yazan başka kim var? Onların kitaplarını alıp okudunuz mu? Yayın piyasasında neyin trend olduğunu, neyin satıp neyin satmadığını bilmek sizin için önemlidir.
3) Hemen ünlü olmak istemek: Youtube ve Twitter çağında kim ünlü olmak istemez ki? diye düşünebiliriz.
Evet, siz de gerçekten hemen ünlü olmak isteyebilirsiniz. Eğer böyle düşünüyorsanız, yazdığınız kitabın basılmasıyla ilgili hayal kurmak için çok fazla zaman harcamanıza gerek yok çünkü ün hayal kurmakla değil sıkı çalışmakla gelen bir şeydir. Amanda Hocking gibi hiçbir şeyi olmadan başlayıp, zamanla çok satanlar listesine girerek hayatları herkesin özendiği başarı hikayesine dönüşen yazarların yazarlık sürecine bir göz atmalısınız.
Ünlü olmak gibi bir amaca sahip olmak iyi olabilir ama bu genelde gerçekçi değildir. Çünkü başarıyı yakalayan çoğu yazar bu işe başladıklarında biyografilerini imzalamak için partiler düzenlemiyorlardı. Onların çoğu belki de zamanlarını bıkmak bilmeden kitapları üzerinde çalışarak geçiriyorlardı. Ünlü olabilir misin? Belki. Ama öncelikle çalışmalısın!
4) Her şeyin satış rakamından ibaret olduğuna inanmak: Bir kitabın satılması asla garanti değildir. Biz bazen yazarlara kitaplarını X sayıda satacağının sözünü veren bir pazarlama şirketiyle anlaşmalarını tavsiye ederiz. Çünkü kendileri kitabın satışını planlamadıkça ne kadar kopyanın satılacağını hiç kimse bilemez. Evet biz de kitabınızın fazla satmasını çok isteriz. Fakat bunun gerçekleşmesi için madde üçte olduğu gibi çok çalışmanız gerekiyor.
5) Pazarlama konusunda hiçbir çalışma yapmamak: Kitabınızı yayınlamanın eşiğindesiniz ve kitabınızı piyasaya sürmek için tek bir şey yapılmıyor mu? İşte bu kötü haber. Neden? Çünkü 2012′de 300.000 kitap yayınlandı ve atılım yapmak istiyorsanız sesinizi bir an önce çıkarmanız gerekiyor.
6) Sabırsız olmak: Kitap yayınlamak ve sabırsızlık asla yan yana gelemez. IBPA’nın yaptığı yayıncılık çalışmasında; üzerinde çalıştığınız bir kitabın değerlendirilip size geri dönüş yapılmasının 2 yılı bulduğu belirtilmişti. 2 yıl size çok uzun bir süre gibi gelebilir, aslında evet öyledir. Fakat içten bir şekilde söyleyebilirim ki yayın piyasasında ve pazarlamada her şey zaman alır. Bunu söylemekten nefret ediyorum ama yayın piyasasında sabırsızlığa yer yoktur. Bu durum beni de zorluyor. Hatta sabırsız kelimesinin anlamı beni tanımlıyor diyebilirim. Sabırsızlanmaya başladığınızda derin bir nefes alın ve bir adım geri atın. Çünkü yapabildiğiniz her şeyi yaptığınızda ve doğru şeyleri yapınca er ya da geç bir yayınevinin size dönüş yaptığını göreceksiniz.
7) Pazarlama planı yapmamak: Resmi bir yapının olmasına gerek yok ama kitabınızı nasıl pazarlayacağınızla ilgili bir fikriniz olmalı. En azından amaçlarınızın, pazarlama çabanızın ve planlarınızın ana hatlarını belirlemelisiniz.
Sonuç olarak, editöryal çalışma hakkında bir şeyler söyleyeyim. Bu genellikle yazarların gözden kaçırdığı çok önemli bir noktadır. Neden mi? Çünkü kitabınızı düzenleyecek birini bulmanız oldukça kolaydır, değil mi? Hayır. Düzenleme editöryal çalışma özel bir yetenek gerektirir, sadece yazım hatalarını bulmak editörlük değildir. Yardımını isteyeceğiniz kişi, yaptığınız çalışmanın çıtasını yükseltmeli ve çalışmanın son hali övüneceğiniz bir yapıya bürünmelidir. Bir editör size eleştirel geribildirimlerde bulunabilmeli ve genellikle sizin kendi başınıza yapamayacağınız şekilde çalışmanızın gelişmesine katkı sağlamalıdır.
Yayıncılık ciddi bir iştir, eğer yayıncılığı ciddiye alırsanız başarılı olursunuz.
Penny C. Sansevieri – Huffingtonpost
Çeviri: Barış Berhem Acar – edebiyathaber.net (11 Eylül 2012)
Monday, February 24, 2014
Robert Walser, Yardımcı – Eskinin Çöküşü
Robert
Walser belki de ülkemiz okurlarının en fazla haksızlık yaptığı
yazarlardan birisi. Hermann Hesse, Franz Kafka, Susan Sontag gibi
yazarlar tarafından övgüler düzülmüş bir yazardan bahsediyoruz burada.
Yazdığı bütün kitapların anlatılarına kendi hayatını konu etmiş, etmeye
çalışmış olan Walser, birçok edebiyat eleştirmeninin gözünden de ne
hikmetse kaçmıştır. Walter Benjamin’in de dediği gibi “Robert Walser’den
çok şey okunabilir, ne var ki onun hakkında okunabilecek hiçbir şey
yoktur.” Tabii bu söylem yarım yüzyıl öncesi için geçerli, benim dahi
dört ya da beş yazım var Walser hakkında. Yeterli midir? Elbette
değildir, yukarıda adı geçen yazarların narsizmini göz önünde
bulundurursak Walser’i anlamaya ve çözümlemeye her gün daha fazla
ihtiyacımız var gibi görünüyor.
Yardımcı,
Robert Walser’in daha önceki romanlarında olduğu gibi yine kendi
hayatıyla paralellik gösteren bir roman. Joseph Marti, iş bulma kurumu
aracılığıyla Bärenswil’deki
bir eve müdür yardımcısı benzeri bir iş bularak yerleşir. Patronu, Karl
Tobler yeni/yaratıcı fikirlere tutkun bir mühendistir. Roman kurgusu
ile Walser’in yaşamı burada çok büyük benzerlikler gösteriyor. Walser,
hayatının bir bölümünde benzer bir eğitim almış ve işler yapmıştır.
Yardımcı,
namı diğer Joseph Marti, tamamen tedirgin bir karaktere sahip
birisidir. Hayatı boyunca hiçbir şeyden emin olamamış olduğu gibi fevri
davranmaktan da hiç çekinmemektedir. Karar verme/düşünme anlarında
“muhtemelen, yani herhalde ve aslına bakılırsa büyük ihtimalle” diyecek
kadar kafası karışık birisidir. Bunlara karşın, çalışmaya gittiği
Abendstern Villa’sındaki “borçluları savuşturma işinde” disiplinli ve
gün aşırı profesyonelleşerek gelişme göstermektedir. Patronu Herr Tobler
ise Reklam Saati, Atış Otomatı gibi icatlarına finansman sağlamaya
çalışan ve sürekli trenle şehirlerarası seyahat yapan birisidir. Alman
disiplininin gururu sayılacak bir iş anlayışına ve öfkeye sahiptir. Eşi
Frau Tobler ise ailedeki huzuru sağlaması gereken kadındır. Joseph,
kitabın bir yerinde şöyle ifade ediyor bu durumu; “Erkek var olma
mücadelesi veriyordu, evdeki huzur ve barışı sağlamak ise kadının
işiydi.” sf. 103
Yardımcı,
tanrı-anlatıcı ile kurgulanmış bir roman. Walser’in sık deneyimlediği
bu yol, metnin her zaman dik durmasını sağlıyor. Anlatıcının eğrilip
bükülmemesi romanın karakterlerden bağımsız ilerlemesinin önüne geçiyor.
Bu önkabulden hareketle anlatıcı ile yazar arasındaki mesafenin
irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tzvetan Todorov’un anlatıcı ile
ilgili görüşünü de alıntılamak istiyorum: “… anlatıcının tüm bileşenleri
bizi onun hakkında doğrudan bilgi sahibi yapar. Değer yargılarının
türetildiği ilkeler anlatıcıda kişileşir; anlatıcı karakterlerin
düşüncelerini gizler ya da açığa vurur, böylece kendi ‘psikoloji’
algısını bizimle paylaşır… Anlatıcı olmadan anlatı yoktur.” Poetikaya Giriş, sf. 75, Metis, 2001.
Temelde
bireyin içinde bulunduğu açmazlar ile birlikte ilerlese de esas
anlatmak istediği 1900’lü yılların başındaki burjuva sınıfının kendi dekadansını
hazırlamakta ne kadar cömert davrandığıdır. Herr ve Frau Tobler
üzerinden yapılan bu çözümleme, sistemin sertçe eleştirilmesidir. Frau
Tobler ve Herr Tobler’in gerçeklikten koparak iflasa sürüklenmesini
kendine ve yazınına paravan olarak kullanıyor Walser. Görkemli
Abendstern Villası’nı seyretmeye dalan birisinin büroda dağ gibi
birikmiş ödenmemiş faturaları görmesinin imkânsızlığı, evin tadilatında
çalışmış bakırcı ustası her gün parasını isterken Herr Tobler’in biten
şarapları düşünmesi, evin elektriği kesilmişken Frau Tobler’in kendine
yeni bir elbise alması vb. durumlar anlatısı için kullandığı güçlü
metaforlardan yalnızca birkaçı.
İşçi
sınıfı ile burjuva sınıfı ve burjuvazinin yansıttıkları da Yardımcı’nın
özeline aldığı ve işlediği konular. Hiç maaş almadan aylarca çalışan
Joseph’in işverenlerinden bu hakkı talep etmemek için kendi kendine
türlü bahaneler üretmesi, çalıştırdığı insanlara emeklerinin karşılığını
vermeyen Herr Tobler için yalan söylemekten gurur duyması gibi
absürtlükleri de göz önünde bulundurursak sınıflar arası çatışmanın
birey üzerindeki garip etkilerini daha kolay anlayabiliriz. Yardımcı, bu
sınıf farkının doğurduğu(!) komik ve saçma halleri anlatmak için çok
iyi kurgulanmış bir eser. Bir alıntıyla bitirelim: “…kişi, gücünü ve
etkisini hissettirebildiği insanlardan daima hoşlanır. Zenginlik ve
burjuva ferahı, aşağılamaktan hoşlanır, hayır, tam olarak böyle değil
belki; ama aşağılanmış insanlara tepeden bakmayı sever” sf 35.
Radikal Kitap, 25 Ocak ’12 – Sayı: 619
Onur Koçyiğit
Sunday, February 23, 2014
Bir sapkınlık olarak annelik | Estela Welldon
Tuhaf
gelse de annelik, kimi kadının eline, çocuklarına karşı sapkın ve
saptırıcı tutumlar takınmak ve kendi annesine misilleme yapmak için
mükemmel bir araç verir.
Normal çocuk gelişiminin öncelikle sağlıklı bir annelik tutumuna dayandığına inanılır. Sağlıklı annelik tutumunda, anne, bebeğine bakmaktan ve bebeğin kendi eşsiz özelliklerini taşıyan, bağımsız ve kendinden emin bir insan olarak yetişmesine yardımcı olma sürecinden büyük haz duyar. (Winnicott, (1965), bebeklerin ancak “yeterince iyi annelik” sayesinde “gerçek benlik”ine kavuşabileceğini söyler.) Ne yazık ki bunu söylemesi kolay, ama yapması zordur; çünkü anne de bir annenin kızıdır, ve bu annenin de kendisine ait çok sayıda erken yaşantıları ve travmaları olabilir. Chodorow’un ifadesiyle, “kadınların anneliği, kuşaklar boyunca üretilir” (1978, s. 3). Blum da ona katılır ve şöyle der: “Anne, çocuğun mutlak bağımlılığı sona erdikten sonra, bir sonraki kuşağın yetişkinlik yaşamında da büyükanneliğin annelik özelliklerinde de annelik yapmayı sürdürür” (1980, s. 95).
Psikanalizde “sapkınlık” sözcüğü, yalnızca cinsellikle ilişkili olarak kullanılır, ama Laplanche ve Pontalis’in belirttiği gibi, terim, Freud’dan önce, “içgüdü sapmaları”nı göstermek için kullanılıyordu. Yine Laplanche ve Pontalis’e göre, “içgüdülerin çoğulluğunu kabul eden yazarlar, sapkınlık kategorisini çok geniş tutmak ve ona çok sayıda biçim vermek zorundadırlar, örneğin: “ahlâk duygusu” sapkınlıkları (suçluluk), “toplumsal içgüdü” sapkınlıkları (fahişelik), “beslenme içgüdüsü” sapkınlıkları (aşırı yeme, alkol düşkünlüğü)” (1973, s. 307).
Yine de içgüdü kavramının beslenme ve alkol düşkünlüğündeki gibi kullanımlara kadar genişletildiğinin görülebilmesine karşın, “normal”de çok yaygın ve rastgele kullanılan bir terim olan “annelik içgüdüsü”nün sapkınlığından söz edilmemesi tuhaftır. Bir başka deyişle, “sapkın annelik” neredeyse hiç kabul edilmemiştir. Bu durumun bir istisnasına J.N. Rosen’da rastlanır; Rosen, çok etkileyici biçimde şöyle demiştir:
Annelik içgüdüsü sapkınlığı kavramı, şizofreninin etiyolojisi hakkında gözlemlediğim bütün gerçeklere uyar. Şizofreni hastalarının annelerinin davranışlarına da uyar, psikotik hastalardan elde edilen malzemeye de uyar ve biyolojik bir yasa olan her içgüdünün kendisini ifade ederken sapkınlığa tâbi olabilmesine de uyar. Türlü çeşitli içgüdüleri gözden geçirdikten sonra, bu yasaya tâbi olmayan tek bir içgüdü düşünemiyorum. Sapkınlık adını verdiğimiz hatalı amaç-nesne ilişkisine uyacak biçimde yön değiştirmeyecek tek bir içgüdü düşünemiyorum. Bebeğinin niçin ağladığını anlamasını sağlayan ve bebeği yeniden hoşnutluk dünyasına döndürmeye olanak veren ilahi alışkanlıkla ödüllendirilmemiş sapkın anne, çocuğunu zehirler. Ama çocuk büyümek zorundadır ve annede sapkın bir annelik içgüdüsü varsa, çocuk daha en baştan itibaren zayıflamış bir psikoseksüel temel üzerine inşa edilmek zorunda kalır. (1953, ss. 100-1).
Rosen, şizofreninin etiyolojisi ve “sapkın anne”nin etkilerinden zarar görmüş bebeği/yetişkini anlamakla ilgilenirken, ben sapkın anenin davranışlarıyla ilgileniyorum.
Bu bölümde, bir sapkınlık olarak anneliğe ve bunun sonuçlarına ilişkin bulgular ele alınmaktadır. Bu yorumlar, klinik malzemelerle desteklenmektedir.
Bu süreci açıklamaya çalışırken iki ayrı dizi kanıttan yararlanacağım. İlk dizide, annesiyle ilk çocukluk yaşantılarını anlatan ve o dönemde yaşadığı kuşatılmayı ve bağımlılığı aktarımları sırasında yeniden yaşayan yetişkin erkek hastalar var. Bunlar, kendi geçmiş yaşantılarını yeniden yaşama geçirmesini ya da canlandırmasını terapistten beklerler. Bu bağlamda, normal bebek gelişiminde “sembiyoz” (ortak yaşam) ve “ayrılma/bireyleşme” devreleri hakkında Mahler’in (1963) ve “çekirdek kompleks” konusunda Glasser’in (1979) çalışmasından bilgi alabiliriz.
Çekirdek kompleksinde, bir başka insanla en özel yakınlığa dair derine yerleşmiş ve yaygın bir özlem duyulur ve bu özlem, “birleşme”ye, bir “birlik durumu”na, “mutlu bir birlik”e karşılık gelir. Bu, asla gerçekleşmez, bunun nedeni kısmen, böyle bir insanın bir başkasına duygusal açıdan yakın olma fırsatı olduğunda kimliğini tehdit altında hissederek geri çekilmesidir (ss. 278-80). Aktarım sürecinde bu, çok belirgindir. Söz konusu süreçte, hasta, ne kendisinden ayrılmasına ne de bireyleşmesine izin veren annesiyle başlayan bir birleşme tahayyülünü yeniden yaşama geçirir. Bence bu birleşme arzusu, Klein’ın varsaydığı gibi, kıskançlığa karşı bir savunma değildir, aksine, Hopper’in (1986) öne sürdüğü gibi, cinsel gücünü yitirme korkusuna ya da yok edilme ve çaresizlikle ilişkili kaygılara karşı bir savunmadır; ve kıskançlığın arkasından gelmesi ya da kıskançlıktan kaynaklanması ne kadar olasıysa, ondan Önce gelmesi ya da ona yol açması da o kadar olasıdır.
İkinci dizide, çocuklarıyla ilişkilerinden söz eden ve çocukları üzerindeki gücünü ve denetimini nasıl kötüye kullandığını anlatan sapkın kadın hastalar vardır. Annenin akıl sağlığı çocuğunun gelişimi açısından çok önemli bir etken olarak tekrar tekrar kendini gösterir. Bu konuda Greenson’un anlattıkları önemlidir. Greenson, beş yaşındaki transseksüel-travesti bir erkek çocuğuyla çalışmasını şöyle betimler:
Kadının toplumsal-cinsel kimliğinden emin olmasının köklerinin de erkeğin kendi toplumsal-cinsiyet kimliği konusunda duyduğu güvensizliğin köklerinin de anneyle ilk özdeşleşmede olduğuna inanıyorum … Anne, bu özdeşleşmemeye yol açan ya da önlenen konumda olabilir ve baba da karşı özdeşleşmede aynı şeyi yapar … Erkek çocuk anneyle özdeşleşmenin sağladığı hazdan ve güven sağlayan yakınlıktan vazgeçmeye çalışmalı, daha az erişilebilir durumdaki babayla özdeşleşmelidir … Anne oğlunun baba kişiliğiyle özdeşleşmesine izin vermeye istekli olmalıdır. (1968, ss. 371 ve sonrası, vurgular bana ait)
Greenacre (1960) ve Mahler (1968), babanın, çocuğun annesiyle sembiyozu çözmesine yardım etmedeki rolüne dikkat çekmişlerdir. Baba ayrılma ve bireyleşmeyi sağlayan kişidir; ayrılma/bireyleşme sürecini kolaylaştırır.
Loevvald, Ödip öncesi dönemdeki çocuğun anne tarafından yeniden kuşatılma tehdidine karşı olumlu destekleyici gücü olarak görür babanın rolünü: “Anne tarafından kuşatılma tehdidi karşısında, babanın konumu bir diğer tehdit ya da tehlike oluşturmaz, etkili bir gücün desteğini oluşturur” (1951, s. 15).
Rascovsky ve Rascovsky, daha 1968′de, kişinin kendi çocuğunu öldürmesini konu alan ve artık bir klasik haline gelen çalışmalarında, ana-babanın bazı hareketlerindeki aşırılıkların bebeğe çoğu kez ciddi zararlar verdiğine dikkatimizi çekmişlerdi. Bu zararlardan bazıları “hamilelik ve doğumun iyiden kötüye doğru travmatik değişiklikler göstermesi, sünnet, doğal ya da yapay emzirmenin verdiği rahatsızlıklar ve özellikle de terk edilmenin nicel ve nitel değişkenleri”ydi. Adı geçen yazarlar, bu alanın psikanalitik literatürde yadsınmasının “kuşkusuz yüzleşemeyeceğimiz kadar korkunç ve tuhaf bir gerçek olan, annenin kendi çocuğunu öldürme dürtülerinin kabul edilmesine karşı gösterilen evrensel direncin bir yönü” olarak görülebileceğini belirtmişlerdi (1968, s. 390, vurgular bana ait).
Aynı yazarlar daha sonraki bir çalışmalarında bebeklerin doğuştan gelen saldırganlığında ana-baba tavrının belirleyici rolünü vurgularlar ve insanın annesini ya da babasını öldürmesinin, “kendi çocuğunu öldürme davranışının bir sonu olarak kabul edilmesi gerektiğini ve birincil kökeninin de bebeğin ana-babasının saldırganlığıyla özdeşleşmesine atfedilmesi gerektiğini” öne sürerler.(1972, s. 271).
Rascovskylerin bize anımsattığı bir başka gerçek de, ana-babaların çocuklarına karşı “erken yaşta ya da sürekli olarak (erk etme, zihinsel ya da fiziksel ceza, eziyet, fiziksel ya da sözlü saldırılar, [ve] acı çekmeye karşı kayıtsızlık” gibi etkin ya da edilgen tutumlarla ifade ettiği yıkıcı davranışlardır (s. 272). Yazarlar, bu davranışlardan etkilenen çocuğun sözü edilen yaşantıları, fantezide değil gerçek ebeveynlerle çok yakından ilişkili cezalandırıcı iç nesneler olarak iç gerçekliğe dönüştürdüğünü de eklerler.
Ne var ki çocuğunu öldürmek çok eskiden beri bilinen bir şeydir ve kısmen, ana-babanın karışık duygu ve düşünceleriyle ilgilidir. Blum’un belirttiği gibi, “bebek öldürmenin ya da çocuk kurban etmenin, kötü davranılmış bebek ve hırpalanmış çocukta görülen türev ifadelerinin bütün tarihsel ve psikolojik anıştırmaları, ancak bu yüzyılda; yani çocuğun ya da psikanalizin yüzyılı diyeceğimiz dönemde derinlemesine incelenmiştir … Psikanaliz aslında çocuklar ve ana-babalardaki evrensel ensest çatışmalarının keşfedilmesinden önce, çocuk tacizinin incelenmesiyle başlamıştır.” Blum, ayrıca, “çocuğun toplumsallaşma gereksinimlerinin ana-babanın antisosyal dürtülerini boşaltması için bir hedef olarak kolayca kullanılabileceğini” öne sürer … “Sonsuz güce sahip olan ana-baba, çocukla girdiği güç çatışmalarında yengi kazanacağından emin olabilir” (1980, ss. 109-10).
Benedek’e göre, “Annelikteki bozukluk, sembiyotik ilişkiyi bir kısır döngüye dönüştürebilir. Bu, nesnelerin ve benlik simgelerinin, saldırgan ruhsal enerjiyle yüklenmiş çocuğun içinde dış gerçeklikten iç gerçekliğe dönüştürülmesine yol açar” (1959, s. 397).
Kötü muameleye maruz kalan bebeklerin, annelerinin kötü davranışlarına nasıl tamamlayıcı bir biçimde tepki verdiğini görmek şaşırtıcıdır: Görünüşe bakılırsa bebek bunu hayatta kalmak için yapar. Annesini ve dolayısıyla kendi varlığını yitirmekten korkar. Blum (1980), bu amaç doğrultusunda Kernberg’in (1975) betimlediği parçalanma düzeneğini şöyle anlar: “Çocuk cezalandırıcı ana-babayı, savunmacı bir biçimde idealleştirebilir ya da bir ‘iyi nesne’ imgesinden parçalayarak ayırır. Alçaltılan cezalandırıcı ana-babayla özdeşleştirilen ‘alçaltılmış, kötü benlik’, genellikle bastırılır. Çelişkili ego idealleri, bilinçte tutarsızlıkların tam anlamıyla farkında olmaktan savunucu biçimde sakınılan ‘dikey parçalanma’da sürdürülebilir” (Blum, s. 111). Ne de olsa çocuk, hayatta kalmak için başlangıçta ana-baba tarafından sağlanan bir “yardımcı ego”ya (Spitz, 1946, 1951) dayanır.
Bu, ana-baba-çocuk ilişkisinin etkileriyle ilgili pek çok çalışmada gözlenmiştir (Bakınız örneğin, Bowlby, 1951, 1958; Bowlby ve ark., 1956; Burlingham ve Freud, 1943).
Benzer bir süreç, sınır kişiliğin etiyolojisinde annenin rolünü anlatan Masterson ve Rinsley (1975) tarafından betimlenmiştir. Yazarlar, annenin cinsel içgüdüsünün erişilebilirliği (ödül) ile bunun ayrılma/bireyleşme döneminde geri alınması arasındaki değişimin bebek üzerindeki etkilerini vurgularlar. Gelecekte sınır kişilik olacak bebek, annesinin ödüllerine ayrılmayı reddederek tepki verir. Yalnızca bu bile, çocuğun anne yarı nesnesiyle yeniden birleşme hayallerini ifade ettiğini doğrular ve eğer çocuk bireyleşme cesaretini gösterirse, terk edilme korkularını ve bağımlılığını destekler. Lothstein (1979) benzer bulgular elde etmiştir. Lothstein, kadın ve erkek transseksüellerin annelerine ilişkin çalışmalarında, trans-seksüelliğin etiyolojisinde annenin rolünü vurgular: “Bu anneler, oğlunun kendinden ayrılmasına ve erkek özdeşlemesiyle bireyleşmesine katlanamazlar ve oğluyla ilişkisini oğlunun kadın özdeşleşmesi üzerinden sürdürürler. Erkek çocuğun cinsiyet ayrılığını, kendi kişisel bütünlüğüne bir tehdit olarak algılıyor gibidirler.” Lothstein, transseksüel olan kız çocuklarının yetiştirilmesinde iş gören bir süreci de şöyle betimler:
Bu anneler kızının uzun süreli ve süregiden özdeşleşmesini de kendi kişisel bütünlüğüne bir tehdit olarak görür. Kızını kadın özdeşleşmesinin dışına etkin biçimde iterek kendini sembiyotik birleşmeye ve gerilemeye karşı koruyor gibi görünürler. Klinik verilerimiz, kız çocuklarının erkeklerle özdeşleşmesinin de hem kendilerinin hem de annelerinin birbirlerini öldürme isteğini ortadan kaldırmayı amaçladığı için, kıs-menrsqvunmacı olabileceğini öne sürer. (s. 221)
Lothstein, daha sonra annenin “çocuğunun toplumsal-cinsiyet kimliklerinden birini bozma eğiliminin, çocuğun cinselliğinin, kendi evliliğindeki sıkıntılar kendi annesiyle o sıralardaki ilişkisi ve kendi içindeki biseksüel çatışmanın bir işlevi olarak değişiklik göstereceği” varsayımını öne sürer (s. 222, vurgu bana ait). Bu çocuklar yatta kalmanın tek yolu olarak annesinin isteklerine, uyarlar ve böylece, yapısal ego bozuklukları ve ego zayıflıkları olan sahte bir benlik duygusu yaratırlar.
Benedek’in ifadesiyle, “Psikanaliz, ana-babaların, çocuğun davranışlarını ve bilinçsiz güdülenmelerini tahmin ederek çocuklarla karşı kendi bilinçdışı güdülenmelerinin farkına varmaya başladıklarını gösterir … Öyle görünüyor ki, ana-babalar ve çocuklar tıpkı paranoitler gibi kaygıyla öngördükleri ve kaçınmayı amaç lakları şeylere ulaşıyorlar” (1959, s. 406).
Çocukluğunda kendi süperegosuna boyun eğen cezalandırıcı bir neyle mücadele etmiş olan kadın, saldırgan anneyle özdeşleşir ve nu düş kırıklığına uğratan ve yoksun bırakan çocuğa kolaylıkla saldırabilir (Steele, 1970). Kadın, annelik yapması için gereken bilinçsiz güdülenmelerini çocuğunun karşılamadığını hisseder.
Şimdi bu sürecin işlenmemiş psikolojik temelini, bildiğimiz ünlük yaşam açısından inceleyelim. Hatalarımızdan ders aldığımız genel olarak kabul edilir; ama işin o kadar kolay fark edilmeyen yanı, “hatalar”ın yaşamın erken devrelerinde geçirdiğimiz yaşantılarla bilinçsiz bir biçimde bağlantılı olduğudur. Bu nedenle yaşamımızda birdenbire ve beklenmedik bir biçimde ortaya çıkıveren sözlerin ya da eylemlerin anlamını fark etmeyebiliriz. Bunlar, özellikle anne baba olduğumuzda üzerimizde güçlü etkiler yapar. Kendimize ilişkin zihinsel simgelerimize yabancılaştığımızı hisseder e onları yitirmekten korkarız. Örneğin, kendi ana-babasıyla acı olu ve aşağılayıcı yaşantıları olan insanlar, kendileri, asla böyle davranmamaya gizlice söz vermişlerdir. Ne var ki bilinçdışı bize acımasızca oyunlar oynar ve içimizden bize ait olduğunu fark etmediğimiz bir şey hiçbir uyarıda bulunmadan ortaya çıkıp bizi gafil avlar. Bunun ana-babamızdan geldiğine inanırız. Annemizin ya da babamızın kaçınmak için o kadar özenle çaba harcadığımız o korkunç sesi ya da eylemi, kendi çocuklarımızla ilişkilerimizde büyük bir güçle kendini yeniden gösterir ve o anda suçluluk ve utanç duymaya başlarız.
Kaynak: Anne Melek mi Yosma mı, Ayrıntı Yayınları, S. 77-83
Normal çocuk gelişiminin öncelikle sağlıklı bir annelik tutumuna dayandığına inanılır. Sağlıklı annelik tutumunda, anne, bebeğine bakmaktan ve bebeğin kendi eşsiz özelliklerini taşıyan, bağımsız ve kendinden emin bir insan olarak yetişmesine yardımcı olma sürecinden büyük haz duyar. (Winnicott, (1965), bebeklerin ancak “yeterince iyi annelik” sayesinde “gerçek benlik”ine kavuşabileceğini söyler.) Ne yazık ki bunu söylemesi kolay, ama yapması zordur; çünkü anne de bir annenin kızıdır, ve bu annenin de kendisine ait çok sayıda erken yaşantıları ve travmaları olabilir. Chodorow’un ifadesiyle, “kadınların anneliği, kuşaklar boyunca üretilir” (1978, s. 3). Blum da ona katılır ve şöyle der: “Anne, çocuğun mutlak bağımlılığı sona erdikten sonra, bir sonraki kuşağın yetişkinlik yaşamında da büyükanneliğin annelik özelliklerinde de annelik yapmayı sürdürür” (1980, s. 95).
Psikanalizde “sapkınlık” sözcüğü, yalnızca cinsellikle ilişkili olarak kullanılır, ama Laplanche ve Pontalis’in belirttiği gibi, terim, Freud’dan önce, “içgüdü sapmaları”nı göstermek için kullanılıyordu. Yine Laplanche ve Pontalis’e göre, “içgüdülerin çoğulluğunu kabul eden yazarlar, sapkınlık kategorisini çok geniş tutmak ve ona çok sayıda biçim vermek zorundadırlar, örneğin: “ahlâk duygusu” sapkınlıkları (suçluluk), “toplumsal içgüdü” sapkınlıkları (fahişelik), “beslenme içgüdüsü” sapkınlıkları (aşırı yeme, alkol düşkünlüğü)” (1973, s. 307).
Yine de içgüdü kavramının beslenme ve alkol düşkünlüğündeki gibi kullanımlara kadar genişletildiğinin görülebilmesine karşın, “normal”de çok yaygın ve rastgele kullanılan bir terim olan “annelik içgüdüsü”nün sapkınlığından söz edilmemesi tuhaftır. Bir başka deyişle, “sapkın annelik” neredeyse hiç kabul edilmemiştir. Bu durumun bir istisnasına J.N. Rosen’da rastlanır; Rosen, çok etkileyici biçimde şöyle demiştir:
Annelik içgüdüsü sapkınlığı kavramı, şizofreninin etiyolojisi hakkında gözlemlediğim bütün gerçeklere uyar. Şizofreni hastalarının annelerinin davranışlarına da uyar, psikotik hastalardan elde edilen malzemeye de uyar ve biyolojik bir yasa olan her içgüdünün kendisini ifade ederken sapkınlığa tâbi olabilmesine de uyar. Türlü çeşitli içgüdüleri gözden geçirdikten sonra, bu yasaya tâbi olmayan tek bir içgüdü düşünemiyorum. Sapkınlık adını verdiğimiz hatalı amaç-nesne ilişkisine uyacak biçimde yön değiştirmeyecek tek bir içgüdü düşünemiyorum. Bebeğinin niçin ağladığını anlamasını sağlayan ve bebeği yeniden hoşnutluk dünyasına döndürmeye olanak veren ilahi alışkanlıkla ödüllendirilmemiş sapkın anne, çocuğunu zehirler. Ama çocuk büyümek zorundadır ve annede sapkın bir annelik içgüdüsü varsa, çocuk daha en baştan itibaren zayıflamış bir psikoseksüel temel üzerine inşa edilmek zorunda kalır. (1953, ss. 100-1).
Rosen, şizofreninin etiyolojisi ve “sapkın anne”nin etkilerinden zarar görmüş bebeği/yetişkini anlamakla ilgilenirken, ben sapkın anenin davranışlarıyla ilgileniyorum.
Bu bölümde, bir sapkınlık olarak anneliğe ve bunun sonuçlarına ilişkin bulgular ele alınmaktadır. Bu yorumlar, klinik malzemelerle desteklenmektedir.
Bu süreci açıklamaya çalışırken iki ayrı dizi kanıttan yararlanacağım. İlk dizide, annesiyle ilk çocukluk yaşantılarını anlatan ve o dönemde yaşadığı kuşatılmayı ve bağımlılığı aktarımları sırasında yeniden yaşayan yetişkin erkek hastalar var. Bunlar, kendi geçmiş yaşantılarını yeniden yaşama geçirmesini ya da canlandırmasını terapistten beklerler. Bu bağlamda, normal bebek gelişiminde “sembiyoz” (ortak yaşam) ve “ayrılma/bireyleşme” devreleri hakkında Mahler’in (1963) ve “çekirdek kompleks” konusunda Glasser’in (1979) çalışmasından bilgi alabiliriz.
Çekirdek kompleksinde, bir başka insanla en özel yakınlığa dair derine yerleşmiş ve yaygın bir özlem duyulur ve bu özlem, “birleşme”ye, bir “birlik durumu”na, “mutlu bir birlik”e karşılık gelir. Bu, asla gerçekleşmez, bunun nedeni kısmen, böyle bir insanın bir başkasına duygusal açıdan yakın olma fırsatı olduğunda kimliğini tehdit altında hissederek geri çekilmesidir (ss. 278-80). Aktarım sürecinde bu, çok belirgindir. Söz konusu süreçte, hasta, ne kendisinden ayrılmasına ne de bireyleşmesine izin veren annesiyle başlayan bir birleşme tahayyülünü yeniden yaşama geçirir. Bence bu birleşme arzusu, Klein’ın varsaydığı gibi, kıskançlığa karşı bir savunma değildir, aksine, Hopper’in (1986) öne sürdüğü gibi, cinsel gücünü yitirme korkusuna ya da yok edilme ve çaresizlikle ilişkili kaygılara karşı bir savunmadır; ve kıskançlığın arkasından gelmesi ya da kıskançlıktan kaynaklanması ne kadar olasıysa, ondan Önce gelmesi ya da ona yol açması da o kadar olasıdır.
İkinci dizide, çocuklarıyla ilişkilerinden söz eden ve çocukları üzerindeki gücünü ve denetimini nasıl kötüye kullandığını anlatan sapkın kadın hastalar vardır. Annenin akıl sağlığı çocuğunun gelişimi açısından çok önemli bir etken olarak tekrar tekrar kendini gösterir. Bu konuda Greenson’un anlattıkları önemlidir. Greenson, beş yaşındaki transseksüel-travesti bir erkek çocuğuyla çalışmasını şöyle betimler:
Kadının toplumsal-cinsel kimliğinden emin olmasının köklerinin de erkeğin kendi toplumsal-cinsiyet kimliği konusunda duyduğu güvensizliğin köklerinin de anneyle ilk özdeşleşmede olduğuna inanıyorum … Anne, bu özdeşleşmemeye yol açan ya da önlenen konumda olabilir ve baba da karşı özdeşleşmede aynı şeyi yapar … Erkek çocuk anneyle özdeşleşmenin sağladığı hazdan ve güven sağlayan yakınlıktan vazgeçmeye çalışmalı, daha az erişilebilir durumdaki babayla özdeşleşmelidir … Anne oğlunun baba kişiliğiyle özdeşleşmesine izin vermeye istekli olmalıdır. (1968, ss. 371 ve sonrası, vurgular bana ait)
Greenacre (1960) ve Mahler (1968), babanın, çocuğun annesiyle sembiyozu çözmesine yardım etmedeki rolüne dikkat çekmişlerdir. Baba ayrılma ve bireyleşmeyi sağlayan kişidir; ayrılma/bireyleşme sürecini kolaylaştırır.
Loevvald, Ödip öncesi dönemdeki çocuğun anne tarafından yeniden kuşatılma tehdidine karşı olumlu destekleyici gücü olarak görür babanın rolünü: “Anne tarafından kuşatılma tehdidi karşısında, babanın konumu bir diğer tehdit ya da tehlike oluşturmaz, etkili bir gücün desteğini oluşturur” (1951, s. 15).
Rascovsky ve Rascovsky, daha 1968′de, kişinin kendi çocuğunu öldürmesini konu alan ve artık bir klasik haline gelen çalışmalarında, ana-babanın bazı hareketlerindeki aşırılıkların bebeğe çoğu kez ciddi zararlar verdiğine dikkatimizi çekmişlerdi. Bu zararlardan bazıları “hamilelik ve doğumun iyiden kötüye doğru travmatik değişiklikler göstermesi, sünnet, doğal ya da yapay emzirmenin verdiği rahatsızlıklar ve özellikle de terk edilmenin nicel ve nitel değişkenleri”ydi. Adı geçen yazarlar, bu alanın psikanalitik literatürde yadsınmasının “kuşkusuz yüzleşemeyeceğimiz kadar korkunç ve tuhaf bir gerçek olan, annenin kendi çocuğunu öldürme dürtülerinin kabul edilmesine karşı gösterilen evrensel direncin bir yönü” olarak görülebileceğini belirtmişlerdi (1968, s. 390, vurgular bana ait).
Aynı yazarlar daha sonraki bir çalışmalarında bebeklerin doğuştan gelen saldırganlığında ana-baba tavrının belirleyici rolünü vurgularlar ve insanın annesini ya da babasını öldürmesinin, “kendi çocuğunu öldürme davranışının bir sonu olarak kabul edilmesi gerektiğini ve birincil kökeninin de bebeğin ana-babasının saldırganlığıyla özdeşleşmesine atfedilmesi gerektiğini” öne sürerler.(1972, s. 271).
Rascovskylerin bize anımsattığı bir başka gerçek de, ana-babaların çocuklarına karşı “erken yaşta ya da sürekli olarak (erk etme, zihinsel ya da fiziksel ceza, eziyet, fiziksel ya da sözlü saldırılar, [ve] acı çekmeye karşı kayıtsızlık” gibi etkin ya da edilgen tutumlarla ifade ettiği yıkıcı davranışlardır (s. 272). Yazarlar, bu davranışlardan etkilenen çocuğun sözü edilen yaşantıları, fantezide değil gerçek ebeveynlerle çok yakından ilişkili cezalandırıcı iç nesneler olarak iç gerçekliğe dönüştürdüğünü de eklerler.
Ne var ki çocuğunu öldürmek çok eskiden beri bilinen bir şeydir ve kısmen, ana-babanın karışık duygu ve düşünceleriyle ilgilidir. Blum’un belirttiği gibi, “bebek öldürmenin ya da çocuk kurban etmenin, kötü davranılmış bebek ve hırpalanmış çocukta görülen türev ifadelerinin bütün tarihsel ve psikolojik anıştırmaları, ancak bu yüzyılda; yani çocuğun ya da psikanalizin yüzyılı diyeceğimiz dönemde derinlemesine incelenmiştir … Psikanaliz aslında çocuklar ve ana-babalardaki evrensel ensest çatışmalarının keşfedilmesinden önce, çocuk tacizinin incelenmesiyle başlamıştır.” Blum, ayrıca, “çocuğun toplumsallaşma gereksinimlerinin ana-babanın antisosyal dürtülerini boşaltması için bir hedef olarak kolayca kullanılabileceğini” öne sürer … “Sonsuz güce sahip olan ana-baba, çocukla girdiği güç çatışmalarında yengi kazanacağından emin olabilir” (1980, ss. 109-10).
Benedek’e göre, “Annelikteki bozukluk, sembiyotik ilişkiyi bir kısır döngüye dönüştürebilir. Bu, nesnelerin ve benlik simgelerinin, saldırgan ruhsal enerjiyle yüklenmiş çocuğun içinde dış gerçeklikten iç gerçekliğe dönüştürülmesine yol açar” (1959, s. 397).
Kötü muameleye maruz kalan bebeklerin, annelerinin kötü davranışlarına nasıl tamamlayıcı bir biçimde tepki verdiğini görmek şaşırtıcıdır: Görünüşe bakılırsa bebek bunu hayatta kalmak için yapar. Annesini ve dolayısıyla kendi varlığını yitirmekten korkar. Blum (1980), bu amaç doğrultusunda Kernberg’in (1975) betimlediği parçalanma düzeneğini şöyle anlar: “Çocuk cezalandırıcı ana-babayı, savunmacı bir biçimde idealleştirebilir ya da bir ‘iyi nesne’ imgesinden parçalayarak ayırır. Alçaltılan cezalandırıcı ana-babayla özdeşleştirilen ‘alçaltılmış, kötü benlik’, genellikle bastırılır. Çelişkili ego idealleri, bilinçte tutarsızlıkların tam anlamıyla farkında olmaktan savunucu biçimde sakınılan ‘dikey parçalanma’da sürdürülebilir” (Blum, s. 111). Ne de olsa çocuk, hayatta kalmak için başlangıçta ana-baba tarafından sağlanan bir “yardımcı ego”ya (Spitz, 1946, 1951) dayanır.
Bu, ana-baba-çocuk ilişkisinin etkileriyle ilgili pek çok çalışmada gözlenmiştir (Bakınız örneğin, Bowlby, 1951, 1958; Bowlby ve ark., 1956; Burlingham ve Freud, 1943).
Benzer bir süreç, sınır kişiliğin etiyolojisinde annenin rolünü anlatan Masterson ve Rinsley (1975) tarafından betimlenmiştir. Yazarlar, annenin cinsel içgüdüsünün erişilebilirliği (ödül) ile bunun ayrılma/bireyleşme döneminde geri alınması arasındaki değişimin bebek üzerindeki etkilerini vurgularlar. Gelecekte sınır kişilik olacak bebek, annesinin ödüllerine ayrılmayı reddederek tepki verir. Yalnızca bu bile, çocuğun anne yarı nesnesiyle yeniden birleşme hayallerini ifade ettiğini doğrular ve eğer çocuk bireyleşme cesaretini gösterirse, terk edilme korkularını ve bağımlılığını destekler. Lothstein (1979) benzer bulgular elde etmiştir. Lothstein, kadın ve erkek transseksüellerin annelerine ilişkin çalışmalarında, trans-seksüelliğin etiyolojisinde annenin rolünü vurgular: “Bu anneler, oğlunun kendinden ayrılmasına ve erkek özdeşlemesiyle bireyleşmesine katlanamazlar ve oğluyla ilişkisini oğlunun kadın özdeşleşmesi üzerinden sürdürürler. Erkek çocuğun cinsiyet ayrılığını, kendi kişisel bütünlüğüne bir tehdit olarak algılıyor gibidirler.” Lothstein, transseksüel olan kız çocuklarının yetiştirilmesinde iş gören bir süreci de şöyle betimler:
Bu anneler kızının uzun süreli ve süregiden özdeşleşmesini de kendi kişisel bütünlüğüne bir tehdit olarak görür. Kızını kadın özdeşleşmesinin dışına etkin biçimde iterek kendini sembiyotik birleşmeye ve gerilemeye karşı koruyor gibi görünürler. Klinik verilerimiz, kız çocuklarının erkeklerle özdeşleşmesinin de hem kendilerinin hem de annelerinin birbirlerini öldürme isteğini ortadan kaldırmayı amaçladığı için, kıs-menrsqvunmacı olabileceğini öne sürer. (s. 221)
Lothstein, daha sonra annenin “çocuğunun toplumsal-cinsiyet kimliklerinden birini bozma eğiliminin, çocuğun cinselliğinin, kendi evliliğindeki sıkıntılar kendi annesiyle o sıralardaki ilişkisi ve kendi içindeki biseksüel çatışmanın bir işlevi olarak değişiklik göstereceği” varsayımını öne sürer (s. 222, vurgu bana ait). Bu çocuklar yatta kalmanın tek yolu olarak annesinin isteklerine, uyarlar ve böylece, yapısal ego bozuklukları ve ego zayıflıkları olan sahte bir benlik duygusu yaratırlar.
Benedek’in ifadesiyle, “Psikanaliz, ana-babaların, çocuğun davranışlarını ve bilinçsiz güdülenmelerini tahmin ederek çocuklarla karşı kendi bilinçdışı güdülenmelerinin farkına varmaya başladıklarını gösterir … Öyle görünüyor ki, ana-babalar ve çocuklar tıpkı paranoitler gibi kaygıyla öngördükleri ve kaçınmayı amaç lakları şeylere ulaşıyorlar” (1959, s. 406).
Çocukluğunda kendi süperegosuna boyun eğen cezalandırıcı bir neyle mücadele etmiş olan kadın, saldırgan anneyle özdeşleşir ve nu düş kırıklığına uğratan ve yoksun bırakan çocuğa kolaylıkla saldırabilir (Steele, 1970). Kadın, annelik yapması için gereken bilinçsiz güdülenmelerini çocuğunun karşılamadığını hisseder.
Şimdi bu sürecin işlenmemiş psikolojik temelini, bildiğimiz ünlük yaşam açısından inceleyelim. Hatalarımızdan ders aldığımız genel olarak kabul edilir; ama işin o kadar kolay fark edilmeyen yanı, “hatalar”ın yaşamın erken devrelerinde geçirdiğimiz yaşantılarla bilinçsiz bir biçimde bağlantılı olduğudur. Bu nedenle yaşamımızda birdenbire ve beklenmedik bir biçimde ortaya çıkıveren sözlerin ya da eylemlerin anlamını fark etmeyebiliriz. Bunlar, özellikle anne baba olduğumuzda üzerimizde güçlü etkiler yapar. Kendimize ilişkin zihinsel simgelerimize yabancılaştığımızı hisseder e onları yitirmekten korkarız. Örneğin, kendi ana-babasıyla acı olu ve aşağılayıcı yaşantıları olan insanlar, kendileri, asla böyle davranmamaya gizlice söz vermişlerdir. Ne var ki bilinçdışı bize acımasızca oyunlar oynar ve içimizden bize ait olduğunu fark etmediğimiz bir şey hiçbir uyarıda bulunmadan ortaya çıkıp bizi gafil avlar. Bunun ana-babamızdan geldiğine inanırız. Annemizin ya da babamızın kaçınmak için o kadar özenle çaba harcadığımız o korkunç sesi ya da eylemi, kendi çocuklarımızla ilişkilerimizde büyük bir güçle kendini yeniden gösterir ve o anda suçluluk ve utanç duymaya başlarız.
Kaynak: Anne Melek mi Yosma mı, Ayrıntı Yayınları, S. 77-83
Alıntı: Sivildenemeler
Subscribe to:
Posts (Atom)