Saturday, March 10, 2012

"Erkeklik, imkânsız iktidar"


 Serpil Sancar

Esra Açıkgöz, Cumhuriyet Dergi
Erkek egemen sistem ne zaman konuşulsa, hep kadınlar üzerindeki baskıdan bahsediliyor. Kuşkusuz en ağır darbeyi onlar alıyor ancak egemen erkeklik değerleri, erkekler üzerinde de baskı yaratıyor. Para kazandıran bir iş, aile geçindirmek, sermayenin egemenliğini genişletecek işler, yeri gelince öldürebilmek& Bir erkeği egemen erkekler dünyasına kabul ettirenler, sınıfsal, mesleki, etnik konumlara göre değişiyor. Bu dünyanın dışında kalmayı seçen ya da girmeyi “başaramayan” erkekler de var. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi, Kadın Araştırmaları Merkezi müdürü Prof. Dr. Serpil Sancar, Metis Yayınları’ndan çıkan Erkeklik: İmkânsız İktidar’da farklı erkeklik tarzlarını irdeliyor. Erkek egemen sistemle derdi olanlara bir de karşı taraftan bakma imkânı sunuyor.

Erkek egemenliği hep kadınlar üzerinden konuşuldu. Oysa siz farklı bir açıdan bakıp, erkek egemen sistemin erkekler üzerinde de iktidar kurduğunu hatırlatıyorsunuz bize. Bu bakış açısı nereden çıktı?

Şimdiye kadar hep kadınların erkek egemen toplumsal kurumlardan nasıl dışlandıkları ve iktidar ilişkileri karşısındaki mağduriyetleri tartışıldı. Erkeklerin aynı koşullarda nasıl var olduğu pek araştırılmadı. Önemli iktidar konumlarında çoğunlukla erkeklerin olduğu ve egemen erkeklik tarzlarının sanki tek erkek olma yolu gibi bütün insanlara sunulduğu bir dünyada, erkek olmanın nasıl gerçekleştiğinin yeterince sorgulanmadığını düşünüyorum.

Erkeklik, çok konuşulan, tartışılan bir konu olduğu halde, kitapta belirttiğiniz gibi politik, ideolojik, akademik olarak fazla irdelenmedi. Neden sizce?

Erkeklik tanımı gereği bir iktidar hali, yani sorgulayan ama kendisini sorgulatmayan bir konum. Bu anlayış nasıl erkek olunduğuna dair toplumsal-siyasal deneyimlerin araştırma değeri olmayan konular olduğu gerekçesi ile irdelenmemesine yol açmış. Erkekliği uzun süre biyolojik bir özellik olarak ele almışlar. Emek gücü, işçi, sermaye egemenliği, militarizm gibi konular araştırılırken adını koymadan yapılan şey egemen erkeklik değerlerinin tek tek her erkeğin yaşam pratiği haline dönüşerek, nasıl toplumsal iktidar ilişkilerini beslediği aslında. Bu olgulara, erkeklerin deneyimlerinden bakmaya çalıştım. Araştıracak daha çok şey var.

Erkeklik tarzları

Gelelim erkek egemen sisteme... Hükmeden erkekler kim, biat edenler kim?

Egemen erkeklik değerleri eve ekmek parası getirmekle sorumlu tutulan erkeklerin piyasa denen üretim çarkında seslerini çıkarmadan sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusunda çalışmalarını sağlıyor. Öte yandan erkekler küresel militer savaş mekanizmaları olan modern ordularda askerlik yaparak, devasa şiddet mekanizmalarının hayatta kalmasını sağlıyor. Dolayısıyla hükmeden kim, biat eden kim ayrımı yapmaktansa bu egemen erkeklik tarzlarının hangi kurumları ayakta tuttuğuna, hangi iktidar tarzlarını ürettiğine bakmak daha doğru geliyor bana.

Peki, oradan baktığınızda ne görüyorsunuz?

Bu düzenden tek tek kazançlı çıkan birçok erkeğin varlığı tartışılmaz olmakla birlikte, sadece kadınlar açısından değil, bütün erkekler açısından da kötü işleyen bir sistem... Yani erkek egemenliği; kadınlar, erkekler ve elbette çocuklar açısından tehlikeli.

Ya karşı koyan erkekler? Egemen erkeklik değerlerini sorgulamaya ne itiyor onları?

Erkekleri karşı koymaya iten, çoğu zaman bu egemen erkeklik değerleriyle uyum sağlayamadıklarında başlarına gelen ani dışlanma ya da şiddet oluyor. Bir erkeğin şiddete bulaşmadan, yani savaşçı, asker, kadın düşmanı, boks şampiyonu, mahallenin en güçlüsü, vs olmadan normal erkek olunabileceğini düşünebilmesi ya da zaten bunları olmayı başaramadığı için güçlü erkekler tarafından itilip kakılmaları, onları başka erkeklik biçimleri keşfetmeye zorluyor. Sorgulayanlar çoğu zaman doğrudan egemen erkek iktidarının şiddetine uğrayarak yapmak istemediği işlere zorlanmış, zorla savaşa sürülmüş, bedenen ya da ruhen sakatlanmış, ezilip horlanmış erkekler oluyor. Yeterince para kazanmayı beceremeyenler, eril şiddet biçimlerinden uzak durmaya çalışanlar, etnik ya da dinsel azınlık grup mensubu olduğu için ayrımcılık yaşayanlar, askere gitmeyi reddedenler... Tabii bunlara feminist kadınlarla yaşayarak daha barışçıl erkek olma biçimlerinin mümkün olduğunu gören erkekleri de ilave etmeli.

Kitapta bahsettiğiniz farklı erkeklik tarzları da böylece doğuyor yani...

Bir erkeğin nasıl bir erkek olması gerektiği onun toplumsal konumu içinde belirleniyor. Farklı sınıfsal, mesleki, etnik konumlara, yaşa, kültüre göre belirliyor hangi tarz erkek olunacağını. Ama her şeyin üstünde bir erkeği egemen erkekler dünyasına kabul ettiren, kadınların dışlanmasına, aşağılanmasına ve şiddetle denetim altında tutulmasına, kendisi yapmasa da ses çıkarmayacak, bunu insan hakları ihlali ya da uygarlık eksikliği olarak görmeyecek şekilde davranması.

Erkeklik krizi...

Erkek hegemonyasının bir yandan parçalandığını, diğer yandan yeni ilişki ve bağlamlar yaratarak yeniden kendini var ettiğini söylüyorsunuz. Neler dağılıyor? Eklenenler ne?

Geleneksel ataerkillik dediğimiz ailedeki yaşlı erkeğin otoritesine dayalı erkekler arası hiyerarşi hızla yok oluyor. Bunun yerine modern, kentli ailedeki tekil erkek egemenliği yaygınlaşıyor. Diğer yandan taşra tüccarları, uluslararası işadamı haline dönüşüyor. Bunlar yeni yeni erkeklik deneyimleri yaratıyor. Memleketteyken muhafazakâr olan işadamları yurtdışında her türlü serbestliği yaşayabilen maceracılara dönüşüveriyor. Öte yandan neo-liberal politikaların iş güvenliğini ortadan kaldırdığı esnek istihdam koşullarında çalışmak zorunda kalan genç yoksul erkekler bir tür “erkeklik krizi” yaşıyor. Çünkü erkekler dünyasına katılabilmenin en önemli koşulu, aile geçindirme gerçekleşmiyor. Bu onları her koşuldaki işte çalışmaya ya da yasadışı ve şiddet içeren işlere yöneltiyor.

Bunlara rağmen erkeklik tanımının değişmeyen bir içeriği de var.

Güç, para, kadınlar üzerindeki otorite, şiddete yatkınlık vs. yeni biçimler altında devam ediyor.

Mağdur erkekler

Kitap için farklı yaşamlardan erkeklerle yüz yüze yaptığınız görüşmelerden yararlanmışsınız. Bu görüşmelerden elde ettiğiniz en ilginç sonuç neydi?

Birçok erkeğin yaşamlarını anlatırken çok sayıda erkeğin şiddetine maruz kaldığından bahsetmesi ama bunu sanki normal ve doğal bir şeymiş gibi anlatması, çoğu zaman kendini mağdur veya şiddete uğramış kişi olarak görmemesi... Erkeklerin, diğer erkeklerden gördükleri şiddeti eleştiremediklerini, buna uygun dillerinin olmadığını gördüm. Bu bir tür siyasi farkındalık sorunu. Birçok erkek her koşulda egemen erkeklik sistemi ile uyumlu yaşaması gerektiğine dair bir refleks oluşturMuş.

Neden erkeklik, imkânsız iktidar?

Egemen erkeklik tanımları hep güç, başarı, kadınları otorite altında tutabilme, bedensel ve akılsal olarak kadınlardan üstün olma gibi çoğu erkek için gerçekleştirilmesi olanaksız performanslar istiyor. Birçok erkek bunları yapamıyor ama yapıyorMuş gibi gösteriyor, bir kısmı bu alandaki eksikliklerini eril şiddete başvurarak telafi edeceğini düşünüyor. Çoğunluksa ömrünü bu egemen erkeklik standartlarını yakalamaya çalışarak geçiriyor. Yaşlanınca bir arpa boyu yol gitmiş olduklarını fark ederek köşeye çekiliyor. Bu anlamda erkeklik imkânsız ama önemli olan ona ulaşmayı denemekten vazgeçmemek, çünkü erkeklere cennetler vaat ediliyor. Para kazan, kadınları baştan çıkar... Oysa erkeklerin kadınlar ve çocuklarla daha eşitlikçi ve şiddeti dışlayan bir yaşam biçimi keşfetmeye çok gereksinmeleri var. Çünkü erkek egemen düzen erkekleri birer para makinesine ya da şiddet silahına dönüştürüyor.

"Sözleşmeli er modeli, toplumdaki şiddet olaylarını arttırır"

"Sözleşmeli er modeli, toplumdaki şiddet olaylarını arttırır"
Prof. Sancar, pornografinin ve futbol fanatizminin erkeklikle nasıl ilişkilendirildiğini

ECE GÖKSEDEF / HABERTURK.COM
egoksedef@haberturk.com
Yıllardır üzerinde durulan, fakat son zamanlarda önemi daha da çok vurgulanan kadın sorununu, 'erkeklik sorunu' olarak da görmek mümkün. Bu konuyu konuşmak için, kadın-erkek eşitsizliğini araştırırken farklı bir yöntem deneyen Prof Serpil Sancar'ın kapısını çaldık...
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Prof. Serpil Sancar, 2000 yılından beri Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin müdürlüğünü yapıyor.
Prof. Sancar, kadın sorununu çalışırken, diğer akademisyenlerden farklı olarak 'erkekliği' inceliyor. Bu konuyla ilgili olarak 2009 yılında çıkardığı 'Erkeklik: İmkansız İktidar' adlı bir de kitabı var.
Sancar, erkekliği, eril şiddetle militarizmin, modern endüstri toplumunun, pornografinin ve futbol fanatizminin nasıl ilişkilendirildiğini HABERTURK.COM için değerlendirdi...
Başarısız erkeklik, erkeklik krizi gibi tanımlarınız var. Bunlarla neyi kast ediyorsunuz?
Toplumun birçok alanında ortaya çıkan şiddetle erkekler arasında bir bağlantı var. Bu eril şiddet de aile içi şiddeti çoğaltan, kışkırtan ve normalleştiren ortamı oluşturuyor. Başarısız erkeklerin yaşadığı erkeklik kaybı gibi durumlarda erkekler şiddete başvurabiliyor ve normal karşılanıyor. İşi ve parası olmayan, gelecek garantisi olmayan bir erkek, kendisine bağlanıp evlenecek bir kadın bulmakta sorun yaşıyor, bu da erkeklik krizi yaratıyor.

Genç, az eğitimli, işsiz, olağan kültürel bağlamlarından kopup göçmüş erkekler, kendilerini ciddi tehdit altında hissediyorlar. İş güç, gelecek yok, piyasada gerilim var,  çoğu zaman ırkçılık onlar için tutunulacak bir şey olabiliyor. Çoğu zaman ancak yasadışı ve riskli işler yaparak para kazanabiliyorlar. Tehlikeli, güvencesiz işlere mecbur kalıyorlar, tetikçilerin, fedailerin sayısı artıyor.
PARA VE CİNSEL İKTİDAR BİRBİRİYLE BAĞLANTILI”
Evlilik veya kadın-erkek ilişkisi erkeğin kazandığı paranın üzerine kurulmuş olunca ve erkek para kazanıp kadında evi yönetemeyince kriz oluyor ve bu erkeklik krizinin telafisi yok. Tek çözümü erkeklik değerlerinin değişmesi. Bu da hiç kolay bir şey değil.
Üst tabakaya gelince, paranın sınırı yok. Erkeklik krizleri değişiyor. Cinsel performans çok önemli. Para ve cinsel iktidar birbiriyle bağlantılı, bunlar birbirini getiriyor.
Pornografinin de erkeklerin şiddet uygulama isteklerini dürttüğünü söyleyebilir miyiz?
Erkekleri şiddete iten şeyler kişisel değil. Örneğin pornografi şiddetle iç içe geçmiş. Başka bir yerden kültürel olarak beslenme olanağı yoksa erkeklerin pornodan çıkardığı sonuç şu oluyor: “Kadınlar şiddetle yola gelir, bazen ihtiyaç var şiddet kullanmaya”. Erkekte sahte, yanlış bir kadın cinselliği tanımı ortaya çıkıyor. Bunu gerçeklikte göremeyince istediğini elde etmek için şiddete başvuruyor. Bunun kuralının şiddet olduğunu sanıyor. Yani şiddet içeren pornografi erkekleri kontrolsüz şiddete iten, onun normal bir şey olduğunu düşündüren bir şey.
“CİNSEL ZEVK, ÜSTÜN OLMA HAZZINDAN GELİYOR”
Aslında pornografide, eşit ve doğal ilişkiler gösterildiği sürece sorun yok. Maalesef %90 ı  gerçeklikte sorun yaratacak biçimde kadın üzerinde tahakküm kurma, şiddet kullanarak ‘kadını mutlu etme’, yanılgısını üretiyor. Pornografi erkeklere 'sen üstünsün' hazzından cinsel zevk üretmeyi öğretebiliyor zaman zaman.
'Güçlü erkek' imajı nasıl inşa ediliyor?
Esas şiddet toplumun güvenlik gereksinimden geliyor, bu sorumluluk erkeklere verilmiş durumda, çünkü erkekçe bir iş olduğu söyleniyor. Modern toplumlarda sistem zorunlu askerliğe dayalı. Askerlik eğitimi aslında saldırgan erkeklik eğitimine ile şekilleniyor. Güçlü olma, sorumluluk ve risk alma ve kendi bedenini silah gibi kullanma eğitimi askerlik eğitimi. Bu dolayımda erkek bedeni yeniden kuruluyor: Erkek bedeni de silah gibi bozulmaz, yorulmaz, üşümez, ölümü göze alır, gerekirse öldürür hale geliyor. Bu şekilde tanımlanan  “Süper erkeklik” kadınsı olarak kabul edilen her şeyi, yumuşaklık, kırılganlık, duygusallığı içinde öldürmeyi emrediyor. İtaat et, sorgulama; ölmeyi, öldürmeyi öğren, öldür. Eril şiddeti meşrulaştıran kültür toplumsal düzen için şiddet kullanımının kaçınılmaz olduğunu söyler. Bu tabi ki gündelik hayata da yansıyor, eğer şiddet kullanılabiliyorsa, bazı sorunları çözmek için elverişli bir araca sahipsiniz.
Örneğin çocuğun eğitiminde dayak faydalı olabilir... Her erkeğe en genç yaşlarında bunlar öğretiliyor, çatışmaya ve gerektiğinde şiddet kullanmaya hazır hale getiriliyor ve topluma bırakılıyor.
“SÖZLEŞMELİ ER MODELİ, TOPLUMDAKİ ŞİDDET OLAYLARINI ARTIRIR”
Yeni gündeme getirilen “sözleşmeli er” modeli ise bunun da ötesinde extra-süper erkeliği doğuracak. Çünkü bazıları mızıklıyor, orta sınıf ve üst sınıf erkeler bu askerlik değerleri ve pratiklerinden kaçıyor. Askere gitmemek için uğraşıyor, hem gittiğinde kendini sisteme entegre olmaya bırakmıyor. Artık dünyanın birçok yerinde askerlik alt sınıf erkekler için bir iş alanı haline geldi. Bunun paralısı ise  'süper erkekleri daha da süper erkek' yapalım’ a döndü. Ekstra olanaklar sunacaklar, sonra bunları 29 yaşında topluma salacaklar. Savaşçı eğitim almış erkekler bu şiddeti mesleki alana hapsetmeyi başaramayıp sivil hayatlarında da zaman zaman kullanacaklar;  her şeyin silahla ve şiddetle çözüleceğine olan inancı pekiştiren örnekler artacak.
Peki 'sözleşmeli er modeli' toplumda bir ayrışma yaratır mı?
Elbette. Süper savaşçı askerlik az eğitimli, gerekli kültürel sermeyesi olmayan daha çok alt sınıf erkekler için çıkış yolları oluşturuyor. Fakat orta ve üst sınıflara mensup erkeler piyasa gücüne, paraya ve güzel kadınlara dayalı bir hayatın huzur ve refahını istiyor; bu anlamda bir erilliğin egemen olmasını istemiyorlar.
Erkeklerdeki şiddet eğiliminin, endokrinolojik bir dürtü olduğunu iddia ediliyor...
Evet, hormonlarını kontrol edemiyorlar diyorlar. Kadın kendi biyolojisini kontrol edemez diye bir şey yok ama... Kuralı öyle koyarsanız kontrol etmez tabii. Testesteron hormonuyla şiddete yatkınlık ilişkili diyorlar ama bu bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey değil. Hatta sosyal olarak tersi kanıtlanmış. Bu yaklaşım, erkek bedenini şiddetin aracı haline getiriyor.
“SAVAŞMAYA HAZIR OLAN ERKEKLER, TOPLUMDAN BİR BEDEL BEKLİYOR”
Örneğin savaşta kadın ve çocuk ölümleriyle, kayıplarıyla ilgilenilir, erkek ölümü normal sayılır. Savaşta asker olduğu için 'erkek öldürülebilir' çünkü. Tabi bunun karşılığında erkek de toplumdan bir bedel ödenmesini bekliyor ve üstün statü ve ayrıcalıklar sahibi olmaya hak kazandığını düşünüyor.
Alt sınıfların belli bir doza kadar şiddetle iç içe olmaları hoş görülüyor çünkü bu erkekler her an organize şiddet işlerinde kullanılabilirler.

Devlet, sermaye, kaçakçılık, siyasi ideolojik amaçlarla yapılan organize şiddet işlerinde hep genç alt sınıf erkekler kullanılıyor. Modern eril şiddet bundan ayrı düşünülemez. Kimisi asker kıyafetinde, kimisi intihar bombacısı kıyafetinde, ama hepsi şiddetin bir aracı...
Futbol fanatizmi de eril şiddetin yaşandığı alanlardan biri...
Futbol çok analiz bir şey değil. Erkeklerin güç alanı orası, tek kontrollü olarak şiddetin serbest bırakıldığı alan. 100 bin kişi aynı atkıyla, aynı sembollerle hareket ediyor, sokaklarda istediği taşkınlığı yapabiliyor. Bu kadar büyük sayıda kitlenin serbestliğine başka a hiçbir alanda izin verilmiyor. Futbol taraftarlığı apolitik bir şey diye düşünülüyor ama aslında oldukça politik. Gençleri sakinleştiren, itaatkar yaşamlara entegre eden bir şey. Özellikle de milli maçlar. Genç, alt sınıf erkeklerin bağırma, içme, sataşma, kısacası erkek bedeninin yapabileceği şeyleri özgürce test etme yeri. Bu tüm dünyada böyle.
“TARAFTAR OLMAK ERKEKLİĞİN EN ÖNEMLİ PARÇASI”
Modern toplumlardaki en büyük kitlesel eylemdir futbol maçları. Erkekleri şekillendiriliyor, kanalize edilip forma sokuyor. Ama aynı zamanda futbol piyasaya entegre olmuş büyük bir kâr alanı, futbol takımı yönetimi, politik parti yönetimi kadar önemli modern piyasada. Taraftar olmak, deşarj olmak da erkekliğin en önemli parçası. İkisi iç içe geçiyor.
“FUTBOL, ERKEK LİBİDOSUNU AÇIĞA ÇIKARIP DİSİPLİNE SOKAR”
Futbol aslında genç erkek libidosunu açığa çıkaran, sonra da kontrol eden bir şey. Bir de centilmenlik olayı vardır. Yani bir yere kadar açığa çıkarıp yönetme ve kontrolsüz disipline etme stratejisi var. Yani aynı zamanda tehlikeli olanı alıp sakinleştiren, itaatkar ve güvenli kılan bir iktidar stratejisi. Futbol kültürü içinde erkeler öğretilen eşit rekabet etiği ve centilmence mücadele değerleri giriyor işin içine. Tabii oyun kaybetmek ve kazanmak üzerine olduğu için, futbolu piyasanı, hayatın bir simülasyonu olarak görebiliriz. İş dünyasında da kazanmak ve kaybetmek vardır çünkü. Bu ince ayarları yapabilme sanatıdır başarı; iktidarını kaybetmeden savaşçı olabilmelisin. Oysa ki kadın evinde çocuğuyla ilgilenirken yaşadığı dünya kazanıp kaybetme kültürü üzerinde yükselmez.
“ERKEKLER BİRBİRİNİ ÖLDÜRMEYE PROGRAMLI”
Bu durum da sivil hayata yansıyor, kadın evde öldürülüyor, erkek savaşta öldürülüyor. Erkekler tarafından öldürülen erkekleri var olmanın kaçınılmaz, istenmeyen sonuçları olarak görüyoruz. Oysa erkekler birbirini öldürmeye programlandığı ölçüde şiddet topluma yayılıp normalleşiyor. Aynı şiddet erkelerin kadınlar üzerinde iktidar kurma arzularına hizmet ediyor. Asıl olan her tür güç elde etmek için kullanılan şey şiddet.

Aile içi şiddet de hep bunlarla bağlantılı. Eskiden de mülk savaşları vardı, güçlü erkek imgesi, ona itaat eden kadın vardı. İtaat etmeyen kadına verilen ceza şiddet içerirdi, tıpkı itaat etmeyen halka verilen ceza gibi. Bu asimetrik güç ilişkileri üzerine kurulu, kadının itaati, başka halkların itaati, genç erkek bedeninin modern silah gibi kullanılması... Genç erkek bedeni endüstriyel toplumlarda aynı zamanda makinelerin bir uzantı veya parçası gibi da kullanılıyor. Endüstriye bakın, çok az kadın görebilirsiniz. Modern toplumun temelinde endüstri makinesi ve erkek bedeni arasındaki ilişki var. Ben bunu “Erkeklik: İmkansız İktidar” kitabımda yazdım.
Televizyonda, dizilerde tecavüz sahnelerinin gösterilmesi de çok eleştirildi. Bu da erkekliği pekiştiren bir durum mu?
Kadın hakları savunucuları Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisi üzerinde çok iyi düşünmeli. Kadına yönelik şiddet, onaylanmadan gösterilmeli. Zaten dizinin ilk bölümlerinden sonra olay bu kadar büyüyünce, nerede hata var diye çok tartışıldı. Tecavüz gösterilirken, pornografiye dönüştürülmeden, kadına yönelik şiddetin en ağır türü ve en temel insan hakkı ihlali olarak gösterilerek kodlanması önemli. Ama çoğu zaman bu iki uç arasındaki çizgi belirsiz olabiliyor. Tabi sonunda her şey reyting yükselten bir ticari araca dönüşebiliyor.  Çok açıktır ki tecavüz eleştirel bir dille gösterilmeli,  örneğin Fatmagül’ün suçu ne? Dizisinde tecavüz mağduru bunu o kadar sessiz bir  mağdurluk şekilde yaşıyor ki, bazı erkeklere pornografi etkisi yarattı ve birçok kadın hakları savunucusunu da kızdırdı. Hakikaten eleştiri bunun neresinde?  diye sormak gerekiyor. Ayrıca bir de bu tecavüz eden erkeklerle Fatmagül arasında ciddi sınıfsal fark var, üst tabakadan erkekler bu işi kolay kolay yapamazlar. Çoğu zaman gerek yoktur; zaten istedikleri kadınların satın alabilecek paraları ya da çevrelerinde bir sürü kadın vardır zaten. İstisnalar içinde öncelikle canice duygulara sahip olan üst sınıf mensubu erkeklerin kurbanı olan kadınları saymak gerekebilir. Örneğin Cem Garipoğlu davası böyle bir duruma örnek herhalde. 

Bunun için RTÜK'te nasıl bir yasa yapabiliriz? Tecavüzün ya da kadınlara yönelik şiddetin gösterilmesi gerekli ve kaçınılmaz. Ama eleştirel dil gerekli. Bu nasıl oluşturulacak, bu konu çok taze Türkiye'de, daha yeni yeni tartışılıyor. Bence konuyu gündemde tutup RTÜK Yasası için detaylı tanımlar geliştirilmeli.
Göç ile süper erkeklik arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Kültürel kökenlerden kopma, doğup büyüdüğün kültür cemaatlerin yok olmaya başlaması… Kendi içlerindeki değer sistemi bozuluyor. Kadınlar aşık olup evlenmek istiyor. Oysa ki cemaatlerin güçlenme stratejileri içinde evlilik önemli bir yer tutuyor.  Modernlik öncesi kültür gruplarında evlilik güçlenme stratejisidir normalde; gençlerin evliliği, yaşlıların kurduğu düzeni korur, uzun süreli hayatta kalmayı amaçlayan, bir güçlerin birleştirilmesi ve korunma stratejilerinin bir parçasıdır evlilik. Modern bağlamlarda evlilik artık bireyci, hazcı bir şey haline geldi. Kültür cemaatleri yok olup giden değerlerini  korumaya çalışıyor, ama değerler eski anlamlarından kopup başka  şeylere dönüşüyor, bu da namus ve töre cinayetlerine sebep oluyor.

Tabi oradan açılan kapıdan bir sürü şey içeri giriyor, kıskançlık cinayetleri, “bana yüz vermedin, oysa ben sana tapmıştım” cinayetleri.. Her şey cinsel ahlak içinde erkeklere sağlanan ayrıcalıklarla ilgili. Cinsel ahlak değerlerini korumak için kadın bedeninin denetimi gerekli ve erkeklerin de bunun  denetleyicisi olması normal; bundan üreyen eril ayrıcalıklar da erkeklerin kadınlar üzerinde kontrolsüz güç sahibi olmasına olanak sağlıyor.  Kadınları korumak, cinselliği düzenleyen ahlaki kuralları uygulamak erkeklerin görevi.
Diyanet İşleri Başkanlı şimdilerde aile konusuna eğiliyor, bir çok konuyu o üzerine almış durumda...
Aslında dinle ilgili önemli değişimler oluyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye'ye özgü bir kurum. Demokratik Hıristiyan ülkelerde böyle bir şey yok. Bir din, hatta bir mezhep için devlet eliyle düzenlenen bir hizmet. Dinin ne olduğunu devlet memurları söylüyor insanlara. Dini ibadetler devlet eliyle yapılıyor, camiler devlet elinde. Ama bu bir kriz yaratıyor çünkü toplum bu konuda ikna olmamış. Ama yakın dönemde yaşanan dönüşümde dinin, devlet işlerinden ve ticaretten çekilmekte olduğunu görüyoruz. Oralarda artık bir egemenlik iddiası yok.

Dinin siyaset ve ticaret dışında kadın, aile ve kültür işlerine doğru çekilip oralarda yoğunlaştığını görüyoruz. Kadınlarla ilgili dünya artık eskisinden çok daha fazla dinle iç içe girdi. Örneğin 50 küsur ilde, müftülüğe bağlı Aile İrşat Birimleri kuruldu. Buralarda ilahiyatçı uzmanlar çalışıyor, dinin kadın ve aile konudaki kurallarını vatandaşa anlatmak üzere. Buna muhalefet de karşı çıkmadı.

Türkiye'de kültür ve aile alanının dine bırakılması, patriarkal bir pazarlık konusu. Devletin bekası için Türk aile yapısı düzenleniyor: aile ve kadın, dinin alanı, devlet ve siyaset de erkeklerin alanı.
"DİYANET İKİ ŞEYİ ÖNGÖRÜR: TESETTÜR VE KOCAYA İTAAT"
Aslında Diyanet işleri Başkanlığının öğretisine baktığınızda kadın konusunda iki şeyi öngörür: Kocaya ve tesettür. Diyanet'in yayınları içinde şöyle şeyler geçiyor: kadın her şeyi yapabilir ama kocasıyla uyumlu olmalı, yani evlilik içinde birbirine denk ve eşit bir ilişki yok. Bu hükümet zamanında Diyanet İşleri Başkanlığı “hıristiyan, müslüman ve yahudi” eşittir dedi ama “kadın-erkek eşittir” demedi; bunu kesinlikle kabul etmedi. Bu anlayışa göre “kadına hakkı verilir ama haklar eşit değildir, erkeklerin haklarıyla aynı değildir” deniyor. Yani dinin kadınlara sunduğu özgürlüğün çerçevesi hala oldukça sınırlı.

"Varoluşçu Psikoterapi" II


Irwin Yalom

Irwin Yalom Varoluşçu Psikoterapi kitabında isteme kavramına geniş bir yer vermiştir.Yalom isteme kavramına bir çok farklı açıdan yaklaşmıştır.
Bunlar sorumluluk,istenç,eylem,dilek,karar ve seçim gibi istek kavramına eşlik eden onu ortaya çıkaran diğer kavramlardır.
Yalom ilk olarak psikoterapi açısından eylem nedir sorusuna yanıt arar. Düşünme bir eylem midir?Sonuçta düşünmenin enerji tükettiği gösterilebilir.Wheelis eylem kavramını düşünceyi ele alacak şekilde genişletmenin eylemi anlamdan yoksun bırakacağını iddia etmiştir. Düşüncenin, kendi içinde herhangi bir dış sonucu yoktur.Vazgeçilemez bir şekilde eylemden önce gelmesine rağmen örneğin , kişi eylem kararını planlayabilir, provasını yapabilir veya uygulanabilir hale getirilebilir.Eylemin iki yüzü vardır: ön yüzü, eylemin yokluğu örneğin, alışkanlık üzere eylemde bulunmamak,aşırı yememek, başkalarını sömürmemek, sahtekarlık yapmamak büyük bir eylem olabilir aslında.Yalom’a göre terapist eylemi ortaya çıkarmaya çalışmalıdır.Her ne kadar içgörü, kendini gerçekleştirme, rahatlık terapötik açıdan  terapistler için önemli gibi görünse de son analizde değişim (eylem) bütün terapistlerin peşinden koştuğu sırdır.
Ruhun analitik modeli hayati bir şeyi, en önemli psikolojik kavramı oluşturan ve her psikoterapi seyrinde önemli bir rol oynayan bir şeyi anlatmaktadır. İlk olarak bu kavramın özelliklerini ve işlevini gözden geçirelim.Farkındalığı ve bilgiyi eyleme dönüştüren şey zihinsel etkendir, arzu ve eylem arasındaki köprüdür.Aristoteles eylemi geleceğin zihinsel organı olarak tanımlar.Eylem için bir diğer yaklaşımsa Farber’inkidir.Ona göre eylem irade gücünün etkinlik merkezidir, içteki ‘’sorumlu harekete geçiricidir’’.Yetenek ve arzudan oluşan güçtür , çabanın tetiğini çeken şeydir , hareketin ana damarıdır.Bu psikolojik kavrama ‘’istenç’’ ve işlevine de ‘’isteme’’ diyoruz.İstenç tarihsel süreçte bir çok dinsel ve felsefik tartışmaya neden olmuştur.En büyük tartışma kaynağıdan biri istencin özgürlükle çözülemez biçimde bağlı olması gerçeğinden kaynaklanır.Oysa Hristiyanlık dini, ilahi takdir, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Tanrı inancıyla özgür istenç iddialarını bağdaştıramamıştır.Son olarak şunu söyleyebiliriz ki özgür istenç, ister ekonomik, ister davranışçı veya isterse psikanalitik ilkelere dayanıyor olsun bütün determinist sistemlere karşıttır.
‘’İstenç’’ terimi psikoterapist için bir problem oluşturmaktadır.Psikoterapi sözlüğünden o kadar uzun zaman önce çıkarılmıştır ki, klinisyen istenç ortaya çıktığı zaman onu tanımlamakta zorluk çeker.Çok uzun zaman önce ‘’istencin’’ yerini ‘’güdü’’ almış ve terapistler kişinin eylemlerini güdülerine dayanarak açıklamayı öğrenmişlerdir.İstencin güdülenme kavramıyla aynı olduğunu savunmak insanı sorumluluk almaktan alı koyar.Bu noktada Yalom’un söylemeye çalıştığı şey davranışın güdülenmeye dayanarak açıklanması insanı eylemlerine karşı en büyük sorumluluğundan azat eder.Evet güdülenme istenci etkileyebilir ama onun yerini alamaz.Buna en güzel örnek çok çeşitli dürtülerimize rağmen birey yine de belirli tarzda davranmaya ya da davranmamaya seçeneğine sahiptir.Birçok karmaşaya rağmen ‘’istenç’’ten başka bir terim terapötik açıdan  amacımıza hizmet edemez.Yalom istencin ‘’sorumlu hareket geçirici’’ tanımını çok yerinde bulmuştur ve eğer terapi hareketi ve değişimi gerektiriyorsa, o halde buradan terapistin, değerlendirme çerçevesi ne olursa olsun, istenci etkilemeye çalışması gerektiğini savunmuştur.Bunlarla birlikte istenç gücü yalnızca ilk isteme katmanını oluşturur ve bu çok ince bir katmandır.William James’in belirtiği gibi,“istencin acelesiz, yavaş ve cansız bir şekilde itmesinin” sonunucu olarak birkaç değişiklik yapılır.Yalom derki terapist istenci ne yaratabilir ne  de hastaya telkin edebilir; terapistin yapabileceği şey istenci özgür bırakmak ve hastanın bağlanmış ,bastırılmış istencinin üzerindeki yükleri kaldırmaktır.Ama  bazen klinik çalışmalarında istenç ,hastanın içindeki o sorumlu harekete geçiriciyi, ağır metal katmanlarlarıyla kaplanmış ve gizlenmiş bir türbin olarak karşısına çıkar.Hayati, hareket eden parçanın makinenin en derindeki bölgelerinde olduğunu bildiğini söyler.
Yalom kitabında istencin klinik açıdan anlaşılması için  meslektaşlarının düşünmcelerine de yer vermiştir. İlk olarak istenç kavramını modern psikoterapiye tanıtan Otto Rank ile başlayalım. Rank 1905 yılında ilk öğrencilerinden biri olarak Freud’a katılmış ve ideolojik farkların iki adam arasında kapanmaz bir uçurum açtığı 1929 yılına kadar yakın arkadaşı olarak kalmıştır.Rank’in davranış ve terapi sistemi istenç kavramının etrafında inşa edilmişti.Rank başlangıç noktası olarak yönetme gücü olan cüceyi seçmiş ve onu “istenç’’ olarak etkinleştirmiştir.İçgüdüssel dürtüler kavramını bırakmamış, fakat onları istencin yetki alanının altına yerleştirmiştir.Rank, bireyin gelişiminde istencin içgüdüsel içtepilerle bağlantılı olarak ortaya çıktığına inanmaktadır.İstencin şekillenmesi anne babaların içtepi eğitimiyle uğraşma tarzından etkilenmektedir.Çocuk , anne ve babadan gelen kısıtlamalar karşıt güçle tepki verir: istencin daha ileri gelişimi ya da Rank’in ifadesiyle “olumsuz istenç”.Çocuk yavaş yavaş içtepileri ve kararları üzerinde kişisel kontrol sahibi olmaya başlar, örneğin anne babasına duyduğu sevgi nedeniyle saldırgan içtepileri frenler.Bu nedenle, istencin başlangıçtaki işlevi içtepiye ayrılmaz biçimde bağlanmıştır:ya içtepiyi kontrol eder ya da içtepiyi kontrol etmeye yönelik dışarıdan gelen çabalara direnir.Rank çocuğun duygusal hayatının da içtepilere göre geliştiğini söyler.Duygular içtepilerden farklıdır, içtepileri boşaltmak isteriz oysa duyguları uzatmak.Rank istencin üç gelişimsel devresini tarif eder (1)karşı direnç:bir başkasının istencine itiraz, (2) olumlu istenç:kişinin yapması gereken şeyi yapmaya hazır olması, (3) yaratıcı istenç: insanın istediği şeyi yapamaya hazır olması Terapinin hedefi ilk iki devreyi yaratıcı istence çevirmektir.Burdan yapacağımız çıkarım ise olumsuz istenç bastırılmamalı , fakat olumlu veya yaratıcı istence dönüşecek biçimde kabul edilmesi olacaktır.
İstenç psikolojisine bir diğer katkı da Farber’dan gelir; O bilinçli istenç üzerindeki abartılı vurgunun düzeltilmesini teklif eder. Farber istenci tanımlama çabalarının başarısız,olacağını çünkü birbirinden son derece ayrı olduğu için ancak hayal gücünden yoksun bir tanımın ikisini birden kapsayabileceği iki farklı istenç alanının bulunduğunu ileri sürmektedir.Farber’ın birinci istenç alanı (Yalom’a göre en önemli katkıyı burada sağlar) eylem sırasında bilinçli olarak yaşanmamaktadır ve bir olaydan sonra çıkarım yapılarak bulunmalıdır;bu alanın bilinçsiz alan olduğu söylenebilir.Böylece Farber insanların hayatlarında (terapide de) yaptıkları önemli seçimlerin bilinçli olarak yaşanmadıklarını ileri sürmektedir.Aslında ancak olaydan sonra kişi bir seçim yapmış olduğu çıkarımını yapabilir.Bu istenç alanı , bir yönü olan, fakat açık bir hedefi ya da amacı olmayan bir yeraltı akıntısı olarak düşülebilir. Farber’a  göre ikinci istenç alanı ise bilinçli parçadır: olaylar sırasında yaşanır. İnsan çok fazla zorluk çekmeden varlığını, şeklini ve büyüklüğünü tarif edebilir.Bu ikinci istenç alanı bazı belirli hedeflere doğru baskı yapar ve faydacı bir özellik taşımaktadır.Bu istenç alanının hedefi baştan beri bilinmektedir.Buna kilo kaybetme, kişiler arası ilişkileri güçlendirmeyi örnek verebiliriz.Bu ikinci istek alanına terapide farklı yaklaşılması gerektiğini savunur Yalom.Bu alana zorlamayla yaklaşılır ve istenç gücü, çaba ve kararlılık ister.Birinci alan, bu isteklere karşı vurdumduymazdır ve dolaylı olarak yaklaşılmalıdır.Birinci alan, bu isteklere karşı vurdumduymazdır ve dolaylı olarak yaklaşılmalıdır.
Kitabın istenç  kavramının anlatıldığı bölümdeki bir diğer önemli kavramda dilektir.Rollo May, dileğin istençten önce geldiğini, önceden bir dilek olmaksızın hiçbir anlamlı eylemin olmayacağını bize hatırlatmaktadır.İstemek yalnızca güç ve karar değil, geleceğe yakından bağlı gizli olanaktır.Dilek geleceğin şöyle şöyle olmasını isteyişimizin kabulüdür; içimizin derinliklerine uzanıp kendimizi geleceği değiştirme özlemiyle meşgul etme kapasitesidir.May, dileğin gereksinimden, güçten veya iradi olmayan yönelimden önemli bir yönden farklılaştığını vurgulamaktadır.Ona göre dilekler anlamlarla doludur.İnsan kör bir şekilde bir şey dilemez.Dilemek seçicidir ve oldukça kişiseldir.Dilek isteme kavramının ilk adımıdır.Ancak dilemek ortaya çıktıktan sonra kişi çabanın tetiğini çekebilir ve istenci kullanma hareketini, bağlanma ve seçimi başlatabilir, ki bunlar hareketi ileri götürür.
İstencin klinik uygulamadaki yeri büyüktür.Bazı hastalar bozulmuş istençle ilgili problemlerle terapiye gelirler.Kuşkusuz, standart hastalık biliminde istenç için bir yer bulunmaması nedeniyle probleme bu isimle yaklaşılmaz.Bunun yerine kişi obsesif-zorlantılı veya kendi istencine karşı hareket etmeye zorlanmış olarak görülebiliyor.Bu durumda klinisyenin hedefi değişimdir; sorumlu hareketler dilekle başlar.İnsan ancak arzularına ulaşabiliyorsa   kendisi için harekete geçebilir.Dilek bir kez maddi hale geldikten sonra isteme süreci başlar ve sonunda harekete dönüştürülür.Burada aklımıza gelecek soru şu olmalıdır peki bu dönüştürme sürecine ne ad vereceğiz.Dilek ve hareket arasındaki süreç bağlılığı gerektirir; çabalamak için insanın kendisini vermesi gerekir.Buna göre en uygun terim, hem klinisyenler hem de sosyal bilimciler tarafından kullanılan “kavram” veya “seçim” gibi görünüyor.
Şimdi de karar ve seçimin kitapta nasıl ele alındığına göz atalım. Kişi dileği tam olarak yaşadıktan sonra karar veya seçimle karşı karşıya kalır.Karar, dilemek ve eyleme geçmek arasındaki köprüdür.Karar vermek, kendini bir eylemin akışına adamak demektir.Yalom eğer kararın ardından hiçbir eylem gelmiyorsa bunun gerçek bir karar olmadığını savunur; bunun kararla flört etmek olduğunu ve başarısız bir karar olduğunu söyler. Buna en güzel örneği de yine kendisi verir.Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’i yarıda kesilen karalar abidesidir sanki; karakter düşünür, planlar, bunu kesinleştirir, fakat karar veremez.Oyun şu konuşmayla sona erer.
      Vladimir: Gidelim mi?
       Estragon: Hadi gidelim.
       (Sahne Talimatı) Kimse kıpırdamaz.
Karar kavramı terapiye birçok şekilde girer. Bazı hastalar özellikle karar verme sancısı yaşadıkları için terapiye girerler.eğer terapi kısa , odaklanmış ve görev yönelimliyse terapist hastanın karar verebilmesini sağlayacaktır.Terapist, hastayla birlikte kararın avantaj ve dezavantajlarını gözden geçirecek ve hastanın her seçiminin bilinçli ve bilinçdışı anlamlarını ayırmasına yardımcı olacaktır.
Bazen hayatımızla ilgili karalar almak bize zor gelir ve bu durumdan kaçarız sorumluluk almaktan korkarız. İsterseniz şimdi de kitapta bu duruma nasıl yaklaşılmış onu inceleyelim.Yalom’un söylediği gibi kararlar birçok neden yüzünden zordur; bazıları belirgin, bazıları bilinçsiz ve bazıları da varoluşun en derin köklerine dayanmaktadır.Kararın zor oluşunun temelinde yatan şey seçeneklerin dışlanmasıdır; çünkü her evet için bir hayır vardır.Bir şeye karar vermek her zaman başka bir şeyden vazgeçmek anlamına gelir.Bir terapist kararsız hastasına şöyle söylemişti, “Kararlar çok pahalıdır, verdiğiniz kararın bedelini başka her şeyle ödersiniz.”Kitaptan da çıkardığımız sonuçlar da gösterir ki karar bir şekilde sorumlulukta almaktır.Sorumluluk iki uçlu bir kılıçtır der Yalom;eğer kişi hayat durumunun sorumluluğunu kabul eder ve bunu değiştirmek için bir karar verirse, buradan insanın geçmişindeki enkazdan da sorumlu olduğu ve çok uzun zaman önce değiştirebileceği anlamı çıkar.Yalom’un bu sözleriyle anlıyoruz ki varoluşçu teorinin bir çok alanında karşımıza çıkan suçluluktan kaçınma karar verme mekanizmamızla da büyük ölçüde bağlantılıdır.Belki de suçlulukla başa çıkmanın en iyi yolu belki de tek yolu telafidir.İnsan geriye doğru iradesini kullanamaz ancak geleceği değiştirerek geçmişi telafi edebilir.
Karar kaçınılmazdır ve her yerde karşımıza çıkar. Eğer kişi kararlarını her yerde bulunma özelliğini tamamen kabul ederse otantik tarzda varoluş durumuyla karşı karşıya gelir.Bence bu da insan hayatı için çok anlamlı bir gelişmedir.
Son olarak da değinmek istediğim içgörünün istenç  teorisnde ki yeridir. İlk olarak içgörüyü tanımlarsak istenç sürecindeki yerini daha kolay anlarız. En geniş klinik anlamında “içgörü” kendini keşfetmek ve içe bakmak demektir.İnsanları kendi iyilikleri için olduğu açık olan kararları vermekten alı koyan mekanizmalar vardır.Bunlardan birisi de içgörüdür.Eğer insan gerçekten ne istediğinin farkına varırsa (böyle bir içgörü kazanırsa) gerçekten istediği şeyi elde etmek için değişmesi gerektiğine ancak o zaman karar verebilir.Son olarak eklemek istediğim Varoluşçu Psikoterapi kitabıyla Yalom gösteriyor ki isteme kavramını anlamaya çalışırken onu sorumluluk, karar, dilek ve değişim gibi diğer kavramlardan ayıramayız.
Çünkü bu kavramların istemeyi anlamamıza büyük katkıları vardır.     
Esra AYDIN
ALINTI

"Varoluşçu Psikoterapi" Irvin Yalom

"Varoluşçu Psikoterapi" Irvin Yalom

Yazar hakkında;
Irvin D. Yalom (13 haziran1931) Rus kökenli Yahudi asıllı ABD'li Psikiyatrist, Varolışçu, psikoterapist, yazar ve eğitimci. Bir çok popüler esere imza atmış olan Yalom ünlü bir Psikoterapisttir. En popüler eseri Nietzche Ağladığında'dır. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri profesörlüğü yapmaktadır. Irwin D. Yalom, 1931 yılında Washington’da doğdu. Ailesi Polonya sınırına yakın bir Rus köyünden göç etmişti. Ailesinin ekonomik durumu pek iyi değildi ve dini bir eğitim dışında eğitim görmemişlerdi. Oturdukları ev babasının işlettiği bakkal dükkanının üstünde siyah ve fakir ailelerin yaşadığı bir semtteydi. Zor geçen çocukluk yıllarında Yalom en büyük tutkusunun okumak olduğunu söylüyor. Şehir kütüphanesinden haftada iki gün zorlu bir bisiklet yolculuğu yaparak stokladığı kitapları okumak bütün haftasını alıyordu. Özel bir kitap seçimi yoktu o sıralarda ve kütüphane raflarının A ile başlayan kısmından Z ile biten kısmına kadar sırayla bütün kitapları okumuştu. Okuma merakı onda hayatta yapılabilecek en önemli şeyin kitap yazmak olduğu inancını geliştirmişti. Tıp fakültesine girdiğinde aklında Tolstoy ve Dostoyevski’ye yakın olabileceği psikiyatri mesleği vardı. Psikiyatride aradığı şeyi sonunda buldu.Psikoterapi de hastaların hemen hepsi kendi öykülerinin yazarıydılar ve hastayla birlikte bu öyküde ilk bakışta göze çarpmayan kimi gizemli bölgeleri aydınlatarak öyküyü bütünlüğe kavuşturma işi Yalom’un heveslerine çok uygundu. İlk kitabı “grup terapisinin teori ve pratiği” oldu. Grup terapisi yapan terapistlere rehber niteliğindeki kitap çok tutuldu.Daha sonra yazdığı kitaplar psikiyatri profesyonellerine olduğu kadar meraklı okuyuculara da hitap ediyordu. "Aşkın Celladı” ve “Annem ve Hayatın anlamı” isimli terapi öyküleri, “Nietzsche Ağladığında”, “Divan” ve “Schopenhauer Tedavisi” isimli romanlar çok okunan kitaplar oldu.

Hayat, Ölüm ve Anksiyete
Hayatımızın şu veya bu evresinde ölüm fikri üzerine mutlaka düşünmüşüzdür. Kuşkusuz bu düşünceye sürekli olarak bir korku da eşlik etmiştir. Hayat ve ölüm birbirine kenetlidir. Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz, ama yine de yok olmanın ve korkunun varlığında yaşamamızın gerektiği gerçeği hayatın en apaçık gerçeklerindendir. Ölüm fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm fikri onu korur. Kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevk etmektedir (Martin Heidegger). Öüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır; bizi korku ya da kasvetli kötümserlik varoluşuna mahkum etmekten çok, bizi daha otantik hayat tarzlarına atmak için bir katalizör olarak hareket eder ve hayattan aldığımız zevki arttırır. Ölüm kişide, hayatın daha fazla farkında olma duygusuna ve hayatın yaşayan şeylerin farkındalığına ve çok geç olmadan ondan tat alma isteğini uyandırır. Yazar ölüm ilk anksiyete kaynağı ve bu sıfatla ilk psikopatoloji kaynağı  olduğunu savunmaktadır. En göze çarpan, en kolay korkuya neden olan nihai kaygı ölümdür. Ölüm bize varoluşun ertelenemeyeceğini hatırlatır. “Ölüm anksiyetesini,” “ölüm korkusu,” “çok büyük bir dehşet,” “sonluluk korkusu” olarak tanımlıyor. Yalom, ölüm korkusunu, zamanla bir anksiyeteye dönüşmesini, insan yaşamını engelleyen bir kaygı bozukluğuna değişmesini vurgulamaktadır. Kendi ölüm anksiyetesi deneyimini de çekinmeden okurla paylaşan Yalom, bu deneyimin alt edilmesinin ön koşulunu ölümle yüzleşmek olduğunu belirtiyor. Yalom, bir bakıma kendi ölüm korkusundan ve ölüm eşiğinden yola çıkarak bu fikirle yüzleşmeyi deniyor. Bunu yaparken de, klinik vakalardan, edebi metinlerden yararlanarak açıklayıcı bir dilde ele almıştır. Çoğu klinisyen, ölüm anksiyetisinin varlığını ve dönüşümünü tüm klinik psikopatoloji yelpazesinde tarif etmektedir. Sendrom geliştikçe hastalar dünyalarını kontrol etmek ve beklenmedik şeyleri ya da kazaları önlemeyle aşırı derecede ilgilenir hale gelmektedirler. Çoğu insan için ölüm anksiyetesinin açık ve kolayca tanımlanabilir ama stres yaratan bir durum olduğunu belirten Yalom, bununla birlikte ölüm korkusunun diğer insanlar için gizli ve örtülü olduğunu, başka semptomların ardına gizlendiğini ve yalnızca keşif, hatta kazı işlemiyle ortaya çıkarılabileceğini belirtiyor kitabında. Örneğin, (Martin Roth) depersonalizasyon sendromu gösteren hastaların yüzde 50’inden fazlasında ölüm yada ciddi hastalığın hızlandırıcı olay olduğunu belirlenmiştir. Ayrıca somatikleştirmenin büyük olasılıkla ölüm anksiyetesine tepki olarak ortaya çıkıldığı görüşler de belirtilmektedir. Bazı araştırma projeleri gerçekten dindar kişilerde daha az ölüm anksiyetesi olduğu göstermiştir. Irvin D. Yalom, Freud’un teorisindeki bir açığa veya eksikliğe vurgu yapıyor.
Freud’un, ölüme gerekli önemi vermediğini belirten Yalom, bastırılmış cinsellikten ziyade ölüm korkusunun ruhsal sorunların asıl belirleyeni olduğunu öne sürüyor. Freud “Ket vurmalar, Semptomlar ve Anksiyete” adlı çalışmasında nevrozların etiyolojisinde ölümün rolü üzerinde kısaca durmuş fakat önemsiz görerek bırakmıştır. Ölüm, Freud’un dinamik kuramında bir rol oynayamaz. Çünkü ona göre hiç yaşanmayan (ölüm) ve gerçekten hayal edilmeyen bir olay olduğundan bilinçdışında var olamaz ve bu yüzden davranışı etkileyemez. Freud bu görüşünde ısrar etti ve kuşaklar boyunca terapistlerde ölüm inkarı tutkusunu başlattı. En önemli ders kitapları bu eğilimi yansıtmakta ve sürdürmektedir. Fakat kısa süre içinde karşıt kuramlar da ortaya çıkmıştır. Freud’un en yaratıcı öğrencileri libido kuramına itiraz ettiler, onun görüşünü kabul etmek yerine ustasının gözünden düşmeyi tercih ettiler.

Çocuklarda Ölüm Kavramı
Davranış bilimcileri konuyu yakından incelemek istediklerinde hep çocukların ölümle olağanüstü bir şekilde ilgili olduklarını keşfederler. Çocukların ölümle ilgili kaygıları çok yaygındır ve yaşantı dünyalarında geniş kapsamlı bir etki  meydana getirmektedir. Yazar kendi deneyimlerinden de bahsederek çocuklardaki ölüm korkusunun farkındalığını anlatmaya çalışmıştır. Örneğin: Beş yaşındaki oğlumla bir gün sahilde yürürken birden yüzünü başına bana doğru kaldırıp, "iki büyükbabamda ben onlarla tanışmadan öldü." dedi. Bu ifade buz dağının yüzeydeki görüntüsü gibiydi. Bu konuyu uzun süredir düşündüğünden emindim. Bu tür konuları sıklıkla düşündüğünü sorduğumda garip bir şekilde bir yetişkin sesiyle, "her zaman düşünüyorum" diye cevap verince çok şaşırdım. Kitapta çocukları üç grupta değerlendirerek, 5-8 çocukluk dönemi, 9-12 ergenlik dönemi öncesi gizlilik dönemi, 13-16 ergenlik dönemi şeklindeki araştırmada, çocuğun her üç dönemde ölümle bir ilgisinin varlığı dikkatleri çekmektedir. Burada özellikle gizliliğin altında, ölümün farkında oluş da yatmaktadır. Çocuğun içinde bulunduğu kapalı dünya gerçeği, her zaman araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Çocuğu anlamak için soru-cevap yöntemi belli bir noktaya kadar yararlı olabilmektedir; ancak yeterli olmamaktadır. Çocuğun kelime kapasitesi, soyut düşünme becerisi anlamayı olumsuz etkilemektedir. Bundan dolayı, araştırmacılar, çocuğun ölüm hakkındaki bilgisini, çeşitli varsayımlardan hareket ederek açıklamaya çalışmışlardır. Çocukta ölüm oldukça mühim bir hadisedir. Ölümle karşı karşıya kalmanın daha önce hiç görülmemiş ve sıradışı bir davranışı ortaya koyduğuna hiç kuşku yoktur. Ölümle ilgili bir hayli altyapı elde eden çocuk, ölümün farkına vardığında, bu düşünce sistemi bir kargaşa içine girer.
Çocuklarda ölüm korkusunun altında, bir daha o sevdiklerini görememe endişesi bulunmaktadır. Ölen bir kişi veya yakını karşısında, "hepsi bitti" çocuğun sözcük dağarcığındaki ilk ifadelerden birisidir ve "hepsi bitti" çocukluk korkuları içinde yaygın bir temadır. Çocuğun ölüm kavramını gerçekçi bir şekilde algılayabilmesinde çevrenin ailenin yaklaşımın etkisi bulunmaktadır. Çocuk durumu kavradıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar. Fakat bu yaklaşımda doğru olmayan bilgiler yer almamalıdır. Büyükler, ebeveynler için yalancı mutluluğa vesile olacak bilgilerin çocuğa aktarılmasında zarar yoktur gibi değerlendirilse de, çocuklar konuya (ölüme, ölümle ilgili örneklere, anlatılanların doğru ve yanlışlığına) aldırmamazlık etmemektedirler. Çocuk ölüm karşısında bir şaşkınlık veya duyarlılık yaşarken, çevreden gelen şaşırtıcı mesajlarla şaşkınlığı daha da güçlenebilecektir. Bütün bu olup bitenleri çocuk bir bir değerlendirecektir. Hatta annesi ölen bir çocuk, kendisinin de ölmesi gerektiği işaretini alabilmektedir. Tabii bunlar yaşanırken ölüme karşı savunma mekanizmaları da sürekli bir çalışma içerisindedir. Çok küçük çocuk ölümü düşünür, ondan korkar, onu merak eder, bütün hayatı boyunca kendisiyle birlikte kalan ölümle ilgili algıları kaydeder ve ölüme karşı büyülü bir etkiye sahip savunmalar geliştirebilir. Çocuklar yavaş yavaş ölümün bir tabii bir olay olarak anlamaya başlarlar. Herkes için geçerli ve kişisel olmayan bir yasa. Ve hatta durumu anladıkça ölümün büyük bir kaygı konusu olmadığını anlamaya başlar.

Sonuç olarak “Ölüm, Hayat ve Anksiyete” ve “Çocuklarda Ölüm Kaygısı” bölümlerinde ölümün yetişkinlerde ve çocuklarda nasıl algılandığını, hayatlarına yaşantılarına nasıl yansıdığını kişisel deneyim, ve farklı kişilerin deneyim ve araştırmaları, ve klinik gözlemlerle  anlatmıştır. Ölümün farkındalığını yaşayan yetişkin kişilerin çoğunda hayat felsefesinin, görüşünün değiştiğini, ve bu değişimin daha otantik bir yaşam tarzına dönüştüğünü belirtmiştir. Ölümü farkında olan kişilerin ya da hayatlarında ölüm ile travma yaşayan kişilerde zamanla farklı somatik ve anksiyete belirtileriyle klinisyenlere başvurduğunu, fakat başta Freud olmak üzere bazı psikiyatristlerin ölüm anksiyetesini göz ardı etmelerini de eleştirerek belirtmiştir. ALINTI

Normalliğin Deliliği Arno Gruen

          
Normalliğin Deliliği
Arno Gruen

           
YAŞAM TARZI VE PROTESTO OLARAK DELİLİK

Nasıl oluyor da "normal" insan bu kadar çok yıkıcılığa neden oluyor? Gözümüzü ister insanlık tarihine çevirelim, ister bugün, burada çevremize şöyle bir göz atalım, tanık olacağımız yıkıcılık, canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı olan insana aittir.

İnsanın yıkıcılığı üzerine sayısız tez üretilmiştir. Sigmund Freud insanlardaki yıkıcılığın kökenini insanın doğasında var olan ölüm dürtüsüne mal ederken, bu görüşe karşı çıkan psikoanalizci Arno Gruen, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.

Normalliğin Deliliği'nde Gruen, çoğu zaman farkında olmadığımız, dostça davranışlar veya düzen sağlayan mantığın arkasındaki yıkıcılığın köklerini açıkça ortaya koyuyor. Yalın diliyle Gruen, gerçek dünyada insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanlar "deli" sayılırken, insani köklerinden kopmuş insanların "normal" kabul edilerek onaylanışını resmediyor. Kendi içine giden yoldan saptıkça artan iktidar hırsı ile bu gizli delilik, insanlığı her zamankinden daha çok tehdit ediyor, çünkü iktidara aç olan insanların elindeki yıkıcı potansiyel hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştır.


ÖNSÖZ

İnsanları öldürebiliyorlardı -ve bunu yaparken gayet normaldiler - bunu anlayamıyorum.

Toplama kampından kurtulmuş bir Polonyalı

İyi ve kötünün insanların birbirleriyle alışverişlerinde değil, sadece insanın kendi kendisiyle ilişkisinde ayırt edildiğini düşünüyorum.

Jakob Wassermann

Bu kitap, deneyim ve gözlemlerimin, diğer insanlara kendi gerçeklerine daha iyi tutunabilmelerinde yardımcı olmaları beklentisiyle yazıldı. Bu çalışma, sevgi adına ölüm ve yıkım yaratan normalliğin deliliğiyle yaşadığım mesleki ve kişisel deneyimler karşısındaki tepkimdir.

Çocuk, kendi benlik bilincini kaybetmeye başlarsa bu bir kendine ihanet eylemidir. Bu süreç, çocuğun anne babanın duygularını artık dolaysız olarak algılayamaması ve bunun yerine, onların kendilerini nasıl gördüklerine bağlı olarak kendini yönlendirmesiyle başlar. Anne babanın iktidar gereksinimlerine böyle bir “uzlaşma” çocuğun ruhsal yapısında bir yarılmaya yol açar. Bu, çocuğun iç dünyasını dış dünyayla etkileşiminden kopartır. Böylece edimler ve nedenler arasındaki bağ ve etkileşim kaybolur. Kendisine boyun eğdiren iktidarda pay sahibi olabilmek için çocukta, kendi eyleminin sorumluluğunu duymanın yerini tabi olma ve uzlaşma alır. Kişi, kendi içiyle olan ilgisini yitirdiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye yaslanabilir. Böyle bir görüntüyü ayakta tutma ihtiyacı; belki de baskısı, kişinin kendi algılayışı, kendi duygusu ve duygudaşlığı olabilecek her şeyi hükmü altına alır. Kendi içinde köklenememesi, yıkıcı ve kötücül davranışlara yol açar. Bu kitapta söz konusu edilen budur.

İnsandaki yıkıcılıkla ilk ilgilenen ben değilim. Görülen o ki, bütün canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı insan: Finlandiyalı psikanalist Martti Siirala’nın söylediği gibi bir kendinde amaç olarak yıkıcılık.3 Sigmund Freud veya Erich Fromm, insandaki yıkıcı yanı öncel olarak mevcut bir ölüm dürtüsüne ya da anal veya ödipal dönemdeki yanlış gelişmelerden kaynaklanan nekrofil eğilimlere4 bağlarken ben, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendi kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını gösteren pek çok belirti bulduğuma inanıyorum. Ama bu bir “üst” alınyazısı olmadığından, aksine birey kendi tabi oluşunda ama az ama çok bilinçle etkin olduğundan yaşam boyu süren bir kendilik nefreti oluşur. Böylesi bir gelişmenin dehşet verici yanı, kendi canlılığını hissetmenin ancak yıkım yoluyla mümkün olmasıdır.

İlk bölümde sorumluluk sorunsalı üzerinde duruyorum ve bunu alışılmış biçimiyle ölçütü kabul edilenle karşı karşıya getiriyorum: görev ve itaat. Buradan yola çıkarak resmi psikoloji ve psikiyatri anlayışından sapan bir delilik tanımlamasına geliyorum. Resmi bakış açısı kendi haklılığı içinde, insan davranışını sadece gerçekle ilintisinin derecesine göre yargılamakla sınırlıdır. Ancak böylelikle, içselleşmiş yöntemi gizlemek olan, kavranması zor ve daha tehlikeli bir patolojiye yaklaşım engellenir: kendi kendini alt eden ve ruhsal sağlıklılık maskesi ardına gizlenen delilik. Yanıltma ve hilenin gerçeğe uygun olduğu bir dünyada bu hiç de zor değildir.

Gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur. Bizim iktidara yetkin gördüklerimiz ve yaşamımız ve geleceğimiz adına karar vermelerine izin verdiklerimiz de onlardır. Onların gerçekle buluşma biçimlerinin doğru olduğuna ve bununla başa çıkabileceklerine inanırız. Ancak bir insanın “gerçekle ilişkisi” ruhsal hastalığını ya da sağlıklığını saptamak için tek ölçüt değildir, aksine çaresizlik gibi insani duyguların, empati gibi insani algılamaların ve coşku gibi yaşama insani katılışların ne ölçüde mümkün olduğunu veya ayıklanmış olduğunu sormak gerekir.

İkinci bölümün konusu kendilik nefreti ve kökeni: tabi oluşta kendi payını görmezden gelmeye dayanan temel yalan. İnsan, kendi iktidar konumunu tehlikeye sokabileceği için kendi benini reddettiğinde yaşamı intikam duyguları belirlemeye başlar. Kişi, başkalarına acı verdiği için sevilme beklentisinde ısrar eder; hatta çoğunlukla bunu bir iyilikmiş gibi gösterir. (Önceleri de anne babamızı acı verdikleri için sevmemiz beklenmez miydi, çünkü bütün istedikleri çocuklarının iyiliğiydi.) Bölünmüş bir kendilik, kendi tabi oluşu ve işbirlikçiliğiyle yüzleşemez, bu yüzden anne babanın taleplerinin sevgiden kaynaklandığı iddiası onaylanır ve savunulur. Diğer insanlar üzerindeki iktidar, böylesi bir anne baba “sevgisi” ve “koruyuculuğu” adına kurulur.

Bu ilintiyi örneklemek için III. Reich’a bakıyorum, Naziler Alman oldukları için değil; Alman faşizmi, insanlar kendi iç yaşantılarından kopartıldıklarında her yerde ortaya çıkan süreçleri özellikle net bir biçimde gösterdiği için. III. Reich’ın sona ermesi, önkoşullarını kesinlikle ortadan kaldırmadı. Desteklenen hâlâ insani öz değil, dışa yansıtılan görüntü; onay bulan içsel özerklik değil, uzlaşma. Bu önkoşullar bugün “hümanizm” ve “insan sevgisi” yanılsamasını her zamankinden daha çok besliyor. Korkulası olan, gülümseyen bir ifadenin ardına daha sık gizlenir ve görünüşte saygılı bir tutumun dostça ifadesi gibi kendini gösterir oldu. Bu nedenle zamanımızın asıl hastalığını teşhis etmek daha da zorlaştı.

Üçüncü bölümde, empati yetilerini bastıran bir insanın kaçınılmaz olarak kapıldığı ölüm saplantısı üzerinde duruyorum. İnsani gelişimin tamamen farklı iki yönde gerçekleşebileceğinden yola çıkıyorum; bunlardan biri dış dünyaya bağlı bir iç yaşantı oluşturma yolu, diğeri ise kendi beninden ödün veren bir dışa yöneliş yolu. Dışa yönelen bir gelişim sadece boyun eğişi ve uzlaşma sağlamayı tanır ve artık acı hissetmez, bunun “doğal” ürünü yıkıcı davranıştır. İçe ve dışa doğru gelişimler arasındaki yol ayrımı sadece kişisel özyapılanmanın iki farklı yolunu açıklamakla kalmaz, aynı zamanda birbirinden tamamen farklı iki ayrı gerçeği kurar: iktidarın gerçeği ve sevginin gerçeği.

Dördüncü bölümün konusu aslında duygu olmayan duygular. Bu da bizi, fark edebildiğimizden daha sık olarak kendi kimliğine değil, ondan vazgeçmeye götüren özdeşleşme sorunsalının alanına sokuyor.

Beşinci bölümde aynı soruyu, isyan ve uzlaşmacılığın ayırt edici özellikleri ve şiddetle ilişkisi açısından geliştirmeye devam ediyorum. uzlaşmacılığa doğru gelişimle isyana doğru gelişim arasında pek çok örtüşme olduğunu ve bunların “kötü” anne ilişkisine bağlandığını öne sürüyorum. Uzlaşmacı, kötü anneyi “iyi” anne olarak savunurken isyankâr, tutumunu aslında kötü annenin etkisi belirlese de iyi anneden yanadır.

Altıncı bölümde bu durumun, bu dünyanın güçlü erkeklerinin iktidar uygulamaları üzerinde nasıl etkili olduğu gösterilmektedir. Diğerlerinin yanı sıra ABD başkanları Kennedy, Nixon ve Reagan’ı ve uyguladıkları dış politikayı inceliyorum.

Yedinci bölümde, benim için şizofrenin abartılı bir karşıtını oluşturan ve en belirgin özelliği, görünüşteki normalliğin ardına gizlenen deliliğin en üst düzeyi olan psikopat tipini daha yakından tanımlamaya çalışıyorum. Bazı okurlar için şaşırtıcı olabilir, ama bu tipi dünya edebiyatından bir karakter; İbsen’in Peer Gynt’i oldukça verimli bir biçimde temsil etmektedir.

Son olarak sekizinci bölümde deliliğin iki karşıt çizgisini ele alıyorum: Yaşam biçimi olarak delilik ve sosyal yaşamın ve insanlar arası ilişkilerin katlanılmaz olarak algılanan biçimlerine bir karşı çıkış olarak delilik. Deliliğin birinci türü bizim kültürümüzde “gerçekçilik” olarak kabul edilir, hastalık olarak kabul edilen sadece ikincisidir.

Burada ele aldığım soruların bazılarına “Kendine İhanet” adlı kitabımda daha önce de değinmiştim. Aynı konuları bu kitapta yinelemek amacıyla değil, derinleştirmek amacıyla ele alıyorum.

Sık sık edebiyata başvurmam dikkat çekebilir. Edebiyat ve şiirin insan gerçeğine psikoloji alanındaki araştırmalardan daha yakın olduğuna inanıyorum. Psikoloji biliminin, “gerçeklik” mitine; buradan üreyen iktidar yapılanmaları mitine yönelimi çok baskın.

Ancak sanatçı, insani gereksinimlerle ve güdülerle ilişkisini koruyandır. Bir yazar, yaratıcı gücünü “egemen görüş”ün aldatmacalarına karşı mücadele etme amacıyla kullanmak istediği için yazmaz. İnsanlık deneyiminin bütünlüğünün farkında olan bir dilden konuşur.

Bilim, Michael Polanyi’nin çok yerinde bir tanımlamasıyla, “bizi anlamsızlığa yöneltmek için insani bakış açısını dünyaya dair bilgimizden uzaklaştırmaya çalışıyor”6 Bu nedenle yazarın tanıklığı benim için, insani deneyimin hem bütünlüğü, hem de yarılmışlığı adına bu kitaptaki tezler açısından çok önemli. Yazarın tanıklığı, sağlıklılık maskesi ardına gizlenen ve günümüzde insanlığı giderek daha fazla yıkıma sürükleyen deliliğin gözle görülür örneklerini sunuyor. Bağlantılara dair görüşümü elle tutulur hale getirmek ve ampirik olarak desteklemek amacıyla zaman zaman insan davranışının uç noktaları olarak görülebilecek örneklere başvuruyorum. İnsani davranışın çeşitliliğini bir süreklilik olarak görmeyen bazılarına bu örnekler yeterince aydınlatıcı gelmeyebilir. Ancak böylesi bir dışlama, hepimizi birbirimize bağlayan bağların yaygınlaşmış reddini yansıtır. Bu sadece yoldan saptırmaya yarayacak sözde mantıklı bir manevradır. İnsan varoluşunu kategorilere ve çerçevelere bölen mantık, yalnızca bütünlüğümüzden kuşkuyu güçlendirmeye ve bizi güvensizleştirmeye yarar. Fakat bütünlüğümüzün temelinde duygularımızın ve yüreğimizin söyledikleri vardır.

Yüreğin dili, insanın hem vermek hem almak istediği sevgi ve sıcaklığa duyulan derin gereksinmeden seslenir. Ama uygarlığımız bizi korkaklaştırdı ve kendimizi yaralanabilir hissettiğimizde utanca boğdu. “Gerçeklik”in dili, insanı ihtiyaçlarının “yük”ünden kurtarmayı vaat ederek bizi artık kendi algılayışlarımıza güvenemeyecek hale getiriyor. Bu nedenle tek kurtuluşumuz yüreğin dilidir. Yarılmayı, sözde bir “gerçeklik”in mantığına bağlanarak değil, aksine kendi duygudaşlık yetimizde, acıyı ve sevinci yaşama yetimizde ısrar ederek aşmak gerekir. Bu kitabı yazmamın bir nedeni de bu.

Bu kitaba katkıda bulunan üç dosta destekleyici fikirleri ve zenginleştirici varlıkları için teşekkür etmek istiyorum. İkisi olağandışı birer psikiyatr ve psikanalist olan Walther H. Lechler ve Martti Siirala. Üçüncüsü teolog ve filozof Aarne Siirala. Bu dostların düşüncelerinin ve yaşamlarının bütünlüğüne çok şey borçluyum. Aynı şekilde, derin insanlığıyla bize şizofrenle buluşmanın yolunu açan ve beni yüce gönüllülüğüyle kişisel olarak destekleyen Gaetano Benedetti’ye teşekkür ediyorum. Hans Krieger, kişisel desteğiyle düşünce süreçlerinin daha açık ve özenli ifade edilmesinde çok yardımcı oldu. Coşkusu ve anlayışıyla, isteklerimin daha iyi aktarılmasına katkıda bulunan yayıncım Ulrike Buergel–Goodwin’e de teşekkür ediyorum.

Arno Gruen

Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi

İnsanın kendi benliği için sorumluluk alması çelişik bir süreçtir. Zamansal dizilişin basit kavramlarıyla düşünen biri buradaki etki mekanizmasını hiçbir zaman anlayamaz. Dıştan gelen etkiler olmaksızın gelişim asla olası değildir. Hepimizin ailesi, içimizde etkili olmayı sürdüren bir annesi veya babası var. Ancak insan ruhunun içlerinde oluşan zıtlıklar kendi dinamiklerini geliştirir. Böylece, görünüşte dış olayların neden olduğu, ama aslında bunlarla hiç ilgisi olmayan veya çok az ilgili olan davranışlar ortaya çıkar.

Çünkü büyümek isteyen küçük kendiliği etkileyen sadece çevre değildir. Çocuğun bu iz bırakıcı etkiler karşısındaki tepkisi de çevreye geri döner. Yani sürekli bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Anne ve baba çocuğa kendi iradelerini dayatabilirler, ancak eğitici etkilerinin biçimi ve yoğunluğunu çocuğun tepkileri de belirler.

Anne baba ve çocuk arasındaki bu karşılıklı oyunun karmaşıklığı; bir yandan özerklik alternatifinin temeli, oluşan kendilik ve çevresi arasındaki etkileşimde atılırken, diğer yandan bunun çocuğun kendi sorumluluğunu ne ölçüde üstlenebileceğinde belirleyici olmasından kaynaklanır. Çocuğun sosyal alan içinde gelecekteki ilişkilerinin tümü buna bağlıdır. Esas olarak sorumluluk iki yönde gelişebilir: Oluşmakta olan kendilik, ya özgür ve açık olarak kendi sorumluluğu içinde şekillenir ya da kendisini edilgence diğerlerinin şekillendirici etkisine bırakır. Böylece gerçek sorumluluğun yükümlülüklerinden kaçmış olur.

Bu süreçte, sorumluluktan kaçış bilinçten atılır. Bunun böyle olması gerekmektedir, çünkü yabancı bir iradeye tabi olarak özerklikten vazgeçmek, asli bir iktidar oyununu devreye sokar : “Benim sorumluluğumu üstlenmen için senin istediğin gibi olacağım. Şu andan itibaren, sana tabi oluşum, sorumluluğumu üstlenmen için senin üzerinde uygulayacağım iktidar olacaktır.” Kendini–bağımlı–kılmak, böylece tabi oluşun öcü haline gelir. Bu durum pek çok şey içerir. İlk olarak çocuk, anne babanın değer yargılarını devralır. Yani içselleştirme dediğimiz durum7, tabi oluş yoluyla gerçekleşen işbirliği sürecidir. İkinci olarak bu, çocuğun kendi içindeki her şeyden nefret etmeye başlaması anlamına gelir, ki bu da anne babanın beklentileriyle çelişebilir. Üçüncü olarak bu kendilik nefreti, giderek derinleşen bir tabi oluş eğilimi gelişmesine neden olur. Böylece bir kısırdöngü oluşur: Tabi oluş ve kendini küçük görme, karşılıklı etkileşime girer. Ancak özellikle kendini küçük görme, katlanılmaz bir durum olduğundan hissedilmemelidir. Bu yüzden bütün bu süreç bilinçdışında kalmalıdır; bu süreç bastırılır ve reddedilir, böylece kişi iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalar.

Kendisini bir başkasına teslim eden kişinin sürekli şikâyeti de bu sürece bağlı olarak şudur: “Benim için yeterince şey yapmadın.” Bu, iktidar ve tabi oluş üzerine kurulu her sözleşmenin temelinde bulunan karşı güç olma hayalinin bir ifadesidir. Bu iktidar oyunu, gizli tutulanın içinde serbestçe etkisini gösterir ve memedeki çocukta konuşma öncesi duyguların akışı içinde başlar. Karşı güç oluşturma niyetini saklamak için bu iktidar oyunu gizli tutulmak zorundadır. Karşı güç oluşturma yanılsaması, kendini tabi kılan için bunu kendi isteğiyle yaptığının gizlenmesine yarar. Bu çifte bir yenilgi getirir: Tabi oluş devam eder ve intikam duyguları kendine zarar vermeye dönüşür. Sürekli olarak kendilik nefretinden beslenen intikam ihtiyacı, kişinin ruh durumunu belirleyen, bilinmeyen ve itiraf edilmeyen bir kaynak ve yönlendirici haline gelir.

Eğer kişinin gelişimini kendi tabi oluşunda işbirliği belirliyorsa ortaya çıkan tablo budur. Kişi kendisini tabi kıldığının farkında değilse yarılmış ben, yaşamın sonraki yıllarında da bütünlenemez. Bunun doğurduğu kendilik nefreti, ruhsal dengesizliği ödünleme girişimi olarak gelecekteki tüm edimleri besleyecektir. Aslında kendilik nefreti duyguları içinde bir yaşam mümkün değildir. Ancak kişi, tabi olmaya o denli hazır olan kendi benliğine karşı durabilirse –acı çekme pahasına da olsa– kendilik nefreti azaltabilir. Fakat bu karşılaşma, nefreti yaratan tabi oluşu kabul etme anlamına gelir.

Oysa bir çocuk bunu göremez ve kendi benliği içinde kabul görmemenin, onaylanmamanın yarattığı acıya katlanamadığını itiraf edemez. Bir başkasının sevgisiyle kendini onaylanmış hissetmek insani gelişimin temel koşuludur. Friedrich Hebbel, bunu bir şiirle ifade etmiştir.

Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki, Orada oluştuğumu görüyorum.

Kabul görmemekten duyulan acı büyük bir ihtimalle bazı çocuklar için ani çocuk ölümü8 olarak adlandırılan durumun nedeni oluyor. Çocuk, kendisini ezen iktidardan pay alabilmek için çoğunlukla kendisini tabi kılar. Görülen o ki, otistik çocuklar bu acıyla başka türlü başa çıkıyorlar, acıyı yadsımaya yanaşmıyorlar.

Bu ağır bir ikilem: İnsan, ona karşı bir şey yapmadan kendilik nefreti duyguları içinde yaşayamaz. Kendilik nefretiyle yüzleşirse de kendi kendisine ihanet edişinin acısıyla karşı karşıya gelecektir. Bu durumda kendilik nefreti yadsınır. İnsanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek iktidarla işbirliği yapma eğilimi arasındaki çelişki, bu nedenle insan ruhundaki en temel ve belki de ilk yarılmadır. Bu yalnızca bir bastırma değil, aksine kökten bir bölünmedir; kendinden vazgeçmiş olmayı bilmek ve bundan doğan kendilik nefreti arasında bölünme. Bu bütün bir yaşamın esası haline gelir. Bu yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji tarafından desteklenir: İtaat etmek iyi olmak demektir, iyi olmak da sorumluluk sahibi olmak demektir. Buna karşın özgür olmak itaatsizliktir, itaatsiz olan hoşnutsuzluk yaratır ve güçlülerin himayesini, dolayısıyla iktidarlarından pay alma şansını riske atar.

Bu noktada insan oluşun sosyolojik görünümü üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor. Örneğin suç, yoksulluğun bir sonucu olarak değerlendirilir. Ancak bu görüş çoğunluğun niçin suç işlemediğini açıklamaz. Bununla birlikte yoksullukla suç arasında hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. İnsan bazı şeyleri ayırmaktan kaçınamaz. Eğer aç biri çalıyorsa bunun nedeni açgözlülük değildir ve eğer bunu yaparken istemeden birini öldürüyorsa bu kasti bir cinayet değildir. Diğer yandan varsıllar ve güçlüler, toplumun savaşları çıkartan, diğer insanların yaşam temellerini yıkıma uğratan, doğayı ve insanı zehirleyen kesimidir. Ancak hapishanelere atılan onlar değildir. Suç istatistiklerine geçenlerin varsıllardan çok yoksulların olmasının nedeni, bu tür istatistiklerin varsılların ve güçlülerin denetiminde olması ve yıkıcılığın bütün biçimlerini hesaba katmamasıdır.

Uygarlık ve onun itaat talep eden normları kendilik nefretinin oluşumunda belirleyici etkenlerdir. Hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun nedeni budur. İktidar kültünü ayakta tutan ideolojiler adına gerçek görmezlikten gelindiği sürece toplumun ekonomik ve politik çizgisi ne olursa olsun insanın mutsuzluğu yaşamımızın sürekli özelliği haline gelecektir.

Bunun en açık belirtisi, ister kapitalist, ister komünist bir ülkede yaşıyor olsunlar pek çok insanda gözlenen intikamcı ve suçlayıcı tutumdur. Çünkü intikam ve suçlama –özgürlük değil– onların yaşam amacı haline gelmiştir ve böylece bağımlılıklarına giderek daha fazla saplanırlar ve iktidarın tüm sorunlara çare olduğunu sanma deliliğine kapılırlar. Bunun sonucu olarak pek çok insan, sağlam bir duruşları olduğu ve yaşamlarını kendilerinin belirlediği yalanına sarılır. Bütün iktidar oyunlarının, art niyetliliğin ve kendini kandırmanın belirlemesinin temelinde de bu vardır. Bir anne, az önce altını değiştirdiği için ellerini bir daha kirletmesine gerek olmadığını düşündüğünden çocuğunun çağrısına cevap vermeyebilir. Bebeğinin çaresizliğini hissetmek yerine, kendi kendisine acımaktadır o an.

Ruhsal değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlamasıyla mümkün olabilir. Her psikoterapi veya psikanalizde çocukluk dönemi yaşantılarının ve etkilerinin iç içe geçmiş zaman dizimini çözmek gerçek değişimleri sağlamaya yetmez. Hasta ancak, bir zamanlar iktidara boyun eğme kararını kendisinin verdiği konusunda sorumluluğu üstlenirse değişme sürecine girebilir. Çünkü özerk güçlerini sakatlayan ve ruhsal deformasyonuna neden olan bu boyun eğiştir.

Yapıtlarını ne kadar önemli ve kapsamlı bulsam da Alice Miller’in bakış açısını bu noktada eleştiriyorum. Miller, belirleyici olan etkiler karşısında anlayış göstermenin iyileşme için yeterli olacağını öne sürer. Aslında bu sadece, hastanın kendisini değiştirmek zorunda kalmaksızın terapide gördüğü anlayışın aynasında büyük bir iştahla keyif çatmasına yol açar. Ayrıca, terapist de kendisini iyi anne konumunda hissettiği için hastayı kendisine bağımlı hale getirdiğini görmezden gelir. Yani böylece güçlü ve bağımlı arasındaki, “iyi anne” ve onun sayesinde büyümek zorunda kalmayan müteşekkir çocuğu arasındaki, sonsuz oyun tekrarlanmayı sürdürür. Terapistin böylece içselleştirilmesi – ki bu asıl aranan kendi kimliğine ulaşmanın zıddıdır– yanlış bir biçimde değerlendirilerek yetişkinleşmek olarak adlandırılır.

Sakatlanmanın bir diğer biçimi de özerkliğini koruyabilmek için sadece görünüşte boyun eğmektir. Bu, en azından özerklik yeteneğini korumak için çelişik bir olasılıktır.

Gerçek özerkleşme için ve dolayısıyla değişim cesareti göstermek için tek bir yol vardır: Kendi kendine ihanetten duyulacak acıyı göze almak. Daha önce de değinildiği gibi, insanın kendi hikâyesini anlaması yeterli değildir, ama aynı şekilde bireyin gelişimi üzerinde etkili olan toplumsal şiddeti “anlamak” da yeterli değildir. Sadece bununla bir insanın nasıl katil olduğunu açıklayamayız. Kişi tabi oluşuyla yüzleşmelidir; bir insanın kendisinden nefret etmesine ve sonra kendisine ne yaptığını hatırlattığı için çevresindeki tüm yaşamdan nefret etmesine neden olan, bu tabi oluştur. Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik – bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir. Elbette kötülük ve insaniyetsizlik, tabi oluşu ve bağımlılığı gizleyen ve boyun eğişi “sorumlu” davranışla aynı gören toplumsal yapıların ve kurumların desteği olmadan mümkün değildir. Ancak Hitler gibi bir kişiliğin, “normal” veya “ruh hastası” olma cinsinden sıradan bir kavram ikilisiyle anlaşılabilir olduğunu düşündüğümüz sürece onun gibi birinin iktidara gelmesinin o dönemde ne anlam taşımış olduğunu ve bugün bizim için hâlâ ne anlam taşıdığını kavrayacak durumda değiliz demektir.

Şu noktaya kadar söylenenlerin ışığında, ruh hastalığı için niçin daha genişletilmiş bir kavramı gerekli gördüğümün anlaşıldığını sanıyorum. Ancak böyle bir kavram genişletmesi, insanı ve yaşayabileceği ruhsal karmaşaları daha kapsamlı bir biçimde anlamayı gerektirir. Psikiyatri ve psikolojinin ruh hastalığı olarak kabul ettiği durum, ruh hastalarında artan bir gerçeklik yitiminin söz konusu olduğuna inanan görüşe bağlanmaktadır. Gerçeklikle ilişkinin daha az ya da daha çok oluşu: tüm insani davranışlar buna göre sınıflandırılmaktadır. “Gerçeklik” burada yalnızca dış gerçeklik olarak anlaşılmaktadır.

Aslında gerçekle ilişki –dış gerçeğe bağlılığın derecesi veya hiç olmayışı– insanları içinde düzenleyebileceğimiz ve hastalıklı davranıştan nevroza ve normalliğe kadar uzanan bir sınıflandırmaya sokabileceğimiz bir temel örgüdür. Ancak böyle bir şema, gerçeklik yitimiyle tanımlanandan çok daha tehlikeli başka tür bir hastalık daha olduğunu gizler.

Hastalığın bu başka türünü görebilmek, bakış açısını değiştirmeyi ve alışılmış kategorilerden uzaklaşmayı gerektirir. O zaman, genel olarak sağlıklılık kriteri olarak kabul edilen “gerçeğe” uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken başka bir patolojinin gizlendiği görülür: “normal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi.

Bu patoloji daha yakından incelendiğinde hedefi delilik üretmek değil, deliliği “hileyle bertaraf etmek” olan bir hastalığın söz konusu olduğu görülür. Bir hastalığın “hedefi” ile kastettiğim, örneğin birisinin dikkati kendi acısına çekmek için çabalarken tuhaf davranışlara başvurmasında kendini gösterir. Bunlar çoğunlukla öylesine örtük yardım çağrılarıdır ki hem yardıma çağrılanı hem de yardım isteyeni gerçekten çaresiz bırakır.11 Deliliği hileyle bertaraf eden normalliğin patolojisinin belirleyici özelliğiyse bundan farklı olarak acıdan kaçmaktır. Üstelik bu yoğunlaştırılmış bir biçimde yapılır. Söz konusu olan sadece ruhsal acıdan kaçış değildir, bu tür bir kişilik yapısının kendisini sürekli olarak tehdidi altında hissettiği dağılmanın karşısında duyulan korku söz konusudur aynı zamanda.

Araştırılması algılamalarımızın bloke edilmesiyle engellendiği için bu süreci gözle görülür hale getirmek kolay değildir. Acıya katlanamadığımız için belli algılar karşısında duyarsız oluşumuz gibi. Örneğin iç huzursuzluğunu fark etmekte zorlanırız, çünkü bunu göz ardı edebilmek için dikkatimizi dış gerçeğe vermeyi öğrenmişizdir. Tam da bu nedenle yukarıda açıkladıklarımı genelde görme yeteneğinden yoksunuz. Dolayısıyla benim projem de zor bir proje: Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız tarafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korkunun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta mı yoksa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.

Asıl hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da insanlık tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklılık”: Öylesine “sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak.12 Kendimize ve başkalarına karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizdeki çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmişimizden kaçıyoruz.

Eğer yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz. Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamımıza işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarıdan içimize işleyen her şey karşısındaki duyarlılığımızı şekillendirdiği için yaratıcı varlığımıza enerji sağlayan bu duygusal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin yadsındığı ölçüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi içyaşamından kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış demektir.

Eğer acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldüğünden; hatta kadınsı kabul edilen duygusal gevşemenin erkeğe yakışmayan bir ifadesi olarak görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sayıldığından yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri tarafından yalıtılır. İç dünya böylece bilinçdışında giderek daha derinlere gömülür. Ama görülemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın motoru olarak kalır.

Yani temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.

Karşıt tip değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefretiyle doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde katılım sonucu oluşur.

Nefreti sürekli besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı değil, aynı zamanda iç dünyayla dış dünya arasında bağlantı olmayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.

İçerinin kapatılması, yani dış dünyanın onaylayıcı temasından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine dönüştüğünden iç dünya korku verir.

Kendilik yapılanması olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşıyan yitirilmiş şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar bozulmuş, hatta yalanlanmıştır.

Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu klinik deneyimlerden biliyoruz.

Bütünlenme eksikliği, olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenbloom, bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır.13 Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içyaşamdır. Bu, “insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir gelişme olmasının da nedenidir.

Yukarıda tanımlanan yarılma süreçleri şizofrenlerde gözlenenden çok farklıdır. Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır. Kendi duygu dünyasıyla ve kendi iç dünyasının sunduğu özerklik olanaklarıyla bağlantıda kalabilmek için dış dünyayı kopartıp atar.

Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır. Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın tamamen bu tipe göre şekillendirilmiş olması vardır ve böylelikle görünürde sürekli onaylanır. Bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir. Ama bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçiliğe ve güce dair kendi fantezilerimizi temsil etmeleridir.

Bu nedenle bu kitabın konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın” sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız kılar.

Kendisini normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı daha farklı biçimde ifade etmeliyiz. Şizofreni – “tanınabilir” delilik– tamamen başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuçları çok daha zengin bir delilikle, yani normallik olarak görünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eğitimin baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle temasımızı yitirdiğimiz için hepimiz normalliğin dış görünümüne kapılıyoruz.

Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağlarını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimlerimizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir. Dikkatimizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığımızdan göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.

Deneyimlerimizin gerçek anlamda bütünlenmesi çelişkileri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük, ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul ederiz! Bir şizofrenin, ahlaki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı, ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sevgi olarak gösterilen nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve düşüncesi yarılmıştır.

Şizofrendeki yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünyasıyla temasını koruma çabasıdır. Onun “deliliği”, aslında bütünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe” karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun karşısında herhangi bir duygu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya sevecenlik belirten bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış olduğu tanısı konur.

Şizofrenin bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası olmasıdır. Şizofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü koruma çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar. Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimizin içinde yaşamaması olur.

Ama buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir –başlangıçta gerçeğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir– daha çok tam da gerçeğe fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlenme aldatmacasına katılmak ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalmamak için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihtiyacıyla hareket ederken, “normal” olanın ihtiyacı yarılmadır.

Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini kaldıramadıkları için “normal” davranışın görüntüsü arkasına saklanan insanların bir süre sonra gerçek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne olduğuna dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri gerçekleşmez. Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek duygularını terk ederler. Varsaydıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar “sağlıklı”ysa bu manevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar. Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışlarında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için bu bir manevradır. Benim aramızdaki gerçek deliler olarak göstereceğim insanlar böyleleridir.

Bu insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizofren, kendisi için çelişkili ve acı verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan odaksal duygu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç karmaşalarına ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar peşinde koşmaktır. Boşluğun kendi iç boşlukları olduğunu kabul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde boşluk ve yıkım yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini saklayarak korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alışveriş içinde yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren, bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan korumak için artık sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç durumlarına dair bilgiden kaçmak isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi kendileriyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.

Şizofrenler, keşfedilmekten korunmak için kendilerini azaltırken diğerleri bunun tersi bir yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltılmış gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil ettiği düşüncesinde direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, varlığımızı öncel olarak belirleyen düşünceleri gönüllü olarak izler ve gerçek varoluşla bizi sarmalayan dış dünya arasındaki etkileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin dış gerçeklikle bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını yansıtır.

Bu durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla sevinç ve acının yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi ve yıkıcılaşması gerçekleşir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında sadece hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde, düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya değmez yaşamları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” kuramlar bunun uç bir örneğidir.

Bu ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında yaptığımız, duygularımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirlerinin yerine geçirmek oluyor.

Eğer öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmaya, yani duygularımızın kökeninden uzaklaşmaya eğilim gösteriyorsak bu süreci artık görecek durumda olmamanın zorluğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğümüz gibi görme çabasına gireriz. Dış görünüm ve gerçek varoluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine denk düşmezler.



İçindekiler

Önsöz
1. Gerçeklik adına gerçekliğin reddi
2. İnsandaki yıkıcılığın kaynağı olarak kendilik nefreti
Görev bilinci üzerine
Kimlik, kendilik nefreti ve suç eğilimi
3. Gizli ölüm kültür
4. Duygu olmayan duygular
Beklenmedik suçlu
Vicdanı rahat katiller
Nesnelleştirilmiş şiddet
Yalanı korumak adına uygulanan şiddet
5. Uzlaşma, isyan ve şiddet
Erkek miti ve kadına özgü kendilik değeri
İyi ve kötü anne
Uzlaşmacıların göz bağlama hilesi
Sağcı bir teröristin içgörünümü
Savaş ve isyan
İsyankâr ve uzlaşmacı
“İdeolojiden bağımsız” şiddet
Sadizm ve isyan
6. İç boşluğun ifadesi olarak güçlü erkeklerin güç politikası
7. Psikopat ve Peer Gynt
8. Yaşam biçimi olarak delilik, karşı çıkış olarak delilik
Dipnotlar
Kaynakça



NOTLAR:
Normalliğin Deliliği- Arno Gruen

“İnsanın yıkıcılığı üzerine sayısız tez üretilmiştir. Sigmund Freud insanlardaki yıkıcılığın kökenini insanın doğasında var olan ölüm dürtüsüne mal ederken, bu görüşe karşı çıkan psikoanalizci Arno Gruen, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.” (Arka kapak)

Normalliğin Deliliği'nde Gruen, gerçek dünyada insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanlar "Deli" sayılırken, insani köklerinden kopmuş insanların "Normal" kabul edilerek onaylanışını resmediyor. Kendi içine giden yoldan saptıkca artan iktidar hırsı ile bu gizli delilik, insanlığı herzamankinden daha çok tehdit ediyor, çünkü bu iktidara aç olan insanların elindeki yıkıcı potansiyel hiçbir zaman bukadar büyük olmamıştır.

“…kişi kendi içiyle olan ilgisini yitirdiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye rastlanabilir. Böyle bir görüntüyü ayakta tutma ihtiyacı; belki de baskısı, kişinin kendi algılayışı, kendi duygusu ve duygudaşlığı olabilecek her şeyi hükmü altına alır. Kendi içinde köklenememesi, yıkıcı ve kötücül davranışlara yol açar. Bu kitapta söz konusu edilen budur.” ( önsöz, syf 7)

Netice; “normal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi” (sf; 21)

“Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır… Tümüyle gerçeğin üzerinde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi iç yaşamlarından kopmuş olmalarıdır… Bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir” syf:25
* ‘’Normalliğin Deliliği’’ Arno Gruen. İlknur İgan tarafından çevrilip Çitlembik Yayınevi tarafından basılmıştır. ALINTI