Saturday, March 10, 2012

Normalliğin Deliliği Arno Gruen

          
Normalliğin Deliliği
Arno Gruen

           
YAŞAM TARZI VE PROTESTO OLARAK DELİLİK

Nasıl oluyor da "normal" insan bu kadar çok yıkıcılığa neden oluyor? Gözümüzü ister insanlık tarihine çevirelim, ister bugün, burada çevremize şöyle bir göz atalım, tanık olacağımız yıkıcılık, canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı olan insana aittir.

İnsanın yıkıcılığı üzerine sayısız tez üretilmiştir. Sigmund Freud insanlardaki yıkıcılığın kökenini insanın doğasında var olan ölüm dürtüsüne mal ederken, bu görüşe karşı çıkan psikoanalizci Arno Gruen, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.

Normalliğin Deliliği'nde Gruen, çoğu zaman farkında olmadığımız, dostça davranışlar veya düzen sağlayan mantığın arkasındaki yıkıcılığın köklerini açıkça ortaya koyuyor. Yalın diliyle Gruen, gerçek dünyada insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanlar "deli" sayılırken, insani köklerinden kopmuş insanların "normal" kabul edilerek onaylanışını resmediyor. Kendi içine giden yoldan saptıkça artan iktidar hırsı ile bu gizli delilik, insanlığı her zamankinden daha çok tehdit ediyor, çünkü iktidara aç olan insanların elindeki yıkıcı potansiyel hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştır.


ÖNSÖZ

İnsanları öldürebiliyorlardı -ve bunu yaparken gayet normaldiler - bunu anlayamıyorum.

Toplama kampından kurtulmuş bir Polonyalı

İyi ve kötünün insanların birbirleriyle alışverişlerinde değil, sadece insanın kendi kendisiyle ilişkisinde ayırt edildiğini düşünüyorum.

Jakob Wassermann

Bu kitap, deneyim ve gözlemlerimin, diğer insanlara kendi gerçeklerine daha iyi tutunabilmelerinde yardımcı olmaları beklentisiyle yazıldı. Bu çalışma, sevgi adına ölüm ve yıkım yaratan normalliğin deliliğiyle yaşadığım mesleki ve kişisel deneyimler karşısındaki tepkimdir.

Çocuk, kendi benlik bilincini kaybetmeye başlarsa bu bir kendine ihanet eylemidir. Bu süreç, çocuğun anne babanın duygularını artık dolaysız olarak algılayamaması ve bunun yerine, onların kendilerini nasıl gördüklerine bağlı olarak kendini yönlendirmesiyle başlar. Anne babanın iktidar gereksinimlerine böyle bir “uzlaşma” çocuğun ruhsal yapısında bir yarılmaya yol açar. Bu, çocuğun iç dünyasını dış dünyayla etkileşiminden kopartır. Böylece edimler ve nedenler arasındaki bağ ve etkileşim kaybolur. Kendisine boyun eğdiren iktidarda pay sahibi olabilmek için çocukta, kendi eyleminin sorumluluğunu duymanın yerini tabi olma ve uzlaşma alır. Kişi, kendi içiyle olan ilgisini yitirdiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye yaslanabilir. Böyle bir görüntüyü ayakta tutma ihtiyacı; belki de baskısı, kişinin kendi algılayışı, kendi duygusu ve duygudaşlığı olabilecek her şeyi hükmü altına alır. Kendi içinde köklenememesi, yıkıcı ve kötücül davranışlara yol açar. Bu kitapta söz konusu edilen budur.

İnsandaki yıkıcılıkla ilk ilgilenen ben değilim. Görülen o ki, bütün canlılar arasında yıkmak için yıkan tek canlı insan: Finlandiyalı psikanalist Martti Siirala’nın söylediği gibi bir kendinde amaç olarak yıkıcılık.3 Sigmund Freud veya Erich Fromm, insandaki yıkıcı yanı öncel olarak mevcut bir ölüm dürtüsüne ya da anal veya ödipal dönemdeki yanlış gelişmelerden kaynaklanan nekrofil eğilimlere4 bağlarken ben, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendi kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını gösteren pek çok belirti bulduğuma inanıyorum. Ama bu bir “üst” alınyazısı olmadığından, aksine birey kendi tabi oluşunda ama az ama çok bilinçle etkin olduğundan yaşam boyu süren bir kendilik nefreti oluşur. Böylesi bir gelişmenin dehşet verici yanı, kendi canlılığını hissetmenin ancak yıkım yoluyla mümkün olmasıdır.

İlk bölümde sorumluluk sorunsalı üzerinde duruyorum ve bunu alışılmış biçimiyle ölçütü kabul edilenle karşı karşıya getiriyorum: görev ve itaat. Buradan yola çıkarak resmi psikoloji ve psikiyatri anlayışından sapan bir delilik tanımlamasına geliyorum. Resmi bakış açısı kendi haklılığı içinde, insan davranışını sadece gerçekle ilintisinin derecesine göre yargılamakla sınırlıdır. Ancak böylelikle, içselleşmiş yöntemi gizlemek olan, kavranması zor ve daha tehlikeli bir patolojiye yaklaşım engellenir: kendi kendini alt eden ve ruhsal sağlıklılık maskesi ardına gizlenen delilik. Yanıltma ve hilenin gerçeğe uygun olduğu bir dünyada bu hiç de zor değildir.

Gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur. Bizim iktidara yetkin gördüklerimiz ve yaşamımız ve geleceğimiz adına karar vermelerine izin verdiklerimiz de onlardır. Onların gerçekle buluşma biçimlerinin doğru olduğuna ve bununla başa çıkabileceklerine inanırız. Ancak bir insanın “gerçekle ilişkisi” ruhsal hastalığını ya da sağlıklığını saptamak için tek ölçüt değildir, aksine çaresizlik gibi insani duyguların, empati gibi insani algılamaların ve coşku gibi yaşama insani katılışların ne ölçüde mümkün olduğunu veya ayıklanmış olduğunu sormak gerekir.

İkinci bölümün konusu kendilik nefreti ve kökeni: tabi oluşta kendi payını görmezden gelmeye dayanan temel yalan. İnsan, kendi iktidar konumunu tehlikeye sokabileceği için kendi benini reddettiğinde yaşamı intikam duyguları belirlemeye başlar. Kişi, başkalarına acı verdiği için sevilme beklentisinde ısrar eder; hatta çoğunlukla bunu bir iyilikmiş gibi gösterir. (Önceleri de anne babamızı acı verdikleri için sevmemiz beklenmez miydi, çünkü bütün istedikleri çocuklarının iyiliğiydi.) Bölünmüş bir kendilik, kendi tabi oluşu ve işbirlikçiliğiyle yüzleşemez, bu yüzden anne babanın taleplerinin sevgiden kaynaklandığı iddiası onaylanır ve savunulur. Diğer insanlar üzerindeki iktidar, böylesi bir anne baba “sevgisi” ve “koruyuculuğu” adına kurulur.

Bu ilintiyi örneklemek için III. Reich’a bakıyorum, Naziler Alman oldukları için değil; Alman faşizmi, insanlar kendi iç yaşantılarından kopartıldıklarında her yerde ortaya çıkan süreçleri özellikle net bir biçimde gösterdiği için. III. Reich’ın sona ermesi, önkoşullarını kesinlikle ortadan kaldırmadı. Desteklenen hâlâ insani öz değil, dışa yansıtılan görüntü; onay bulan içsel özerklik değil, uzlaşma. Bu önkoşullar bugün “hümanizm” ve “insan sevgisi” yanılsamasını her zamankinden daha çok besliyor. Korkulası olan, gülümseyen bir ifadenin ardına daha sık gizlenir ve görünüşte saygılı bir tutumun dostça ifadesi gibi kendini gösterir oldu. Bu nedenle zamanımızın asıl hastalığını teşhis etmek daha da zorlaştı.

Üçüncü bölümde, empati yetilerini bastıran bir insanın kaçınılmaz olarak kapıldığı ölüm saplantısı üzerinde duruyorum. İnsani gelişimin tamamen farklı iki yönde gerçekleşebileceğinden yola çıkıyorum; bunlardan biri dış dünyaya bağlı bir iç yaşantı oluşturma yolu, diğeri ise kendi beninden ödün veren bir dışa yöneliş yolu. Dışa yönelen bir gelişim sadece boyun eğişi ve uzlaşma sağlamayı tanır ve artık acı hissetmez, bunun “doğal” ürünü yıkıcı davranıştır. İçe ve dışa doğru gelişimler arasındaki yol ayrımı sadece kişisel özyapılanmanın iki farklı yolunu açıklamakla kalmaz, aynı zamanda birbirinden tamamen farklı iki ayrı gerçeği kurar: iktidarın gerçeği ve sevginin gerçeği.

Dördüncü bölümün konusu aslında duygu olmayan duygular. Bu da bizi, fark edebildiğimizden daha sık olarak kendi kimliğine değil, ondan vazgeçmeye götüren özdeşleşme sorunsalının alanına sokuyor.

Beşinci bölümde aynı soruyu, isyan ve uzlaşmacılığın ayırt edici özellikleri ve şiddetle ilişkisi açısından geliştirmeye devam ediyorum. uzlaşmacılığa doğru gelişimle isyana doğru gelişim arasında pek çok örtüşme olduğunu ve bunların “kötü” anne ilişkisine bağlandığını öne sürüyorum. Uzlaşmacı, kötü anneyi “iyi” anne olarak savunurken isyankâr, tutumunu aslında kötü annenin etkisi belirlese de iyi anneden yanadır.

Altıncı bölümde bu durumun, bu dünyanın güçlü erkeklerinin iktidar uygulamaları üzerinde nasıl etkili olduğu gösterilmektedir. Diğerlerinin yanı sıra ABD başkanları Kennedy, Nixon ve Reagan’ı ve uyguladıkları dış politikayı inceliyorum.

Yedinci bölümde, benim için şizofrenin abartılı bir karşıtını oluşturan ve en belirgin özelliği, görünüşteki normalliğin ardına gizlenen deliliğin en üst düzeyi olan psikopat tipini daha yakından tanımlamaya çalışıyorum. Bazı okurlar için şaşırtıcı olabilir, ama bu tipi dünya edebiyatından bir karakter; İbsen’in Peer Gynt’i oldukça verimli bir biçimde temsil etmektedir.

Son olarak sekizinci bölümde deliliğin iki karşıt çizgisini ele alıyorum: Yaşam biçimi olarak delilik ve sosyal yaşamın ve insanlar arası ilişkilerin katlanılmaz olarak algılanan biçimlerine bir karşı çıkış olarak delilik. Deliliğin birinci türü bizim kültürümüzde “gerçekçilik” olarak kabul edilir, hastalık olarak kabul edilen sadece ikincisidir.

Burada ele aldığım soruların bazılarına “Kendine İhanet” adlı kitabımda daha önce de değinmiştim. Aynı konuları bu kitapta yinelemek amacıyla değil, derinleştirmek amacıyla ele alıyorum.

Sık sık edebiyata başvurmam dikkat çekebilir. Edebiyat ve şiirin insan gerçeğine psikoloji alanındaki araştırmalardan daha yakın olduğuna inanıyorum. Psikoloji biliminin, “gerçeklik” mitine; buradan üreyen iktidar yapılanmaları mitine yönelimi çok baskın.

Ancak sanatçı, insani gereksinimlerle ve güdülerle ilişkisini koruyandır. Bir yazar, yaratıcı gücünü “egemen görüş”ün aldatmacalarına karşı mücadele etme amacıyla kullanmak istediği için yazmaz. İnsanlık deneyiminin bütünlüğünün farkında olan bir dilden konuşur.

Bilim, Michael Polanyi’nin çok yerinde bir tanımlamasıyla, “bizi anlamsızlığa yöneltmek için insani bakış açısını dünyaya dair bilgimizden uzaklaştırmaya çalışıyor”6 Bu nedenle yazarın tanıklığı benim için, insani deneyimin hem bütünlüğü, hem de yarılmışlığı adına bu kitaptaki tezler açısından çok önemli. Yazarın tanıklığı, sağlıklılık maskesi ardına gizlenen ve günümüzde insanlığı giderek daha fazla yıkıma sürükleyen deliliğin gözle görülür örneklerini sunuyor. Bağlantılara dair görüşümü elle tutulur hale getirmek ve ampirik olarak desteklemek amacıyla zaman zaman insan davranışının uç noktaları olarak görülebilecek örneklere başvuruyorum. İnsani davranışın çeşitliliğini bir süreklilik olarak görmeyen bazılarına bu örnekler yeterince aydınlatıcı gelmeyebilir. Ancak böylesi bir dışlama, hepimizi birbirimize bağlayan bağların yaygınlaşmış reddini yansıtır. Bu sadece yoldan saptırmaya yarayacak sözde mantıklı bir manevradır. İnsan varoluşunu kategorilere ve çerçevelere bölen mantık, yalnızca bütünlüğümüzden kuşkuyu güçlendirmeye ve bizi güvensizleştirmeye yarar. Fakat bütünlüğümüzün temelinde duygularımızın ve yüreğimizin söyledikleri vardır.

Yüreğin dili, insanın hem vermek hem almak istediği sevgi ve sıcaklığa duyulan derin gereksinmeden seslenir. Ama uygarlığımız bizi korkaklaştırdı ve kendimizi yaralanabilir hissettiğimizde utanca boğdu. “Gerçeklik”in dili, insanı ihtiyaçlarının “yük”ünden kurtarmayı vaat ederek bizi artık kendi algılayışlarımıza güvenemeyecek hale getiriyor. Bu nedenle tek kurtuluşumuz yüreğin dilidir. Yarılmayı, sözde bir “gerçeklik”in mantığına bağlanarak değil, aksine kendi duygudaşlık yetimizde, acıyı ve sevinci yaşama yetimizde ısrar ederek aşmak gerekir. Bu kitabı yazmamın bir nedeni de bu.

Bu kitaba katkıda bulunan üç dosta destekleyici fikirleri ve zenginleştirici varlıkları için teşekkür etmek istiyorum. İkisi olağandışı birer psikiyatr ve psikanalist olan Walther H. Lechler ve Martti Siirala. Üçüncüsü teolog ve filozof Aarne Siirala. Bu dostların düşüncelerinin ve yaşamlarının bütünlüğüne çok şey borçluyum. Aynı şekilde, derin insanlığıyla bize şizofrenle buluşmanın yolunu açan ve beni yüce gönüllülüğüyle kişisel olarak destekleyen Gaetano Benedetti’ye teşekkür ediyorum. Hans Krieger, kişisel desteğiyle düşünce süreçlerinin daha açık ve özenli ifade edilmesinde çok yardımcı oldu. Coşkusu ve anlayışıyla, isteklerimin daha iyi aktarılmasına katkıda bulunan yayıncım Ulrike Buergel–Goodwin’e de teşekkür ediyorum.

Arno Gruen

Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi

İnsanın kendi benliği için sorumluluk alması çelişik bir süreçtir. Zamansal dizilişin basit kavramlarıyla düşünen biri buradaki etki mekanizmasını hiçbir zaman anlayamaz. Dıştan gelen etkiler olmaksızın gelişim asla olası değildir. Hepimizin ailesi, içimizde etkili olmayı sürdüren bir annesi veya babası var. Ancak insan ruhunun içlerinde oluşan zıtlıklar kendi dinamiklerini geliştirir. Böylece, görünüşte dış olayların neden olduğu, ama aslında bunlarla hiç ilgisi olmayan veya çok az ilgili olan davranışlar ortaya çıkar.

Çünkü büyümek isteyen küçük kendiliği etkileyen sadece çevre değildir. Çocuğun bu iz bırakıcı etkiler karşısındaki tepkisi de çevreye geri döner. Yani sürekli bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Anne ve baba çocuğa kendi iradelerini dayatabilirler, ancak eğitici etkilerinin biçimi ve yoğunluğunu çocuğun tepkileri de belirler.

Anne baba ve çocuk arasındaki bu karşılıklı oyunun karmaşıklığı; bir yandan özerklik alternatifinin temeli, oluşan kendilik ve çevresi arasındaki etkileşimde atılırken, diğer yandan bunun çocuğun kendi sorumluluğunu ne ölçüde üstlenebileceğinde belirleyici olmasından kaynaklanır. Çocuğun sosyal alan içinde gelecekteki ilişkilerinin tümü buna bağlıdır. Esas olarak sorumluluk iki yönde gelişebilir: Oluşmakta olan kendilik, ya özgür ve açık olarak kendi sorumluluğu içinde şekillenir ya da kendisini edilgence diğerlerinin şekillendirici etkisine bırakır. Böylece gerçek sorumluluğun yükümlülüklerinden kaçmış olur.

Bu süreçte, sorumluluktan kaçış bilinçten atılır. Bunun böyle olması gerekmektedir, çünkü yabancı bir iradeye tabi olarak özerklikten vazgeçmek, asli bir iktidar oyununu devreye sokar : “Benim sorumluluğumu üstlenmen için senin istediğin gibi olacağım. Şu andan itibaren, sana tabi oluşum, sorumluluğumu üstlenmen için senin üzerinde uygulayacağım iktidar olacaktır.” Kendini–bağımlı–kılmak, böylece tabi oluşun öcü haline gelir. Bu durum pek çok şey içerir. İlk olarak çocuk, anne babanın değer yargılarını devralır. Yani içselleştirme dediğimiz durum7, tabi oluş yoluyla gerçekleşen işbirliği sürecidir. İkinci olarak bu, çocuğun kendi içindeki her şeyden nefret etmeye başlaması anlamına gelir, ki bu da anne babanın beklentileriyle çelişebilir. Üçüncü olarak bu kendilik nefreti, giderek derinleşen bir tabi oluş eğilimi gelişmesine neden olur. Böylece bir kısırdöngü oluşur: Tabi oluş ve kendini küçük görme, karşılıklı etkileşime girer. Ancak özellikle kendini küçük görme, katlanılmaz bir durum olduğundan hissedilmemelidir. Bu yüzden bütün bu süreç bilinçdışında kalmalıdır; bu süreç bastırılır ve reddedilir, böylece kişi iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalar.

Kendisini bir başkasına teslim eden kişinin sürekli şikâyeti de bu sürece bağlı olarak şudur: “Benim için yeterince şey yapmadın.” Bu, iktidar ve tabi oluş üzerine kurulu her sözleşmenin temelinde bulunan karşı güç olma hayalinin bir ifadesidir. Bu iktidar oyunu, gizli tutulanın içinde serbestçe etkisini gösterir ve memedeki çocukta konuşma öncesi duyguların akışı içinde başlar. Karşı güç oluşturma niyetini saklamak için bu iktidar oyunu gizli tutulmak zorundadır. Karşı güç oluşturma yanılsaması, kendini tabi kılan için bunu kendi isteğiyle yaptığının gizlenmesine yarar. Bu çifte bir yenilgi getirir: Tabi oluş devam eder ve intikam duyguları kendine zarar vermeye dönüşür. Sürekli olarak kendilik nefretinden beslenen intikam ihtiyacı, kişinin ruh durumunu belirleyen, bilinmeyen ve itiraf edilmeyen bir kaynak ve yönlendirici haline gelir.

Eğer kişinin gelişimini kendi tabi oluşunda işbirliği belirliyorsa ortaya çıkan tablo budur. Kişi kendisini tabi kıldığının farkında değilse yarılmış ben, yaşamın sonraki yıllarında da bütünlenemez. Bunun doğurduğu kendilik nefreti, ruhsal dengesizliği ödünleme girişimi olarak gelecekteki tüm edimleri besleyecektir. Aslında kendilik nefreti duyguları içinde bir yaşam mümkün değildir. Ancak kişi, tabi olmaya o denli hazır olan kendi benliğine karşı durabilirse –acı çekme pahasına da olsa– kendilik nefreti azaltabilir. Fakat bu karşılaşma, nefreti yaratan tabi oluşu kabul etme anlamına gelir.

Oysa bir çocuk bunu göremez ve kendi benliği içinde kabul görmemenin, onaylanmamanın yarattığı acıya katlanamadığını itiraf edemez. Bir başkasının sevgisiyle kendini onaylanmış hissetmek insani gelişimin temel koşuludur. Friedrich Hebbel, bunu bir şiirle ifade etmiştir.

Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki, Orada oluştuğumu görüyorum.

Kabul görmemekten duyulan acı büyük bir ihtimalle bazı çocuklar için ani çocuk ölümü8 olarak adlandırılan durumun nedeni oluyor. Çocuk, kendisini ezen iktidardan pay alabilmek için çoğunlukla kendisini tabi kılar. Görülen o ki, otistik çocuklar bu acıyla başka türlü başa çıkıyorlar, acıyı yadsımaya yanaşmıyorlar.

Bu ağır bir ikilem: İnsan, ona karşı bir şey yapmadan kendilik nefreti duyguları içinde yaşayamaz. Kendilik nefretiyle yüzleşirse de kendi kendisine ihanet edişinin acısıyla karşı karşıya gelecektir. Bu durumda kendilik nefreti yadsınır. İnsanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek iktidarla işbirliği yapma eğilimi arasındaki çelişki, bu nedenle insan ruhundaki en temel ve belki de ilk yarılmadır. Bu yalnızca bir bastırma değil, aksine kökten bir bölünmedir; kendinden vazgeçmiş olmayı bilmek ve bundan doğan kendilik nefreti arasında bölünme. Bu bütün bir yaşamın esası haline gelir. Bu yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji tarafından desteklenir: İtaat etmek iyi olmak demektir, iyi olmak da sorumluluk sahibi olmak demektir. Buna karşın özgür olmak itaatsizliktir, itaatsiz olan hoşnutsuzluk yaratır ve güçlülerin himayesini, dolayısıyla iktidarlarından pay alma şansını riske atar.

Bu noktada insan oluşun sosyolojik görünümü üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor. Örneğin suç, yoksulluğun bir sonucu olarak değerlendirilir. Ancak bu görüş çoğunluğun niçin suç işlemediğini açıklamaz. Bununla birlikte yoksullukla suç arasında hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. İnsan bazı şeyleri ayırmaktan kaçınamaz. Eğer aç biri çalıyorsa bunun nedeni açgözlülük değildir ve eğer bunu yaparken istemeden birini öldürüyorsa bu kasti bir cinayet değildir. Diğer yandan varsıllar ve güçlüler, toplumun savaşları çıkartan, diğer insanların yaşam temellerini yıkıma uğratan, doğayı ve insanı zehirleyen kesimidir. Ancak hapishanelere atılan onlar değildir. Suç istatistiklerine geçenlerin varsıllardan çok yoksulların olmasının nedeni, bu tür istatistiklerin varsılların ve güçlülerin denetiminde olması ve yıkıcılığın bütün biçimlerini hesaba katmamasıdır.

Uygarlık ve onun itaat talep eden normları kendilik nefretinin oluşumunda belirleyici etkenlerdir. Hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun nedeni budur. İktidar kültünü ayakta tutan ideolojiler adına gerçek görmezlikten gelindiği sürece toplumun ekonomik ve politik çizgisi ne olursa olsun insanın mutsuzluğu yaşamımızın sürekli özelliği haline gelecektir.

Bunun en açık belirtisi, ister kapitalist, ister komünist bir ülkede yaşıyor olsunlar pek çok insanda gözlenen intikamcı ve suçlayıcı tutumdur. Çünkü intikam ve suçlama –özgürlük değil– onların yaşam amacı haline gelmiştir ve böylece bağımlılıklarına giderek daha fazla saplanırlar ve iktidarın tüm sorunlara çare olduğunu sanma deliliğine kapılırlar. Bunun sonucu olarak pek çok insan, sağlam bir duruşları olduğu ve yaşamlarını kendilerinin belirlediği yalanına sarılır. Bütün iktidar oyunlarının, art niyetliliğin ve kendini kandırmanın belirlemesinin temelinde de bu vardır. Bir anne, az önce altını değiştirdiği için ellerini bir daha kirletmesine gerek olmadığını düşündüğünden çocuğunun çağrısına cevap vermeyebilir. Bebeğinin çaresizliğini hissetmek yerine, kendi kendisine acımaktadır o an.

Ruhsal değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlamasıyla mümkün olabilir. Her psikoterapi veya psikanalizde çocukluk dönemi yaşantılarının ve etkilerinin iç içe geçmiş zaman dizimini çözmek gerçek değişimleri sağlamaya yetmez. Hasta ancak, bir zamanlar iktidara boyun eğme kararını kendisinin verdiği konusunda sorumluluğu üstlenirse değişme sürecine girebilir. Çünkü özerk güçlerini sakatlayan ve ruhsal deformasyonuna neden olan bu boyun eğiştir.

Yapıtlarını ne kadar önemli ve kapsamlı bulsam da Alice Miller’in bakış açısını bu noktada eleştiriyorum. Miller, belirleyici olan etkiler karşısında anlayış göstermenin iyileşme için yeterli olacağını öne sürer. Aslında bu sadece, hastanın kendisini değiştirmek zorunda kalmaksızın terapide gördüğü anlayışın aynasında büyük bir iştahla keyif çatmasına yol açar. Ayrıca, terapist de kendisini iyi anne konumunda hissettiği için hastayı kendisine bağımlı hale getirdiğini görmezden gelir. Yani böylece güçlü ve bağımlı arasındaki, “iyi anne” ve onun sayesinde büyümek zorunda kalmayan müteşekkir çocuğu arasındaki, sonsuz oyun tekrarlanmayı sürdürür. Terapistin böylece içselleştirilmesi – ki bu asıl aranan kendi kimliğine ulaşmanın zıddıdır– yanlış bir biçimde değerlendirilerek yetişkinleşmek olarak adlandırılır.

Sakatlanmanın bir diğer biçimi de özerkliğini koruyabilmek için sadece görünüşte boyun eğmektir. Bu, en azından özerklik yeteneğini korumak için çelişik bir olasılıktır.

Gerçek özerkleşme için ve dolayısıyla değişim cesareti göstermek için tek bir yol vardır: Kendi kendine ihanetten duyulacak acıyı göze almak. Daha önce de değinildiği gibi, insanın kendi hikâyesini anlaması yeterli değildir, ama aynı şekilde bireyin gelişimi üzerinde etkili olan toplumsal şiddeti “anlamak” da yeterli değildir. Sadece bununla bir insanın nasıl katil olduğunu açıklayamayız. Kişi tabi oluşuyla yüzleşmelidir; bir insanın kendisinden nefret etmesine ve sonra kendisine ne yaptığını hatırlattığı için çevresindeki tüm yaşamdan nefret etmesine neden olan, bu tabi oluştur. Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik – bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir. Elbette kötülük ve insaniyetsizlik, tabi oluşu ve bağımlılığı gizleyen ve boyun eğişi “sorumlu” davranışla aynı gören toplumsal yapıların ve kurumların desteği olmadan mümkün değildir. Ancak Hitler gibi bir kişiliğin, “normal” veya “ruh hastası” olma cinsinden sıradan bir kavram ikilisiyle anlaşılabilir olduğunu düşündüğümüz sürece onun gibi birinin iktidara gelmesinin o dönemde ne anlam taşımış olduğunu ve bugün bizim için hâlâ ne anlam taşıdığını kavrayacak durumda değiliz demektir.

Şu noktaya kadar söylenenlerin ışığında, ruh hastalığı için niçin daha genişletilmiş bir kavramı gerekli gördüğümün anlaşıldığını sanıyorum. Ancak böyle bir kavram genişletmesi, insanı ve yaşayabileceği ruhsal karmaşaları daha kapsamlı bir biçimde anlamayı gerektirir. Psikiyatri ve psikolojinin ruh hastalığı olarak kabul ettiği durum, ruh hastalarında artan bir gerçeklik yitiminin söz konusu olduğuna inanan görüşe bağlanmaktadır. Gerçeklikle ilişkinin daha az ya da daha çok oluşu: tüm insani davranışlar buna göre sınıflandırılmaktadır. “Gerçeklik” burada yalnızca dış gerçeklik olarak anlaşılmaktadır.

Aslında gerçekle ilişki –dış gerçeğe bağlılığın derecesi veya hiç olmayışı– insanları içinde düzenleyebileceğimiz ve hastalıklı davranıştan nevroza ve normalliğe kadar uzanan bir sınıflandırmaya sokabileceğimiz bir temel örgüdür. Ancak böyle bir şema, gerçeklik yitimiyle tanımlanandan çok daha tehlikeli başka tür bir hastalık daha olduğunu gizler.

Hastalığın bu başka türünü görebilmek, bakış açısını değiştirmeyi ve alışılmış kategorilerden uzaklaşmayı gerektirir. O zaman, genel olarak sağlıklılık kriteri olarak kabul edilen “gerçeğe” uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken başka bir patolojinin gizlendiği görülür: “normal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi.

Bu patoloji daha yakından incelendiğinde hedefi delilik üretmek değil, deliliği “hileyle bertaraf etmek” olan bir hastalığın söz konusu olduğu görülür. Bir hastalığın “hedefi” ile kastettiğim, örneğin birisinin dikkati kendi acısına çekmek için çabalarken tuhaf davranışlara başvurmasında kendini gösterir. Bunlar çoğunlukla öylesine örtük yardım çağrılarıdır ki hem yardıma çağrılanı hem de yardım isteyeni gerçekten çaresiz bırakır.11 Deliliği hileyle bertaraf eden normalliğin patolojisinin belirleyici özelliğiyse bundan farklı olarak acıdan kaçmaktır. Üstelik bu yoğunlaştırılmış bir biçimde yapılır. Söz konusu olan sadece ruhsal acıdan kaçış değildir, bu tür bir kişilik yapısının kendisini sürekli olarak tehdidi altında hissettiği dağılmanın karşısında duyulan korku söz konusudur aynı zamanda.

Araştırılması algılamalarımızın bloke edilmesiyle engellendiği için bu süreci gözle görülür hale getirmek kolay değildir. Acıya katlanamadığımız için belli algılar karşısında duyarsız oluşumuz gibi. Örneğin iç huzursuzluğunu fark etmekte zorlanırız, çünkü bunu göz ardı edebilmek için dikkatimizi dış gerçeğe vermeyi öğrenmişizdir. Tam da bu nedenle yukarıda açıkladıklarımı genelde görme yeteneğinden yoksunuz. Dolayısıyla benim projem de zor bir proje: Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız tarafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korkunun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta mı yoksa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.

Asıl hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da insanlık tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklılık”: Öylesine “sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak.12 Kendimize ve başkalarına karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizdeki çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmişimizden kaçıyoruz.

Eğer yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz. Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamımıza işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarıdan içimize işleyen her şey karşısındaki duyarlılığımızı şekillendirdiği için yaratıcı varlığımıza enerji sağlayan bu duygusal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin yadsındığı ölçüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi içyaşamından kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış demektir.

Eğer acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldüğünden; hatta kadınsı kabul edilen duygusal gevşemenin erkeğe yakışmayan bir ifadesi olarak görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sayıldığından yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri tarafından yalıtılır. İç dünya böylece bilinçdışında giderek daha derinlere gömülür. Ama görülemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın motoru olarak kalır.

Yani temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.

Karşıt tip değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefretiyle doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde katılım sonucu oluşur.

Nefreti sürekli besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı değil, aynı zamanda iç dünyayla dış dünya arasında bağlantı olmayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.

İçerinin kapatılması, yani dış dünyanın onaylayıcı temasından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine dönüştüğünden iç dünya korku verir.

Kendilik yapılanması olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşıyan yitirilmiş şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar bozulmuş, hatta yalanlanmıştır.

Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu klinik deneyimlerden biliyoruz.

Bütünlenme eksikliği, olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenbloom, bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır.13 Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içyaşamdır. Bu, “insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir gelişme olmasının da nedenidir.

Yukarıda tanımlanan yarılma süreçleri şizofrenlerde gözlenenden çok farklıdır. Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır. Kendi duygu dünyasıyla ve kendi iç dünyasının sunduğu özerklik olanaklarıyla bağlantıda kalabilmek için dış dünyayı kopartıp atar.

Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır. Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın tamamen bu tipe göre şekillendirilmiş olması vardır ve böylelikle görünürde sürekli onaylanır. Bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir. Ama bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçiliğe ve güce dair kendi fantezilerimizi temsil etmeleridir.

Bu nedenle bu kitabın konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın” sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız kılar.

Kendisini normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı daha farklı biçimde ifade etmeliyiz. Şizofreni – “tanınabilir” delilik– tamamen başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuçları çok daha zengin bir delilikle, yani normallik olarak görünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eğitimin baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle temasımızı yitirdiğimiz için hepimiz normalliğin dış görünümüne kapılıyoruz.

Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağlarını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimlerimizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir. Dikkatimizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığımızdan göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.

Deneyimlerimizin gerçek anlamda bütünlenmesi çelişkileri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük, ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul ederiz! Bir şizofrenin, ahlaki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı, ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sevgi olarak gösterilen nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve düşüncesi yarılmıştır.

Şizofrendeki yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünyasıyla temasını koruma çabasıdır. Onun “deliliği”, aslında bütünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe” karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun karşısında herhangi bir duygu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya sevecenlik belirten bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış olduğu tanısı konur.

Şizofrenin bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası olmasıdır. Şizofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü koruma çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar. Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimizin içinde yaşamaması olur.

Ama buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir –başlangıçta gerçeğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir– daha çok tam da gerçeğe fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlenme aldatmacasına katılmak ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalmamak için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihtiyacıyla hareket ederken, “normal” olanın ihtiyacı yarılmadır.

Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini kaldıramadıkları için “normal” davranışın görüntüsü arkasına saklanan insanların bir süre sonra gerçek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne olduğuna dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri gerçekleşmez. Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek duygularını terk ederler. Varsaydıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar “sağlıklı”ysa bu manevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar. Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışlarında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için bu bir manevradır. Benim aramızdaki gerçek deliler olarak göstereceğim insanlar böyleleridir.

Bu insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizofren, kendisi için çelişkili ve acı verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan odaksal duygu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç karmaşalarına ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar peşinde koşmaktır. Boşluğun kendi iç boşlukları olduğunu kabul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde boşluk ve yıkım yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini saklayarak korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alışveriş içinde yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren, bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan korumak için artık sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç durumlarına dair bilgiden kaçmak isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi kendileriyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.

Şizofrenler, keşfedilmekten korunmak için kendilerini azaltırken diğerleri bunun tersi bir yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltılmış gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil ettiği düşüncesinde direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, varlığımızı öncel olarak belirleyen düşünceleri gönüllü olarak izler ve gerçek varoluşla bizi sarmalayan dış dünya arasındaki etkileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin dış gerçeklikle bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını yansıtır.

Bu durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla sevinç ve acının yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi ve yıkıcılaşması gerçekleşir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında sadece hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde, düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya değmez yaşamları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” kuramlar bunun uç bir örneğidir.

Bu ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında yaptığımız, duygularımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirlerinin yerine geçirmek oluyor.

Eğer öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmaya, yani duygularımızın kökeninden uzaklaşmaya eğilim gösteriyorsak bu süreci artık görecek durumda olmamanın zorluğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğümüz gibi görme çabasına gireriz. Dış görünüm ve gerçek varoluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine denk düşmezler.



İçindekiler

Önsöz
1. Gerçeklik adına gerçekliğin reddi
2. İnsandaki yıkıcılığın kaynağı olarak kendilik nefreti
Görev bilinci üzerine
Kimlik, kendilik nefreti ve suç eğilimi
3. Gizli ölüm kültür
4. Duygu olmayan duygular
Beklenmedik suçlu
Vicdanı rahat katiller
Nesnelleştirilmiş şiddet
Yalanı korumak adına uygulanan şiddet
5. Uzlaşma, isyan ve şiddet
Erkek miti ve kadına özgü kendilik değeri
İyi ve kötü anne
Uzlaşmacıların göz bağlama hilesi
Sağcı bir teröristin içgörünümü
Savaş ve isyan
İsyankâr ve uzlaşmacı
“İdeolojiden bağımsız” şiddet
Sadizm ve isyan
6. İç boşluğun ifadesi olarak güçlü erkeklerin güç politikası
7. Psikopat ve Peer Gynt
8. Yaşam biçimi olarak delilik, karşı çıkış olarak delilik
Dipnotlar
Kaynakça



NOTLAR:
Normalliğin Deliliği- Arno Gruen

“İnsanın yıkıcılığı üzerine sayısız tez üretilmiştir. Sigmund Freud insanlardaki yıkıcılığın kökenini insanın doğasında var olan ölüm dürtüsüne mal ederken, bu görüşe karşı çıkan psikoanalizci Arno Gruen, insandaki yıkıcı ve ölümcül edimin kişinin, yanıltıcı bir iktidardan pay alma uğruna kendisine ihanet etmesinden kaynaklandığını savunmaktadır.” (Arka kapak)

Normalliğin Deliliği'nde Gruen, gerçek dünyada insani değerlerin kaybolmasına katlanamayanlar "Deli" sayılırken, insani köklerinden kopmuş insanların "Normal" kabul edilerek onaylanışını resmediyor. Kendi içine giden yoldan saptıkca artan iktidar hırsı ile bu gizli delilik, insanlığı herzamankinden daha çok tehdit ediyor, çünkü bu iktidara aç olan insanların elindeki yıkıcı potansiyel hiçbir zaman bukadar büyük olmamıştır.

“…kişi kendi içiyle olan ilgisini yitirdiyse artık ancak çarpıtılmış bir kendiliğe; dış dünyanın hoşuna gidecek belli davranış ve duygu durumlarına uygun bir görüntüye rastlanabilir. Böyle bir görüntüyü ayakta tutma ihtiyacı; belki de baskısı, kişinin kendi algılayışı, kendi duygusu ve duygudaşlığı olabilecek her şeyi hükmü altına alır. Kendi içinde köklenememesi, yıkıcı ve kötücül davranışlara yol açar. Bu kitapta söz konusu edilen budur.” ( önsöz, syf 7)

Netice; “normal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi” (sf; 21)

“Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır… Tümüyle gerçeğin üzerinde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi iç yaşamlarından kopmuş olmalarıdır… Bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir” syf:25
* ‘’Normalliğin Deliliği’’ Arno Gruen. İlknur İgan tarafından çevrilip Çitlembik Yayınevi tarafından basılmıştır. ALINTI