Saturday, June 9, 2012

Soykırıma Uğrayan Bir Halk – AZTEKLER

  
EFSANEVİ AZTEK, İNKA VE MAYA HALKLARININ TRAJEDİSİ

Soykırım tarihinin en kanlı sayfaları Amerika kıtasında yazılmıştır
1492 yılında Kristof Kolomb San Salvador adasından Amerika kıtasına ayak bastığında İspanya İmparatorluğu için talanla elde edilecek sınırsız maddi zenginliğin, yerliler için ise tarihin en büyük soykırımlarını yaşama dönemi başlıyordu. İlk on yıl içinde Taino yerlilerinden yüz binlercesi katledilmiştir. 20 yıl içerisinde 8 milyona yakın Arawaks yerlisi katliamdan geçirilmiştir. Kıta halklarının zenginliklerini görenlerin gözünü altın ve kan bürümüş, soykırımlar süreci başlamıştır.
Bugünün Orta Meksika’sında yaşayan 13 milyon nüfusa sahip Aztekler soykırımı hissetmiş olsalar da tedbirsiz davranmışlar ve ancak krallarının esir düşmesiyle direnişe geçmişlerdir.
İspanya adına 500-600 kişiden oluşan özel ordusunun başında Aztek başkenti Tenochtitlan’a gelen Hernan Cortes misafir gibi karşılanmıştır. Nüfusu 300 bini bulan başkentin misafiri olan Cortes birkaç gün sonra Aztek Kralı Montezuma’yı tutsak almıştır. Halk, esir alınan kralına bağlıdır ve bu nedenle rahatlıkla ezip geçebilecekleri Cortes ve az sayıdaki adamlarına karışmamışlardır. Cortes bu sayede rahatlıkla kentte kalabilmiş ve birkaç aylık gözlemlerinden sonra Avrupa’ya dönmüştür. Ancak kente başka İspanyol ordu gruplarının saldırıları başlamıştır. Bu saldırılar karşısında Aztekler direnişe geçmiştir ve başlarında da yeni bir kral vardır. Cortes tekrar döndüğünde kralın değiştiğinden habersiz olduğu için Montezuma’yı bir kez daha esir alıp onunla birlikte halkın karşısına çıksa da halk savaşmaya devam etmiştir. 4 ay süren savaş sonucunda Aztek direnişi kırılmıştır.
İnka halkının yaşadıkları da Aztekler ile benzerlik göstermiştir. İspanyollar tıpkı Azteklere yaptıkları gibi İnkaların kralını da esir alarak halkın direnişini kırmak istemişlerdir. İnkaların ülkesi eski Roma İmparatorluğu’yla kıyaslanabilecek kadar geniş ve zengindi. İnkalar komünal bir ekonomik sistem kurmuş ve yaşam tarzlarıyla Avrupa aydınlarının hayallerini süslemişlerdir. Fakat zenginlikleri de İspanyolların başını döndürmüştür. İnkaların altından yapılmış bina çatılarını gördükten sonra aç gözlü İspanyol fatihlerini hiçbir güç tutamamıştır.
1532 yılında, İspanyolların sonradan Peru adını verdikleri Eldorado kent merkezine gelen küçük ordunun başındaki Pizarro, İnka Kralı Atahualpa’ya tuzak kurar. Müzakere için görüşmek istediğini söyleyip dostça bir tavır takınır. Çevredeki tepelerin tümünü İnkalar kuşatır ve kralları vadide görüşmeye iner.
Onlar ülkelerine gelen yabancıların bir komplo hareketi geliştirebileceklerini, bir hile yapabileceklerini düşünmemişlerdi. Özel mülkiyetin olmadığı ülkelerinde bu kadar büyük bir kötülük nedir tanımıyorlardı.
İnkalar az sayıdaki İspanyol ile gerçekten baş edebilecek durumdadır. Fakat Azteklerin başına gelen İnkaların da başına gelir. Görüşme sırasında Pizarro Kral Atahualpa’yı esir alarak İnkaların hareket etmesini önler. Daha sonra da kralı öldürür. Bundan sonrası ard arda gelen İspanyol akınlarıyla 8 milyonluk İnka nüfüsunun soykırıma uğratılması süreci olur. İnkalar gerilla tarzına benzer şekilde direnişe geçerler, fakat nüfusun yarısından fazlası katledildikten sonra 1560’lı yıllarda direnişleri kırılır.
10 bin yıldan fazla bir tarihe ve zengin bir kültüre sahip olan Maya halkları da soykırımdan paylarını almış ve yüzlerce yıla yayılmış bir soykırımdan geçmişlerdir. Meksika’nın güneydoğusunda beş ayrı devlet kurmuş olan Maya halklarının başına gelen felaketlerin hiç biri Avrupa’dan gelenlerin yarattığı felaket kadar acı verici olmamıştır. Maya kent devletleri uzun süre birbiriyle çatışarak siyasi kargaşaları yaşarken, güçten düşmüş ve böyle bir zamanda İspanyol istilası başlamıştır. Buna rağmen Maya kentlerinin istilası kolay olmamıştır. Direniş mücadelesi içerisine girmelerine karşın Mayaların içteki birlik sorunları uzun vadede İspanyol işgalcilerine yaramış ve soykırımdan kurtulamamışlardır. En son Maya kentleri de 1697’de işgal edilmiştir.
Maya soykırımı sadece fiziki soykırımla kalmamış, yüzlerce lehçeye sahip olan Maya dillerinin önemli bir kısmı yok olmuştur. Edebi eserleri de bu yıkımdan sonra kaybolmuştur. Mayalardan günümüze sadece dört tane el yazması kalmıştır. Bunların da biri ABD, biri Fransa, biri Almanya ve biri de Meksika müzelerindedir. Üstün mimarileri, sanatları, yaşam tarzlarıyla büyüleyici olan ve sırlarına henüz tam erişilemeyen bu efsanevi halktan geriye kalanlar, varlıklarını yeni soykırımlardan geçerek günümüze kadar sürdürmüşlerdir. 20 yüzyıl ortalarından sonra Maya başkaldırısından korkanlar Guatemala’da yüz binlercesini katletmişlerdir.

“Doya doya yenecek aşları
Kana kana içecek suları vardı
Ama o gün toz duman sardı her yanı
O gün sarardı soldu toprak
O gün bir bulut çöktü tepesine
O gün bir dağ geldi üzerine
O gün güçlü adamın eline geçti toprak
O gün tütmez oldu bacalar
O gün dalından koparıldı körpe yapraklar
O gün ölüme kapandı gözler
O gün üç işaret belirdi ağaçta
O gün üç nesil asıldı oracıkta
İşte o gün baş koydular savaşa
Ve dağıldılar dip bucak ormanlar arasına”
(Bir Maya Ağıdı - Popolvuh Maya Kutsal Kitabından)

Coğrafi keşiflerden yararlanıp soykırıma girişenlerin kanla çizdikleri tablo ibretliktir. Soykırımlarla elde edilen altın ve gümüşler İspanya hükümdarlarınca yüz yıl içinde tüketilmişlerdir. Yüz yıllık sefahat uğruna on binlerce yıllık kültürler yok edilmiş, milyonlarca insan katliamdan geçirilmiştir. Ki kapitalist soykırımcı zihniyet, bunu bir günlük zevk için yapabilecek karakterdedir.
Soykırımcılar yok ettikleri kültürlerin büyüklüğü karşısında şaşkınlıklarını gizleyemedikleri halde onların yok edilmesi gereken vahşiler olduklarını sık sık dillendirmişlerdir.
Kızılderili halklardan kıtanın diğer bölgelerine yayılmış olanları da sonraki yıllarda yok edilmesi gereken vahşiler kategorisine alınmışlardır. Çünkü Avrupa egemenleri Haçlı Seferleri’yle elde edemedikleri zenginliği yeni bir kıtayı kendilerine vatan yaparak elde etmeye çalışmışlardır. Bunun için ikinci Haçlı Seferleri Amerika’nın gerçek sahibi olan Kızılderili halklara karşı yapılmıştır.

KIZILDERİLİ HALKLARA UYGULANAN SOYKIRIM YÖNTEMLERİ

“İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır” (Kızılderili vecizesi)

Resmi makamlarca katledilen insan sayısı ve soykırım reddedilse de saygın tüm tarihçilerin ortak kanısıdır ki, Amerika tarihinin, hatta dünya tarihinin en büyük soykırımında yerli halktan milyonlarcası katledilmiştir. Güneydeki halklar da buna dâhil edildiğinde Kolomb’un ilk adımıyla başlayan süreç 70 milyon yerli halkın öldürülmesiyle tamamlanmıştır. Bunların 25 milyondan fazlası Kızılderili halklardır ve onlardan da geriye bir buçuk milyondan az bir nüfus bırakılmıştır. Amerika’nın sonraki egemenleri soykırım karşısında vahşice ve utanç verici bir savunma yapmaktadırlar: “Sonuna kadar öldürmedikçe soykırım sayılmaz”
Bu kadar büyük bir soykırımın izlerini silmek için Hollywood sinemalarının yaptığı kahraman kovboy ve vahşi Kızılderili filmleri yeterli olmamış, bir de o kültürlerden geriye kalan isimleri kendilerine mal etmişlerdir. Kimi kabilelerin ve şeflerinin isimlerini helikopterlerine, jeeplerine, televizyonlarına, hatta lokantalarına takmışlardır; Apache, Black Hawk, Cherokee, Fox, Kentucky gibi…
Kızılderililer yani Kuzey Amerika’nın yerli halklarının binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan koparılışı büyük bir soykırım süreciyle gerçekleşmiştir. Kıtanın Avrupa kâşifleri tarafından ilk keşfedilişiyle birlikte başlayan soykırım süreci ABD’nin bağımsızlığını ilan etmesiyle hızlanmış ve yüz yıl kadar bir süre içerisinde tamamlanarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganı altında “Beyaz adamın” zaferi ilan edilmiştir.

Önce Şükranlarını Sundular Sonra Katlettiler
Avrupa’dan ilk yerleşimcileri getiren geminin adı sempatikti (May Flower, yani Mayıs Çiçeği) ve Kızılderililer de onları sempatiyle karşılamışlardı. Pilgrimler denilen yerleşimci ve hacılar aylarca süren deniz yolculuğundan sonra hasta ve aç haldeyken yerlilerle karşılaşırlar. Kızılderililer misafirperverliklerini gösterip onları kurtardığı gibi onlara mısır yetiştirmeyi ve hindi avlamayı da öğretirler. Bu ilk karşılama olayının etkisiyle üç yıl sonra bu kez İngiliz vali yerliler için bir yemek töreni düzenler ve şükranlarını sunar. Yemek geleneği sonraki yıllarda devam ettirilirken, 1941 yılında ABD Kongresi bu geleneği karara bağlar ve her yılın kasım ayının son perşembesi ŞÜKRAN GÜNÜ adıyla ulusal bayram ilan edilir. Şükran Günü bayramı yerli halklarla kardeşleşme adına önemli bir adımdır, fakat araya soykırımlar girmiştir
Kızılderili soykırımı için yapılan hazırlık Avrupalı kapitalistlerin uzak kıtanın zenginlikleri için kralları teşvik etmeleriyle başlamıştır. Kraliyet himayesindeki kâşifler, gezginler, din adamları, gemiler ve silahlar hazırlık sürecinin temel araçları olmuştur. Portekiz, İspanyol ve İngilizleri diğer Avrupalılar takip etmiştir. Oralarda yaşayan vahşilere medeniyet götürülecektir Daha sonra medeniyet götürme propagandası yerini “vahşiler yok edilmelidir” e bırakacaktır.

-Korku salmak, boyun eğdirmek için işkence ve katletmeler sınırsızca geliştirilerek bazen cesetlerini köpeklere yem etmişlerdir.
-Yerlilerle ilk karşılaşmada yapılan katliam denemeleriyle birlikte uygulanan temel yöntem göç ettirme olmuştur. Göçe zorlanarak topraklarından kovulan yerlilerin çoğu yollarda hayatını kaybetmiştir. Gittikleri yerler de daha sonra ellerinden alınarak vatansızlaştırılmışlardır.
-Yok etme işleminin hızlı olması için yerlilere salgın hastalıklar bulaştırılmıştır. Battaniyeler, yiyecek-içecekler yoluyla bulaştırılan hastalıklar biyolojik silah rolünü oynamış ve toplu kırımlara yol açmıştır. Bunu bilinçli yapmadıklarını, hastalıkların kendilerinden bulaştığını ama yerlilerin bağışıklık sistemi olmadığı için etkilendiklerini iddia etseler de hiçbir tedavi çabasına girişmemiş olmaları bile nasıl planlı bir soykırımın geliştirildiğini göstermeye yetmektedir.
-Öldürmelerin yaygınlaşması ve ortada hiçbir tehdit kalmaması için toplumun tümü cinayete teşvik edilmiştir. Yerli avcılığı geliştirilmiş, kelle başına dolar ödenmiştir.
-Apaçi, Siyu ve Komançi gibi direnen kabilelere savaş açılmış, askeri teknikler sonuna kadar kullanılmıştır.
-Kara ve demir yolları hızla açılarak binlerce kilometre uzaklıkların işgali geliştirilmiştir.
-Bazı toprakların parayla satın alınması yoluna gidilmiştir.
-Madencilik teşvik edilmiş ve altına hücum seferleriyle topraklara yerleşim sağlanmıştır.
-Büyük baş hayvanlarını yok ederek, hububat depolarını yağmalayarak, doğanın sunduğu nimetlerden yararlanmasınlar diye doğa katliamına girişerek ekonomik kaynaklarını kurutmuş ve açlıkla terbiye etmişlerdir.
-Kıtalar arası köleciliği geliştirmişlerdir. Esir aldıkları yerlilerin bir kısmını kaçırıp Avrupa’da köle olarak satarken, Afrika kıtasından kaçırdıkları yerlileri de Amerika’ya köle olarak getirmişlerdir.
-Savaşçı ve direngen kabilelere boyun eğdirmek için küçük bir parça toprak rüşvetiyle yerleşik bir alanda yaşamalarına fırsat vermişlerdir. Düzen içine çekmek için teslim olanları ve kendilerine benzeşenleri desteklemişlerdir. Bir nevi “itirafçılık” ve “koruculuk” sistemini geliştirmişlerdir.
-Dinsiz oldukları propagandasıyla onlara yardım edilmesini önlemiş, katledilmeleri için “fetvalar” çıkarmış ve öte yandan okuma-yazma ve din eğitimi adı altında asimilasyon tekniklerini kullanmışlardır. Kendi dillerini ve kültürlerini korumaya çalışanların cezalandırıldığı okul sistemleri ile soykırımdan arta kalan on binlerce Kızılderili çocuğuna asimilasyon eğitimi verilmiştir.
-Doğumla nüfusları artmasın diye kadınlara kısırlaştırıcı yöntemler uygulanmıştır.
-Çocuklar yasa yoluyla zorla hizmetçi yapılmış ve alınıp satılmıştır.
-“En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” sözü zihinlere işlenerek toplumda korku ve nefret duyguları uyandırılmıştır.
-Soykırımdan geriye kalanlar Rezervasyon denilen toplama kamplarına alınmıştır.

Özgürlük Ruhu Yitirilirse Soykırım Amacına Ulaşır
Soykırım, özgürlük ruhunu bitirmeyi hedefler. Bu gerçeği direnen son kabilenin katliamdan geçirilmesinden sonra yaşlı bir Kızılderili çarpıcı ifade etmiştir. Bu son katliam Lakota Siu’larına uygulanmış, 29 Aralık 1890’da 44’ü kadın, 18’i çocuk 150’den fazla Kızılderili öldürülmüştür. Tarihe Yaralı Diz Katliamı olarak geçen bu olayın gerekçesi yerlilerin yaptığı HAYALET DANSI olmuştur. Kızılderililer yitirdikleri her şeyi bu dansla tekrar kazanacaklarını umut ediyorlardı. Amerika yönetimi ise bunun bir savaş dansı olduğundan şüphelenmiş ve isyan hazırlığı olarak yorumlayıp bu dansı yapanların tutuklanması kararını çıkarmıştır. Yerliler tutuklama amacıyla gönderilen askerlere teslim olmamış ve çıkan çatışmada katliam yapılmıştır.
Katliamdan sağ kurtulan Kara Geyik isimli Kızılderili’nin ifadeleri soykırımın en son olarak hayalleri ve özgürlük ruhunu öldürdüğünü anlatmaktadır:
"O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada..."

Direnen Son Kişi Kalıncaya Dek…
Soykırıma karşı direnişin sembolü olan ve direnen son savaşçı, gerçek adı Gokhlayeh olan Geronimo’dur. 1858 yılında eşi, annesi ve üç çocuğu İspanyollar tarafından katledilmiş ve o günden sonra Apaçilerin en yılmaz savaşçısı olmuştur. Defalarca yakalanmasına rağmen her seferinde kaçmayı başarmış ve savaşmaya devam etmiştir.
Ömrünün 40 yılını soykırımcılara karşı savaşmakla geçirdikten sonra beş bin Amerikan süvarisi karşısında 24 arkadaşıyla birlikte Dumanlı Dağlar’a sığınmış; askerlerin çevredeki köylerde kadın ve çocukları katletmeye başlaması üzerine halka daha fazla zarar gelmemesi için teslim olmuştur. Geronimo 1909 yılında Oklahoma’da işkence altında katledilmiştir. Halkı onun halen Dumanlı Dağlar’da yaşadığına inanmaktadır…
Soykırım, direnen son kişiye kadar devam ettirilmiştir.
Bir kez geldikten sonra bir daha gitmemişlerdir.
Bir soykırımın özetini Baba filmindeki rolünden dolayı, 1973’te Oscar Ödülü verilen Marlon Brando, Kızılderili soykırımını protesto edip ödülü reddettiğinde dile getirmiştir. Amerikalı bir sanatçının tavrı ve hakikati dile getirmiş olması sebebiyle önemli olan bir sunumdur. Ödül törenine, kendi adına konuşma yapması için genç bir Kızılderili kadını göndermiş ve hazırladığı metnin bir bölümünde şunları yazmıştır:
“200 yıl boyunca toprağı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan Yerli halka şöyle dedik: ‘İndir silahını arkadaş, gel birlikte oturalım. İndirirsen eğer silahını arkadaş, senle barıştan söz ederiz, senin hayrına anlaşırız birlikte.’ Silahlarını indirdiklerinde onları katlettik biz.
Onlara yalan söyledik. Onları topraklarından koparmak için kandırdık. Onları açlığa mahkûm ettik ki antlaşma dediğimiz ama hiçbir zamanda andımıza sadık kalmadığımız o hileli anlaşmaları zorla imzalasınlar. Onları, yalnızca yaşamın anımsayacağı kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük.
Ve tarihi istediği kadar çarpıtılmış dahi olsa nasıl yorumlarsanız yorumlayın: Biz doğru yapmadık. Ne adil davrandık ne de dürüst. Onlara karşı ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de anlaşmalarımıza sadık kalmak, çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gasp etme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken, onların yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu ki onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlâksızlıklarımız erdem oluyordu…
Fakat öyle bir şey var ki bu sapkınlığın ulaşamayacağı, o da tarihin büyük hükmü. Emin olun ki tarih bizi yargılayacaktır. Ama umurumuzda mı? O nasıl bir ahlâki şizofrenidir ki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar bizim taahhütlerimizi tuttuğumuzu haykırırız da tarihin tüm sayfaları, Amerikan Yerlilerinin yaşamındaki son 100 yıl boyunca geçirdikleri tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam zıddını söyler...”

Soykırıma Uğrayan Bir Halk – AZTEKLER
Kitap

Aztekler, İspanyol işgali ve soykırımından sağ çıkmayı başarmış birkaç Orta Amerika uygarlığından birisidir. Günümüzün Meksika'sına göç ederek, tarihinen gizemli ve ileri uygarlıklarından birisini yaratmışlardır. Çağının oldukça ötesinde bir astronomi ve mimari bilgisine sahip olan Aztekler, tarım, şehircilik, gökbilimi, mimari ve daha birçok alanda, dünyanın kadim uygarlıklarıyla boy ölçüşecek bir uygarlık yaratmışlar, ancak ''uygar dünya''dan '' keşif '' amacıyla gelen İspanyol denizcileri tarafından kısa bir zaman dilimi içerisinde neredeyse soyları tüketilerek tarihin derinliklerine gömülmüşlerdir. Günümüzde eski güç ve ihtişamlarından hiçbir iz taşımasalar da Meksika'da hala varlıklarını sürdürmektedirler. Elinizdeki araştırma, bu büyük toplumun ortaya çıkışı ve yapılanması, yarattığı uygarlık ve Avrupa'nın aç gözlü kolonicileri tarafından nasıl hunharca yok edildikleri hakkında oldukça kapsamlı bilgiler içermektedir. Tarih meraklıları için eşsiz bir eser...
 ALINTI


Friday, June 8, 2012

Eksik Parça

Eksik Parça
La Part Manquante
Christian Bobin

Bir ağaç pencereye dayar yaprak dolu omzunu. Bu arınmış ve güçlü bir ağaçtır. Gökyüzünün içinde güçle yükselir. Günü karartır, düşünceyi kör eder... Bir ağaç, görmek için yeterlidir. Uzun bir hastalıktan sonra yürümeyi öğrendiğin gibi öğrenirsin görmeyi: Adım, bir adım daha. Adım adım, düş düş... Çoğu kez, uykuya dalmadan önce, yıldız basmış bir gecede bir kestane ağacını düşünürsünüz. Onun gölgesinde yazarsınız. Sayfanın üstüne düşen gölgesinde öğrenirsiniz aslolanı: Güzellik, güç, ölüm... Çocukluk kökünden sökülemez. Her şeyi terk edebilirsiniz. Her şeyden uzaklaşabilirsiniz, bu ağaç dışında. Yaşamımızı aydınlatan şey, söylenebilen ya da tutulabilenden başkası değildir. Bu söylenen, susar. Bu tutulan, kaybolur. Bir avuç berrak su kadar bir hakimiyetimiz yok yaşamımız üzerinde. Elimizden kaçıp kurtulan ve bizim aşkımızla beslenenden başka bir şeye sahip değiliz: Düşte bir ağaç, sessizlikte bir yüz, gökyüzünde bir ışık. Gerisi hiç. Gerisi, öfkeli günlerde, çeki düzen verilen saatlerde atılan her şey.

Fırlatıp atanlar var. Saklayanlar var. Evlerini düzenli olarak talan edenler var ya da onu, bir aşkın en gizli köşesi olan bir anıya çevirenler... Ve saklayanlar vardır. Bir çekmecede biriktirirler, bir sözde, bir aşkta biriktirirler. Hiçbir şey kaybetmezler. Ne yazık ki, saklarlar. Atanlar da saklayanlar da biricik nesne önünde, tüm şeylerin yerini tutacak şey önünde eşittir. Atıp kurtulanlar da, boşuna dolduranlar da. Hiçbir durumda atılmayan bir şey vardır. Bu ille de bir nesne değildir. Bu belki bir ışık, bir bekleyiş, tek bir isimdir. Belki duvarın üzerinde bir lekedir, penceredeki bir ağaç ya da günün özel bir saatidir. Nedensizce, ihtiyaç duyulmadan aşık olunan bir şeydir. Geçip giden ya da duran bir şeye duyulan sessiz sadakattir. Suskun ve durgun bir aşktır: Ruhun derinlerine bir çukurun dibine çöker gibi çöker. Oraya ışıktan bir hiç, mavi gökten bir toz zerresi bırakır. Bu bir kitapla, garip bir bardak ya da müzikle de yaşanabilir. Dünyanın ya da ruhun herhangi bir parçasıyla da yaşanabilir. Ve bu size eşlik eder. Zaman geçer, kalp yorulur. Bu şey vardır -bu yapraklar, bu berraklık, bu isim. Zaman zaman bu şeyi gerektiği gibi düşünürsünüz, onun talep ettiği gibi: ayrı ve sessiz. Ve bu şeyin eskimediğini görürsünüz, değişmediğini. Onu seçtiğiniz ilk günkü gibi parlar. Ve seçtiğiniz bu nesne, sadece orada durarak sizi aydınlatır ve korur. Önem verdiğiniz, üzerine titrediğiniz nedir. Kendi kendinize söylersiniz: önem verdiğim nedir. Bir hayat neye bağlanır, neye önem verir, benimki, tüm bir hayat, herhangi biri. Hiçlere. Üç kez hiç olan şeylere bağlanır. Peki bu şey neye yarar. Önce hiçbir şeye. Hayattaki tüm şeylerin ölümcül yararlarından korunmuştur. İşe yaramazlığıyla parlar. Eksikleri fazladır. Hiçbir şeye yaramayan, bir çok şeye yarar. Dünyanın ya da ruhun ya da hiçbir zaman erişilmemiş güzelliğin yerini alır. Her şeyin yerini alır. Bu şeyin dışında her şeyi terk edebilirsiniz. Hayatta hiçbir zaman sönmeyecek bu bahar göğünün, bu ismin dışında her şeyi. Bu hiçbir şeyin bilmecesidir. Bu bir çocukluk gizemidir...

Wednesday, June 6, 2012

Javier Marías


 “Dün, bugün, yarın...”, 
 Javier Marías, kimileri için İspanya’nın hatta dünyanın yaşayan en büyük yazarlarından biri; başyapıtı Yarınki Yüzün ise Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanma younda önemli bir adım. İsmini IV. Henry’den alan, Marcel Proust’a gönderme anlamına gelecek şekilde yedi bölümden oluşan Yarınki Yüzün, üç ciltlik tek bir roman. 2002’de yayımlanan ‘Ateş ve Mızrak’ı, 2004’te ‘Dans ve Rüya’, 2007’de ‘Zehir, Gölge, Veda’ izlemişti... Daha önce Beyaz Kalp (1999), Yarın Savaşta Beni Düşün (1999), Ufkun Öte Yanı (2000), Duygusal Adam (2009) romanları ve Yazınsal Yaşamlar (2008) adlı deneme kitabı ile tanıdığımız Marías’ın en önemli eseri Yarınki Yüzün’ün ilk cildi ‘Ateş ve Mızrak’ geçen günlerde Roza Hakmen tarafından Türkçeleştirildi.
1951’de Madrid’de doğan Javier Marías, çocukluğunun bir kısmını babası düşünür Juliân Marías’ın çeşitli üniversitelerde ders verdiği ABD’de geçirdi. Baba Julian Marías, Franco döneminde uzun sure hapis yatmıştı. Oğul Javier Marías, Yarınki Yüzün’de babasını ve faşist rejimde maruz kaldığı baskıları doğrudan katmış romanına. Anlatıcının hayat hikâyesi ile yazar arasındaki benzerlikler çok açık. Aslında, yorumcu ya da çevirmenlerden oluşan kahramanlarıyla bütün romanlarında bu tarz benzerlikler bulmak mümkün. Ama ne Yarınki Yüzün ne de diğerleri otobiyografik roman kategorisine girmiyor. Çünkü Marías’a göre “kimlik gerçekten önemsiz, hayatta olduğumuz gerçeği ise tamamıyla rastlantısal”...
Macera ve çizgi roman merakıyla edebiyata ilgisi erken başlamış Marías’ın. Hatta onları taklit ederek kısa hikâyeler bile yazmış. On dokuz yaşındayken yayımlanan ilk romanının (Kurdun Toprakları) gençlik döneminde okuyup sevdiği romanların tuhaf bir karışımı olduğunu söylüyor. İkinci romanı Travesia del horizonte ise Antartika’da geçen bir macera romanı. Ardından uzun bir süre ara vermiş yazmaya. Madrid Universitesi’nde gördüğü İngiliz edebiyatı eğitimini bitirdikten sonra çevirmenliği tercih etmiş. Çevirdiği yazarlar arasında Hardy, Conrad. Nabokov, Faulkner, Kipling, James, Stevenson, Browne ve Shakespeare gibi önemli klasikler, çevirileriyle kazandığı ödülleri var.

Dalgın ve dikkatli

1980’li yıllarda Madrid, Oxford, Venedik ve Boston’da dersler veren Marías, 1992 yılında yayımlanan Corazón tan blanco (Beyaz Kalp) ile ticari ve edebi açıdan büyük bir başarı yakalamıştı. Eserleri otuzdan fazla dile çevrilen, beş milyon kopya satan, çok sayıda ödül kazanan, 2006 yılında İspanyol Kraliyet Akademisi’ne seçilen Marías, halen Reino de Redonda adlı küçük bir yayınevinin yöneticiliğini sürdürüyor. ‘Ateş ve Mızrak’, bugünü anlamak için geçmişle gelecek arasında mekik dokuyan zihinsel bir serüven romanı. Ian Fleming ve kahramanı James Bond’u sıklıkla anan entelektüel bir casusluk hikâyesi anlatırken –ya da parodisini yaparken– 20. yüzyıl tarihinin en karanlık bölgelerinde dolaşıyor Marías. Başka bir gelecek hayaliyle geçmişle ve bugünle keskin bir hesaplaşmaya girişmek niyetinde.
Anlatmak üzerine yoğunlaşan bir ilk bölümle başlıyor Jaime Deza’nın hikâyesi. Anlatmanın yarattığı sıkıntılar üzerinde durması, üç cildin sonunda bir trajedi yaşanacağını sezdiren bir ipucu olabilir. Kaydetmek gerekli. Karısından ve çocuklarından ayrı yaşayan, onların özlemini çeken, karısını düşündükçe içini kıskançlık kaplayan İspanyol vatandaşı Deza, İngiltere’ye BBC’de çevirmenlik yapmak için gelmiş. İngilizcesinin mükemmelliği dışında bir özelliği daha var ki, Deza için neredeyse bir lanete dönüşmüş. Keskin bir gözlem gücüne, gözlediklerini yorumlama yeteneğine sahip o. Bu özelliklerini fark eden yakın dostu Peter Wheeler’in tavsiyesiyle İngiliz Gizli Servisi’ne alınıyor. Görünürdeki işi Güney Amerikalıların sorgusunda çevirmenlik yapmak ama servis şefi Tupra’nın ondan beklentisi daha farklı;
“Hayat yorumcusu olarak işe almıştı beni. İnsan tercümanı ya da yorumcusu demek daha iyi olurdu: İnsanların davra nış ve tepkilerinin, eğilimlerinin, kişiliklerinin, dayanma güçlerinin; esnekliklerinin ve itaatkârlıklarının, gevşek ya da sağlam iradelerinin, tutarsızlıklarının, sınırlarının, masumiyetlerinin, ilkesizlikleri nin ve dirençlerinin; sadakat ya da alçaklıklarının muhtemel derecesi nin, hesaplanabilir bedellerinin, zehirlerinin ve kışkırtılarının; ayrıca çıkarsamayla varılabilecek hayat hikâyelerinin, geçmiş değil gelecek, henüz gerçekleşmediğinden önlenebilecek hayat hikâyelerinin. Ya da oluşturulabilecek hayat hikâyelerinin.”
Önce yaptığı işe mesafeli. Hatta ahlaki bir ikilemin içinde. Kendi babasını falanjistlere ispiyonlardan babasından fazla nefret eden bir adamın bir başka ülkenin derin devleti için çalışmayı, çıkarsamalarıyla insanların kaderlerini tayin etmesyi kabul etmesi tuhaf değil mi? Aslında başlangıçta biraz gergin, çekingen, yaptığı işle kendisi arasında tuhaf bir uzaklığı var. Sanki nötr bir kişilik, olaylar ve sonuçlarıyla ilişkisiz, olacaklardan sorumsuz gibi. Kendisi hakkında servisin hazırladığı rapor anlatıcının kişiliğini çok iyi özetlemiş;
“Sanki kendisini pek iyi tanımıyor. Kendine kafa yormuyor ama yor­duğunu sanıyor. Kendini görmü yor, bilmiyor, daha doğrusu dinlemiyor, incelemiyor. Evet, daha ziya de öyle; kendini tanımıyor değil de, bu bilgi onu ilgilendirnıiyor, do layısıyla geliştirmiyor. Derinine inmiyor, bunu vakit kaybı gibi görü yor olsa gerek. (...) O kendindeki değişim leri kaydetmiyor, çözümlemiyor, haberdar bile değil değişiklikler den. İçe dönük biri. Bununla birlikte en çok kendi içine döndüğü zan nedilen anda dışarıya bakıyor. Onu sadece dışarısı, başkaları ilgilen diriyor, bu yüzden de bu kadar iyi görüyor.”
Ancak günler geçtikçe ortama daha fazla uyum sağlayacak, kendine güveni gelecek, cüreti artacak ve belirsizlik taşıyan ifadeleri bir yana bırakıp kesinlikli konuşmaya başlayacaktır...
Romanda, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından günümüzdeki ABD tezgâhı darbelere kadar pek çok önemli mesele tartışılmış. Ama ‘Ateş ve Mızrak’ta asıl öne çıkan İspanya İç Savaşı. Sadece İspanyollar açısından değil; Cumhuriyetçi saflardaki bölünme ve çatışmalarla Sosyalizm tarihine de uzanıyor. Özellikle Troçki’nin sekreteri Andrés Nin’in Stalinciler tarafından kaçırılıp öldürülmesi üzerinde durmuş. Kendi kuşağından pek çok yazar gibi Marías da Franco dönemiyle, kirletilmiş her şeyle hesaplaşırken geçmişi kavramaya ve kendi yolunu bulmaya çalışan bir yaklaşım içinde. Deza ile birlikte kendi tarihini de aydınlatmaya, geçmişle yüzleşmeye, hesaplaşmaya çalışıyor.

Edebiyat içi seyahatler

Zihinsel bir serüven demiştim ‘Ateş ve Mızrak’ için. Roman kahramanın ya da kişilerini diyerek genişletelim, şimdiki zamanda başlarından geçen dişe dokunur bir olay yok. Ama çarpıcı olaylar var; bütün bu savaşlarla dolu siyasi tarih Deza ile o tarihe tanıklık etmiş dostu Wheeler arasındaki konuşmalar aracılığıyla aktarılıyor. Elbette tartışılanlar sadece siyasete takılıp kalmıyor; insan ilişkileri, aşklar, evlilikler, geçmiş, adalet, iyilik, kötülük, sevgi ve şiddet.... Bunların hepsini edebiyat metinleri ve tarih kitapları arasında yapılan geziler eşliğinde ele alınmış. İnsan yüzünü bir metafor olarak kullanıyor Marías. Bugünkü yüzümüzle –kimliğimizle– yarınki arasında doğrusal bir ilişki kurulup kurulamayacağını, insanın görme konusunda kendisine uyguladığı sansürü, gerçeklerden bu nedenle tarihten kaçışını ya da tarihi çarpıtışını sorguluyor.
Ele aldığı meselerin ağırlığı romanın ağırlığı düşüncesini uyandırabilir. Aslında uzun konuşma bölümlerinde zaman zaman sıkıntı yaşayabilirsiniz. Marías, anlattığı meselerle roman kahramanı arasında incelikli ve dokunaklı ağlar kurarak sıkıntıların üstesinden geliyor. Hatta zaman zaman oyuncaklı bir hikâye okuduğunuzu fark edeceksiniz. Öyle ki, romanı yorumlarken metinlerarasılığıyla Borges’i, karanlık mizahıyla Pynchon’u, huzur verici şiirselliğiyle Proust’u, üslupçuluğuyla Henry James’i hatırlattığını ileri sürenlere rastlamak mümkün. Teşbihte hata olmaz derler. Gerçekten de saydığım bütün bu yazarla hatta fazlasıyla ilişkilendirmek mümkün. Ama bana kalırsa Peter Weiss’in Direniş Estetiği gerek biçim gerek içerik anlamında daha uygun bir model. Weiss gibi Javier Marías da 20. yüzyılın tarihsel toplumsal gerçekliğini insan hayatlarıyla eleştirel bir yolla ilişkilendirerek siyasi tarihi ve nereden gelip nereye gittiğimizi edebiyat yoluyla sorguluyor.
 A. Ömer Türkeş,

Tuesday, June 5, 2012

PİGME

Kapitalizme uçan tekme!

Okurken gerçek bir tiksinme duygusu yaratan 'Pigme', tüketim toplumuna, onun değer yargılarına ve popüler kıldığı her şeye, şöhrete, 'leşçi akbaba' medyaya, mülkiyete, iktidar kavramına, dine ve daha bir sürü şeye uçan tekme atıyor

Chuck Palahniuk
MELİSA KESMEZ

Bu ara her ne hikmetse okur kaderime “sakıncalı” yazarların kitapları denk geliyor. Şikâyetim yok elbet. Tek sıkıntım, geçenlerde bir arkadaşıma da dediğim gibi, kötücül dehanın feci şekilde esiri olmam şu sıra. Aklımın sınırlarını zorlayan, beni rahatına düşkün okurluktan meneden, avcunun içine alıp limon gibi sıkan, bir güzel pataklayıp bir kenara atan kitaplardan sonra, daha naif duygularla yazılmış, hayatın tatlı ve de minnoş bir yer olduğu inancıyla yaratılmış kitaplardan etkilenmem zor. En azından bir süre. Geçen hafta Henry Miller’ın ‘Yengeç Dönencesi’ni bitirir bitirmez, bir koşu gidip ısrarla kitapçımdan istediğim Chuck Palahniuk’un ‘Pigme’sini okuyan biri olarak –hafta boyunca nedensiz Radiohead dinlediğimi de hesaba katarsak- an itibarıyla ağır bir ameliyattan çıkmış gibiyim. Hâlâ narkozun etkisinde olduğumdan, yazacaklarımdan sorumlu değilim. Baştan anlaşalım.

‘Ne yazsa okurum’
Memlekette halihazırda bir kitabının (‘Ölüm Pornosu’) davası devam ederken, geçen hafta yeni kitabı ‘Pigme’yle Türkçeye geri dönen Chuck Palahniuk, müthiş üslubu ve her satırda “vay arkadaş!” nidalarına sebebiyet veren tuhaf hayal gücüyle bir kez daha aklımızı almaya ant içmiş gibi. “Chuck Palahniuk’tan babam çıksa okurum” ekolünden gelen okurların dilinde biraz farklı bir tat bırakması muhtemel olan’ Pigme’, hiç Palahniuk okumamış biri için ise bence kesinlikle ilk durak olmamalı. Kitap en özet haliyle, totaliter bir devlet tarafından (hangi devlet olduğunu bilmiyoruz) çok küçük yaşta ailesinden alınıp askeri amaçla yetiştirilen ve değişim öğrencisi olarak, kitlesel bir bozgun şeklinde planlanan Kargaşa Operasyonu’nu gerçekleştirmek üzere Amerika Birleşik Devletleri ’ne gönderilen 13 yaşındaki pigmenin yani ajan 67 numaranın (gerçek adını bilmiyoruz) hikâyesini anlatıyor. Kitabın bu açıdan en belirgin özelliği baştan sona ajan 67 numara tarafından kırık bir İngilizceyle yazılmış –dolayısıyla kırık Türkçeye çevrilmiş- “resmi kayıtlara geçsin” tadında raporlardan oluşuyor olması. (Kitabın çevirmenine buradan sevgi ve saygılarımı yolluyorum.)

‘Pigme’nin, bilindik kalıpların dışına çıkan, Palahniuk tarafından maharetle manipüle edilmiş diline başta alışmam zor olsa da, bir kere kaptırınca su gibi akıp gittiğini, hatta bir süre sonra kitap hakkında aldığım notların diline dahi sızdığını söylemem gerek. Beri yandan, bu dil seçiminin Amerikan toplumuna dışarıdan bakan bir “yabancı”nın gördüklerini en basit -ve en mesafeli- haliyle yansıtması açısından kusursuz bir seçim olduğunu, pigmenin yabancılaşma duygusunu ziyadesiyle artırdığını ve bu sayede kitabın yerle bir ettiği dünyaya onun durduğu yerden bakıp o dünyadan en az onun kadar nefret etmemizi sağladığını eklemeliyim. Parlak renkli mürekkep boyalarıyla üzerlerine yazı ve resim basılmış paket labirentindeki tekerlekli gümüş sepetler… Şehrin dinsel propaganda üretim ve dağıtım merkezindeki birbirine çapraz tutturulmuş iki kalas üzerinde işkence gören, yaraları kan kırmızıya boyanmış, alçıdan sahte ölü erkek heykeli…
Plastik telefon aletinin titrettiği üçüncü dünya emeği giysiler… Üzerinde “dünyanın en harika babası” yazan seramikle kaplanmış toprak kaplar… Modern hayatın içine saçılmış, çoğu tüketim toplumunun simgesi olan çeşit çeşit nesneye bu gözle –ama en çok sahteliklerini vurgulayarak- bakmaya zorlamak, okuru sadece Amerika ’da değil batı medeniyetinden nasibini almış her toplumda hayatın aldığı son hal üzerine düşündürmek için eşsiz bir yöntem bana sorarsanız. Time’a verdiği bir röportajda kitabın diline dair şöyle diyor Palahniuk: “Gerçekten de tahripkardı. Düzyazı yerine şiir yazmak gibiydi. Kasten yanlış yapıyordum ve birçok nedenim vardı. Örneğin; ön ek kullanmadım; unhappy, unconscious gibi. Onun yerine “no happy, no conscious” şeklinde yazdım. Benim de “no conscious” dediğim çok oldu. Bu dili içselleştiriyorsunuz ve düşünce şekliniz kafanızda ve bilincinizde korunuyor. Bu WalMart, megakilise gibi gündelik ve taze şeylerde daha sıradan düşünmemi kolaylaştırdı.”

Kıpırdak bir tavuk
Ajan 67 numaranın hikayesi havaalanında başlıyor. “Tıpkı geniş soluklu bir inek gibi” dediği baba, “kıpırdak bir tavuk, kemikli çenesi tıpkı gaga, durmaksızın dönen ve takırdayan” dediği anne, “sadece domuk köpek” dediği erkek kardeş ve “gizil kedi” dediği kız kardeşten oluşan “orta gelirli yoz Amerikan ailesi”yle ilk kez orada karşılaşıyor. Ve o andan itibaren “kokuşmuş Amerikan yılan yuvasının, bu şer odağının, bu yoz ülkenin” güvenliğini delmek, ölümcül intikam göreviyle Kargaşa Operasyonu’nu gerçekleştirmek için kolları sıvıyor ve bu yolda epey can yakıyor.
Palahniuk’u nasıl bilirsiniz? ‘Dövüş Kulübü’, ‘Görünmez Canavarlar’, ‘Gösteri Peygamberi’, ‘Tıkanma’ başta olmak üzere yazdığı her şeyle altımızdan sandalyemizi çeken ve bundan müthiş bir zevk aldığını gizlemeyen Palahniuk, ‘Pigme’de bildiklerimizin üzerine yeni bir şey katmıyor belki ama öyle bir hikaye kurguluyor, o hikayeyi öyle detaylarla cilalıyor ki, yine yapmış yapacağını dedirtiyor. ‘Pigme’de hedef tahtasında yine vahşi kapitalizm var. Palahniuk, bir üçüncü dünya ülkesinden gelip Amerikan orta sınıf ailesinin “boktan” hayatına dahil olan pigmenin nefret dolu dilinden anlatıyor bir gerçekliği. 67 numaralı ajanın “aptallık, yozlaşma ve önyargı gücüyle yürüyen bir gemi” olarak gördüğü Amerika ’da “arzu kültürünün pençesinde kıvranan” insanlığı resmediyor. Bu açıdan alabildiğine agresif olan kitap, yer yer cinsellik içeren, şiddet sahneleriyle bezeli.
Okurken gerçek bir tiksinme duygusu yaratan, hatta abartmazsam bazen acı veren ‘Pigme’, tüketim toplumuna, onun değer yargılarına ve popüler kıldığı her şeye, şöhrete, “leşçi akbaba” medyaya, mülkiyete, iktidar kavramına, dine ve daha bir sürü şeye uçan tekme atıyor. 67 numaralı ajanı yaratan otoriter devletçiliği ve ajanın nefretle saldırdığı liberal kapitalizmi didikliyor, iki sistemin de ayrı ayrı kirli çamaşırlarını ortaya döküyor. Bunu yaparken edepsiz bir tavır takınıyor ve hiçbir konuda sözünü sakınmadan “hepinizin canı cehenneme” diyor. Pigme’yi okuyup bitirdikten sonra her Palahniuk kitabından sonra aklıma çöreklenen bir düşünce çıkageldi saklandığı yerden: Şehirde bir dövüş kulübü olmaması benim için büyük şans. Şimdi gidip youtube’ta biraz kedi videosu izlesem iyi olacak.

PİGME
Chuck Palahniuk
Çeviren: Gökçe Çiçek Çetin
Ayrıntı Yayınları

Sunday, June 3, 2012

Zar Adam



Zar Adam kitabının adını ilk kez çok satan kitap listelerinde görmüştüm. “Hayatınızı değiştirecek” gibi büyük bir iddiası olan bu kitabın benim hayatımı ne kadar değiştirebileceği düşüncesiyle okumaya başladım. Yazılanların aksine bir çok bölümde kitabı bırakmak istedim ancak bırakmadım belki sonlara doğru fikrimi değiştirecek kısımlar olur diye düşündüm..

Zar Adam yani Luke Rhınehart’ın zarlarla tanışması tesadüfi biçimde olmuştur ve gerçekten Luke’nin hayatı değişmiştir. Luke eşini,çocuklarını,dostlarını kaybetme pahasına yaşamında anormal değişikler  yaşamıştır. Atılan zarda gelen sayılar Luke’nin hayatına yön veriyordu ve bu zar oyununu çevresindeki kişilere aşılamaya çalışıyordu.

Açıkçası insan yaşamını geliştirmek,değiştirmek veya yeni bir kimlik oluşturmak isterse bunu kendisi-eğer kötü bir durumdaysa bir psikologdan yardım alarak yapabilir. Özgürlük denilen şey yıkmak, zarar vermek, toplumca kabul görünmeyen şeyleri yapmak,dini yok saymak değildir.

Luke zarlarda gelen sayılara göre kişiliğini değiştiriyordu. Bir gün iyi bir koca,iyi bir baba bir gün de peder gibi çeşitli kişiliklere giriyordu…Her gün yeni kimliklerle birilerinin karşılarına çıkmak toplumda normal görünen bir davranış değildir. Bizler arkadaşlarımıza,dostlarımıza,yakınımızdakilere bir gün iyi,bir gün kötü davranırsak ve yalan söylersek onu kaybetme korkusu,dışlanma korkusu gibi duygulara kapılırız ve hemen aklımızı başımıza alır kişiliğimizi dengelemeye çalışırız. Böyle dengeli kişilik hali bizi mutlu eder. Güvenilmeyen değersiz bir kişilik olmaktansa normal kişiliği tercih ederiz.

Zar adam oyununu ailede bir kişini oynadığını düşünürsek aile meclisi belki zar adamın o günkü kişiliğini tahmin ederek ona göre davranabilir ancak bunu aile meclisinin oynadığını düşünürsek herkes kafasının estiği gibi yaşar ve ailede birlik ve beraberlik bozulur

Kitapta “zar dini” ile ilgili bir toplantı yapıldı. Toplantıda geçen şu cümleler bence çok anlamlı:
“Zar dini şansa ibadettir. Tanrının yarattığı evrende ahlak yasaları ahlaki düzen vardır ve bir insanın kendi hür iradesini zarların kararına bırakması tanrıya karşı işlenebilecek en büyük suçlardan biridir. Buna inanmak savunmaya kalkmadan günaha teslim olmaktır. Korkakça bir davranıştır”

Tek kişilik yerine çok kişilik - Zar Adam'ın savunmasından..

" Bu yöntemde hastalarımıza zar atarak karar vermelerini öğretiyoruz.
Burada hedef, kişiliği yok etmek. Biz insandaki tek kişilik yerine çok kişilik yaratmak istiyoruz. Tutarsız, güvenilmez, gittikçe şizofren olan bir kişilik elde etmeye çalışıyoruz. (...)
Benim teorime göre, hepimizde normal kişilik tarafından baskı altında tutulan ve nadiren açığa çıkan azınlık dürtüleri vardır. Bir erkeğin karısına vurma arzusu ağırbaşlılık, karısının davranışları ve benzer nedenlerle engellenebilir. Dindar olma arzusu insanın dinsiz olduğunu düşünmesiyle son bulur. (...)
Azınlık dürtüleri kişiliğin zencileridir. Kişiliğin kuruluşundan beri özgürlüğün tadına
varamadılar onlar, hep görünmez adam olarak kaldılar. Bir azınlık dürtüsünün potansiyel tam bir insan olduğunu kabul etmeyiz ve ona da büyük geleneksel kişilikler gibi gelişme fırsatı verilene kadar, içinde yaşadığı kişilik bölünecektir, zamanla patlamalar ve isyanlara neden olan gerginlikler yaşayacaktır o. (...)

Her kişilik, toplanmış azınlık baskılarının bir araya getirilmiş halidir. İnsan eğer tutarlı bir dürtü kontrolü örneği geliştirebilseydi, tanımlanabilir bir kişiliğe sahip olamayacaktı. O zaman insan ne yapacağı tahmin edilemeyen, anarşik, ama özgür bir varlık olabilirdi. (...)

İnsan tek kişilikle kendini idare edebiliyordu. Ama günümüzde durum farklı. Çok değerli bir toplumda sadece çoklu kişilik kendini ifade edebilir, tamamlayabilir. Hepimizde yüz tane bastırılmış potansiyel kişilik vardır ve kişiliğimizin dar yolunda ne kadar güçlü adımlarla ilerlersel ilerleyelim, içimizde kişilik çoğaltma arzusu vardır ve bu bastırılmış kişilikler bunu bize herzaman hatırlatırlar, birden fazla kişilik rolü oynamamızı söylerler. (...)

Bizim Batılı prikolojilerimiz (...) sorunu bir tek bütünleştirilmiş kişilik için destek vererek çözmek istiyorlar. Doğal çoklu kişiliğini baskı altına almasını ve diğerlerini kontrol edecek egemen bir tek kişilik oluşturmasını istiyorlar. Bu totaliter çözüme göre, azınlık kişilikleri kontrol altına almak için büyük bir enerji gerekecektir.
Normal kişilik sürekli isyan halindedir. (...)

Eğer bir insan tutarsızlığı ve güvensizliği konusunda kendine güvenirse, maddelerin süreksizliği, parçalanmış, karmaşık benlikler konusunda söz sahibi olursa, çoklu değerleri olan bir toplumda mutlu olacaktır...(...)

Hepimizin bildiği ve unutmak istediği şeyi, yani insanda çoklu kişilik olduğunu sadece zar terapisi doğruluyor. (...)
Teorik olarak, alışkanlıkları olmayan, tamamen rastgele yaşayan, günde altı yedi kez
yemek yiyen, düzensiz zamanlarda uyuyan, karşı cinslerine rastgele cevap veren tam bir rastgele adama doğru gitmeye çalışıyoruz. (...)
Biz tedavi yöntemimizle iyi-ayarlanmış kederli insanlar yaratmadık. Bizim hayatta kalan otuz bir zar tedavisi hastamız akıl sağlığı bozuk topluma hiç uymadı. Bu nedenle umutluyuz. (...)

Benim insan olmadığımı söylüyorsunuz değil mi? Tamam, ben insanlıktan çıktım. Fakat günümüzdeki insan örneklerine bakarsak, insan değil ifadesi hakaret sayılabilir mi? Sokaklarda, ailelerin içinde, savaşlarda yaşanan insanlık dışı olaylara bakarsak, sizin insanlık dışı ifadeniz benim ahlaksızlığımı değil, sadece hareketlerimin anormalliğini belirtir. (...) Bizim zarlı hareketlerimizin insanlara verdiği acılar, rasyonel, uygar insanların birbirine verdiği acıların yanında hiç kalır. Zar insanları kötülükte amatör sayılırlar. (...)
Siz amaca yönelik, tutarlı, sağlam yapılı acıları tercih ediyorsunuz. Bizim zar emrettiği için sevmemiz, aşkı ifade etmemiz, bunları tesadüfe bağlı olarak yapmamız, sizin insan doğasıyla ilgili hayallerinizi paramparça ediyor" ALINTI