Thursday, May 2, 2013

Biz de Hayır Diyoruz -Eduardo Galeano





“Sorarak keşfettim. Sorarak ve kendime sorarak; yaşadığımız bu gezegen nereden geliyordu, her dakika otuz çocuğun açlıktan ya da hastalıktan ölmesi için her dakika silahlara bir milyon dolar harcayıp hiçbir ceza görmeyen bu dünya nereden geliyordu! Sorarak ve kendime sorarak: Bu dünya, bizim dünyamız, bu mezbaha, bu tımarhane tanrının eseri mi, insanların eseri mi! Hangi geçmiş zamandan doğdu bu şimdiki zaman! Niçin bazı ülkeler diğer ülkelerin sahibine dönüştü, bazı insanlar diğer insanların, erkekler kadınların, kadınlar çocukların, mallar insanların sahiplerine dönüştü!”
Biz Hayır Diyoruz-Eduardo Galeano
Foto: Salgado

Sunuş, Bülent Kale,

Latin Amerika’da militan gazeteciliğin önde gelen isimlerinden Eduardo Galeano çok erken yaşlarda başladı gazeteciliğe. Bu seçkide de yer alan "Bir Otoportre İçin Notlar" adlı yazısında "ilk çizimini 14 yaşında (haftalık sosyalist gazete El Sol'e) yaptığını, boş bir sayfa karşısında ilk paniğini 18 yaşında yaşadığını" söyler. Karşısında ilk paniğini yaşadığı o boş sayfa daha sonra Latin Amerika' nın Uruguay'da yayımlanan efsanevi haftalık gazetesi Marcha'da yayımlanmıştı. 1939'dan, 1974'te diktatörlük tarafından kapatılana kadar tam 35 yıl yayımlanan ve Pablo Neruda'dan Octavio Paz'a, Che Guevara'dan Salvador Allende'ye, Juan Goytisolo'dan Jean

Paul Sartre'a kadar dünya çapında pek çok ismin yazdığı dergi Uruguay'da (ama aslında La Plata'nın hemen öte tarafındaki Arjantin'de de) üç farklı kuşağın oluşumunda büyük rol oynadı. Uruguaylı eleştirmen Ángel Rama'nın "eleştirel kuşak" olarak tanımlayıp üzerine kapsamlı bir deneme kitabı yazdığı son derece politik bir kuşak yarattı. Eduardo Galeano bu eleştirel kuşaktan, kendisini yaratan ustalarıyla beraber (1960-64 yıllarında Marcha'nın yazı işleri müdürlüğünü yaptı) aynı idealler için yazmayı sürdüren bir gazeteciydi, hâlâ da öyle.

Daha sonra 1964'te militanı olduğu MLN-T (Movimiento Nacional de Liberación – Tupamaros) hareketinin yayın organı olan Época gazetesini kurdu ve yönetti. 1973 yılındaki diktatörlüğün ardından 1976'daki darbeye kadar yaşadığı Buenos Aires'te Arjantinli meslektaşları ve Marcha okulundan sürgündeki gazetecilerle kurdukları Crisis'te gazeteciliğe devam etti. Marcha diktatörlük yıllarında Meksiko'da aylık olarak Cuadernos de Marcha adıyla yayımlanırken de, diktatörlüğün ardından, doğduğu ülkede (derginin kurucusu Carlos Quijano'nun ailesi karşı çıktığı için) Brecha adıyla yeniden yayın hayatına başlayınca da katkıda bulunmayı sürdürdü, sürdürüyor.

Kendisiyle yapılan söyleşilerde ve yazılarında şaka yollu Uruguay kahvelerinde Latin Amerika'ya özgü inanılmaz hikâyeler dinleyerek büyüdüğünü söyler ki doğrudur, ancak formasyonunu, bütün yazılarını temellendirdiği o insan odaklı bakış açısını, karamsarlıktan beslenen sonsuz umudunu, çalışma disiplinini, yıllar içinde yarattığı üslubunun temellerini Marcha'da edindiğini söylemek gerekir. Bu anlamda, bu yetileri kazanmasına büyük emeği geçmiş iki ustasından biri Marcha'nın kurucusu ve yayın yönetmeni Don Carlos Quijano, diğeri de Latin Amerika edebiyatının en özgün isimlerinden Uruguaylı yazar Don Juan Carlos Onetti'dir.

Galeano, 1981 Temmuzu'nda diktatörlük yüzünden Meksiko'da yine Don Carlos Quijano'nun yönetiminde çıkan Cuadernos de Marcha'nın yıldönümüne bir mektupla katılır ve 20 yıl önce omuz omuza çalışarak gazeteciliği öğrendiği ustasına dünyanın dört bir yanına dağılmış olmanın hüznü ve Uruguaylılara özgü bir melankoliyle şöyle seslenir: "Çok şey gördüm çok şey yaşadım geçen yirmi yılda. Neredeyse hiç saçım kalmadı, ama ne arzum ne azmim azaldı. Ve yazarlık mesleğinin onuruna asla ihanet etmedim: Sizin bize kelimeleriniz ve eylemlerinizle öğrettiğiniz o onur ve sorumluluk duygusuna asla ihanet etmedim." Bu satırlar 26 yıl sonra, bugün de geçerlidirler. Galeano için sözün onuru vardır; insan etten ve kemikten yapılmıştır ama söylediği kelimelerden de yapılmıştır.

Eserleri Türkçeye henüz çevrilmemiş olan Uruguaylı ünlü yazar Juan Carlos Onetti, Marcha'nın yazı işleri müdürü ve aynı zamanda Reuters'in Latin Amerika muhabiriydi. Edebiyat tarihinin en sıra dışı figürlerindendi. Diktatörlük sona erdikten sonra Uruguay'a dönmeyi reddetti. 1994 yılında Madrid'deki evinde öldüğünde on beş senedir yatağında susarak, sigara içerek ve özel bir düzenekle bir hortumun ucundan şarap içerek yaşıyordu. Galeano yirmi yaşından beri tanıdığı ve İspanya'daki sürgün yıllarında sık sık görüştüğü Onetti'yi yakın zamandaki bir belgeselde yine melankoliyle anar: "Çok şey öğrendim Onetti'den. Onetti. Juan Carlos Onetti. Sürekli küfrederdi. Usta, gözlerini tavana diker, sürekli sigara içer, çok az şey söyler ya da hiçbir şey söylemezdi. Ve böyle küfrede küfrede bana yaşamayı hak eden kelimelerin yalnızca sessizlikten daha iyi kelimeler olduğunu öğretti."

Teori Onetti'ye aitti ama yöntem Meksika'dan bir başka ustadan geliyordu: "Baltayla yazıyorum, ona nasıl yazdığını sormuştum, bana baltayla yazıyorum, diye fısıldadı, çünkü böyle fısıldayarak konuşurdu. Yazmayı ondan öğrendim, ben de baltayla yazıyorum." Latin Amerika edebiyatının en önemli isimlerinden, Meksikalı yazar Juan Rulfo'dan bahsediyor Galeano. Yine yakın zamandaki bir söyleşisinde şöyle der: "Üslubumu geliştirmemde ustam Juan Rulfo'nun payı oldu. Onunla dost olma şansına eriştim. Şu arkasında silgisi olan eski kalemlerle yazar gibi yazmak lazım, derdi bana, çünkü ucundan çok arkasıyla yazılır kalemin, yani ekleyerek değil; silerek." Yazmak üzerine kaleme aldığı bir metinde hâlâ ustasının tavsiyelerine sadık olduğunu gösterir: "Aynı metni bir, iki, üç, beş, yirmi farklı şekilde yazarım, her seferinde daha kısa, daha yoğun, düzeltilmiş ve küçültülmüş son hali çıkar ortaya."

"Kısa tutmayı öğrendim," der gazetecilikten edindiği becerileri sıralarken. Ama bazı şeyleri dışarıda bırakarak kısa tutmayı değil: "Beni, bir sürü şey söylemek isteyen biri için elzem olan bir senteze zorladı." Ve gazeteci olmanın getirdiği, yazılarına renk katan çok önemli bir özelliğini daha açık eder: "Gazetecilik seni o küçük çevrenden çıkmaya ve gerçekliğe, başkalarının dansına katılmaya zorlar."

Eleştirmenler, gazeteciliğin, öykünün ve şiirin sınırlarında dolaşan, her üç disiplinden de belli ölçülerde yararlanan üslubuyla dikkat çektiğini söylüyorlar. Her zaman "dansına katıldığı öteki"lerin yanından yazdığını, laf kalabalığını sevmediğini, sessizlikten daha değerli olduğuna inanmadığı sözü asla söylemediğini de belirtmek gerekir. O yoğun, kısa metinlerinin şiirden yoksun olmadığını, gerçekliği anlatırken düşleri de anlattığını, bize gerçeklerimizle düşlerimiz arasındaki kaçınılmaz ilintiyi hissettirdiğini, hayatın öznesi olduğumuzu sürekli hatırlattığını da ekleyelim. Galeano eline geçen her şeyi parçalamakta usta olan, bize sürekli iki seçenekten birini ya da çoğu zaman hiçbirini sunan sistemin gerçek yüzünü ortaya çıkarır ve bizi, sistemin bize sunduğu hayatı yaşamamaya, kendi hayatımızı yapmaya davet eder. Hayat da tıpkı tarih gibi yapılabilen bir şeydir onun metinlerinde.

Ben, son olarak, metinlerinin okuru asla dışarıda bırakmayan bambaşka bir büyüsü olduğunu da söylemek istiyorum. Galeano metinleri bize ne yalnızca dünyanın gidişatı hakkında esaslı bir ders verirler, ne de yalnızca edebiyatın tadı damağımızda kalan lezzetli meyvesinden ikram ederler. Galeano metinleri, konusu ne olursa olsun, okura, bahsi geçen nimetlerden yoksun olmayan, keyifli bir sohbet sunarlar. Konuşan bizimle aynı kaygıları taşıyan, aynı sorulara cevap arayan bir benzeşimizdir. Kendiliğinden bir "biz" ruhu oluşur ve okurla yazar arasında benzerine çok az rast gelinebilecek son derece keyifli, son derece doyurucu bir muhabbet hasıl olur. Büyük saygı duyduğumuz bir yazardır ama aynı zamanda yol arkadaşımızdır, dostumuzdur.

Bu seçkide, gazeteciliğin edebiyatın bir alt kolu olmadığına inanan, başlı başına, hem de en etkililerinden bir edebiyat türü olduğunu savunan Eduardo Galeano'nun çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış 26 yazısına yer verdik. Her biri farklı temaları ele alan ama bizim de "sessizliğe yeğlediğimiz kelimeler ve düşünceler"den oluşan, edebiyatın hakkıyla kullanıldığında gazeteciliği ne denli etkili kılacağını gösteren güçlü metinler bunlar.

İlki Che'nin öldürülmesi üzerine kaleme alınan 1967 tarihli "Büyülü Bir Yaşam İçin Büyülü Bir Ölüm", sonuncusu 2006 Dünya Kupası ve Zidane üzerine yazılan bir metin olan kırk yıla dağılmış bu gazetecilik ürünlerinin her birinin altına –okurun yazarın üslubunda ya da ele aldığı temalardaki farklılıkları ya da sürekliliği takip edebilmesini kolaylaştırmak için– kaleme alındıkları tarihler not düşüldü. Che, Zidane, Salgado, Evo Morales, Latin Amerika edebiyatı, yazarın işlevi, televizyon, beden, işkence, sürgün, Şili, Küba, Bolivya, ABD, emekçiler, eşcinseller, beyazlar, siyahlar, yerliler, Latin Amerika gibi pek çok farklı konuya değinen metinleri seçerken Galeano'nun üslup özelliklerini ve bazı temel konularını –Latin Amerika tutkusu, Amerika'nın gerçek kimliği, dünyanın ve doğanın talanı, halk kültürünü hor gören ve bizi kendimize yabancılaştıran sistemin ifşası gibi– barındıran metinler dışında, politik tarihimizdeki benzerlikler dolayısıyla –askeri darbeler, sürgünler, ardından gelen demokrasi bozuntuları gibi– bizi ülkemiz hakkında düşünmeye sevk eden metinleri de dahil etmeye çalıştık. Bu vesileyle, bu seçkinin oluşmasında yapıcı eleştirileriyle katkılarını esirgemeyen Müge Gürsoy Sökmen'e ve Tuncay Birkan'a teşekkür ederim.

Son olarak, bu seçkiyi oluştururken bizlere büyük keyif ve heyecan veren bir ayrıntıyı da sizlerle paylaşmak isteriz. Seçkide yer alan 1999 tarihli "Çalışanların Hakları Arkeolojik Bir Konu mu?" dahil 2000'li yıllarda yazılmış 11 metin bizzat Eduardo Galeano tarafından seçildi. Onunla farklı kıtalardan da olsa birlikte yayıncılık yapmanın tarifsiz onuruyla, onunla birlikte, büyük bir keyif ve inançla "Biz de hayır diyoruz!"
Metis Yayinlari

Wednesday, May 1, 2013

Bir dil anarşistinin sırları


Bir dil anarşistinin sırları
PERİHAN ÖZCAN ozcanperihan@hotmail.com
Céline’in kendini çırılçıplak ortaya koyduğu bir kitap Profesör Y ile Konuşmalar. Zehirli oklarından yazı dünyası kadar özellikle sinema olmak üzere sanat dünyasının da payını aldığı bir hesaplaşma.
Küçümsemiş, benimsememiş, onaylamamışlardı onu. Adı sanı duyulmamış yazar bozuntusu olarak görmüş, dünyanın en romantik dilini hoyratça kullanmasına ateş püskürmüşlerdi. Kimileri de onu yere göğe sığdıramamıştı ama. Sözlüklerde rastlanmayacak kelimeleri, ancak arka sokaklardaki sefillere, düşkünlere yakıştırılabilecek bir dili yazıya dökme cesareti gösterdiği için övgüler yağdırmışlardı.
Louis-Ferdinand Céline, 1932 yılında yayımlanan ilk romanı Gecenin Sonuna Yolculuk’la Fransa’da edebiyat dünyasını ikiye bölmüştü. Azılı düzen düşmanı kahramanı Bardamu vasıtasıyla dile getirdiği fikirleri değildi mesele. “Anlamadığınız ne varsa odur” dediği, “evrensel boyutta bir soytarılık”tan başka bir şeye benzetemediği savaşa lanetler yağdıracak barış yanlıları vardı şüphesiz. “Tek değerli şey yaşamdır” sözlerini savunacakların sayısı az değildi. Sorun düşüncelerini dile getirme biçimi, kelime seçimleriydi. Savaşmayı “hıyarca” bulduğunu ifade etmesindeydi problem, “anneciğim” diyen askerlerin “geberip kan işerken” nasıl “zırladıklarını” söylemesindeydi. Alışılageldiği üzere estetik değildi cümleleri, saldırgan bir alaycılık vardı üslubunda. Konuştuğu gibi yazıyordu Céline, ağzına geldiği gibi.
Coşku konuşulan sözün içinde
Hararetle tartışanların fark edemediği, öngöremediği şuydu: Birdenbire ortaya çıkıveren bu dil anarşisti, kendine has üslubuyla, pek çok yazarın ilerlemeyi tercih edeceği farklı bir kulvar açmıştı edebiyatta.
Céline ne yaptığının farkındaydı ve sırrını yirmi üç yıl sonra kaleme aldığı Profesör Y ile Konuşmalar’da açıklayacaktı.  Nihayet Türkçeye çevrilen Profesör Y ile Konuşmalar’da Céline’in karşısına oturttuğu, gelmiş geçmiş en güçlü yayıncılardan Gaston Gallimard’ın hayali editörü. Basılı bir kitabı olması için yanıp tutuşan bu kişi bir anlamda kendisine karşı olanları temsil eden bir figür ve Céline onun şahsında bu kesimle kozunu paylaşıyor.
Dili yine küfürbaz, tahrik edici ve müstehzi. “Siz bir şey icat ettim falan dediniz!.. ne icat ettiniz?” diyen editöre “Yazı dilinde coşku” diye karşılık veriyor. “Kâğıda dökmek istiyorsan coşkuyu, konuşma dilinden geçeceksin, başka yolu yok!.. konuşma dilinin hatırasıdır kâğıda dökülen!” Bunu kolaycılık olarak görenlerin lafını ağzına tıkmak için olsagerek, hemen ilave ediyor: “Sonsuz bir sabır ister! Defalarca yazacaksın, düzeltip baştan yazacaksın!”  “Coşku, yalnız ama yalnız, bin bir cefaya karşılık, ‘konuşulan sözün’ içinde yakalanabilir.”
Céline’in kâğıda döktüğü, geldiği geçtiği yerlerde gördüğü, hissettiği “coşku”ydu. Yoksul ailesinin iyi bir eğitim alması için gönderdiği yatılı İngiliz okulunda, on birinde mecburiyetten başladığı çıraklıkta, Birinci Dünya Savaşı sürerken kendini bulduğu cephede, aldığı ölümcül yaralar nedeniyle bağlanan malul maaşını döküp saçtığı birahanelerde yaşamıştı sözünü ettiği “coşku”yu. Çalıştığı kereste şirketinin gönderdiği ve sıtmaya yakalanınca terk etmek zorunda kaldığı Kamerun’da, Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesinde, Milletler Cemiyeti adına çalışırken gezdiği ülkelerde, toplum sağlığı konusunda çalışmak üzere bulunduğu Ford fabrikalarında, Paris’in banliyölerinden Clichy’deki belediye kliniğinde, başka bir banliyöde açtığı muayenehanede tecrübe etmişti bu “coşku”yu.
“Coşku”yu yazıya aktarma biçimini “dile tecavüz” olarak değerlendirenlere öfke kusuyor Céline kitapta. “1932’den bu yana, layıkıyla vurduk dibe, tecavüzcülüğümüz kesmedi, üstüne bir de hain olduk, kesmedi soykırımcı olduk, kesmedi öcü olduk... adını bile anmayacaksın benim gibisinin!..” Donanmada gönüllü doktorluk yaptığı İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa düştükten sonra direniş saflarında yer almadığı, savaşla ilgilenmeyip kendi hayatına döndüğü için “hain” demişlerdi ona.  “Soykırımcılığı” ise savaşın Yahudiler yüzünden çıkacağını, dünyanın bir Yahudi komplosuyla karşı karşıya olduğunu söylemesinden ileri geliyordu. Antisemitist kitapçıklarda dile getirmekten çekinmediği düşünceleri yüzünden yargılanmış ve mahkûm edilmişti Céline. Fakat Naziler tarafından da kabul görmemişti. Çünkü Hitler’in aslında bir Yahudi olduğunu ve dünyayı savaşa sürüklemekten başka bir amacının olmadığını savunuyordu. Céline’i edebiyatın en ilginç yazarlarından biri yapan bir neden de buydu. Savaş karşıtı bir faşist olması!
Argo deyip geçmeyeceksin
Céline hâlâ tartışılan bir yazar. Yahudi düşmanlığı nedeniyle asla bağışlanamayan ama inan denen pisliğin özünü çiğneyip çiğneyip yüzüne tekrar tekrar vurduğu için de görmezden gelinemeyen bir kalem. Sartre, Genet, Le Clézio, Queneau, Beckett, Bukowski, Henry Miller gibi büyük isimlerde etkileri açıkça görülen bir deha.
Fakat o, başka yazarların kendisinden ilham almasını değerlendirirken kızgın: “Kaç defa taklit ettiler be beni, kaç defa çalıp çırptılar benden, kaç defa sırtımdan paraya kondular, tam yedi el yazmamı yaktılar be benim!.. yedi tane, yedi! dur diyemezsin cehalete!..” İçinde küskünlük barındıran bir kızgınlık var sözlerinde: “Ha ama soyup soğana çevirmek serbest tabii. eline sağlık soyanın! dımdızlak bırakacaksın bunun gibisini ortada! ismi var cismi yok, daha hâlâ vızıldanıp duruyor!.. ciğeri beş para etmez herif yaşıyor mu ki lan şu dünyada!”  Birbirinden kopya çeken yazarların başta Goncourt olmak üzere aldıkları ödüllere de laf ediyor, Gecenin Sonuna Yolculuk üzerine aldığı Renaudot Ödülü’nü hiç hatırlamadan: “O reklam ajanslarını, o milyonluk reklamlarını bir ellerinden alsınlar, o kasalarını bir boşaltsınlar, görün o zaman ne yeller esiyor yerlerinde!”
Ona sırtını dönen okur da payını alıyor. “Züppe”, “geri zekâlı” ve “köle ruhlu” bulduğu Fransız okurun kendi arzusuyla “zokaya geldiğini” söylemekten geri durmuyor. Kendine özgü olduğunu yinelerken küfürbazlığın ince ayarına da vurgu yapıyor: “Netice, argo deyip geçmeyeceksin, işe yarar! muhakkak yarar!.. aynı baharat mevzuu... hiç mi koymadın? o çorbadan hayır gelmez!.. fazla mı koydun. artık hiç hayır gelmez!.. kıvamını tutturmakta maharet!”
Altmış yedi yıl süren yaşam macerasının son on senesini kendini çaresiz ve işe yaramaz hissederek geçiren, son romanı Rigadon’u bitirmesini takiben geçirdiği felç sonucu ölen Céline’in kendini çırılçıplak ortaya koyduğu bir kitap Profesör Y ile Konuşmalar. Céline’in zehirli oklarından yazı dünyası kadar özellikle sinema olmak üzere sanat dünyasının da payını aldığı bir hesaplaşma.
Ömer Erdem’in Céline yazısı için
Ne fayton sahnesiymiş arkadaş
Céline, sinema ile ilgili de bazı tespitlerde bulunuyor: “Topunu salla! ömür tükettiler bir Madame Bovary’yi idrak etmeye, hâlâ cebelleşiyorlar, ne fayton sahnesiymiş arkadaş... bir Bovary, bir de Boule de Suif!.. çektikleri kopya bile bir boka benzemiyor... bir adım öteye gidecek yetenek yok heriflerde... hissiyatları gelişmemiş... daha beteri, gelişmeyecek!...”
Geberip gideceğim o zaman konuşacak
Céline, yayıncısına da tepkili:
“— Peki nasıl oluyor da, neden Gallimard Beyefendi sizin kitaplarınızdan hiçbir yerde bahsetmiyor?
        Eh adamın tarzı bu!.. taktik icabı!.. ben geberip gideceğim, o zaman konuşacak!
        O kadar yaşar mı?
        Hepimizi gömer... bünyeyi yormuyor ki...
        Eh şimdi ne olacak?... siz hayattayken?.. ne yapıyor kitaplarınızı?
        Tıkmıştır mağarasının dibine!.. pek güzel muhafaza eder!.. daha binlercesi... kaç binlercesi duruyordur orada öyle!.. stokluyor herhâlde!”

PROFESÖR Y İLE KONUŞMALAR
Louis-Ferdinand Céline
Çeviren: Ayberk Erkay
Yapı Kredi Yayınları
2013, 104 sayfa, 12 TL.