Wednesday, August 22, 2012

Dört köşeli üçgenin evreni

Salâh Birsel'in tek romanı 'Dört Köşeli Üçgen', başka bir örneği olmayan, edebiyatımızda hiçbir romanla karşılaştıramayacağımız alegorik bir eser

Dört köşeli üçgenin evreni
Çağdaş dilimizin gelişmesinde önemli rol oynayan yazarlardan Sal h Birsel, bu romanda da nefis deyimler ve sözcükler kullanmış.




Melih Cevdet Anday ve Salâh Birsel gençlik yıllarımın en sevilen yazarlarıydı. Denemeleriyle şiirleri çok okunur ve bilinirdi ama şimdi bakıyorum, ikisinin de romanları göz ardı edilmiş. Neyse ki son yıllarda tüm eserleriyle yeniden basılmaya başlandılar. Salâh Birsel’in tek romanı, edebiyatımızda eşi benzeri bulunmayan ‘Dört Köşeli Üçgen’ de geçen hafta yeniden yayımlandı.
‘Dört Köşeli Üçgen’ adından da anlaşılacağı gibi paradoks üzerine kurulu bir roman. Tütün Yaprakevi adlı bir tütün fabrikasının deposunda çalışan anlatıcı, kendisini gözlemci, hatta “uluslararası gözlemci” olarak tanıtarak başlar anlatmaya. Adını hiç öğrenmediğimiz anlatıcının zihni, hiç durmadan algılarını kaydediyordur. Sürekli, uyurken bile, dünyayı gözlemlediğini söyler. Amacı, aslında romanın da bir bakıma amacı, matematik kesinlik diye bir şeyin olmadığını kanıtlamaktır çünkü matematik kesinlik dünyadaki mutluluğun nedenidir. İnsan kendi zihninin yarattığı kesinliği, doğa kanunu sanmakla ve doğada kesinlik olduğunu varsaymakla hata mı ediyordur?
Gözlemci, sokaklarda, işyerlerinde, evlerin içinde, insanların nasıl yaşadıklarını izler sürekli. Her yer gözlemcinin çalışma alanıdır ve elbette zamanla her şeyi izlemesi ve görmek istemesi başına belalar açar. Önce kadınlar tuvaletinde kadınları izlediği için, ardından da müdürün çalışanlardan birinin karısıyla ilişkisini ortaya çıkardığı ve kavgalara neden olduğu için işinden kovulur. Garip ve hastalıklı akıl yürütmesi yüzünden insanlarla anlaşamaz. Doğrusu, kimse onu tam anlamaz. Onun gözünde yaptıkları suç değil, özgürlüklerin kullanılmasıdır. İnsanın en doğal özgürlüğü olan algılama, sınır tanımamalıdır. Duyuları açık varlıklar olduğumuz için, bu konuda haklı sayılır fakat gözlemlenmek herkesin istediği bir şey değildir kuşkusuz. Girdiği her işten kısa zamanda atılır.
Salâh Birsel gözlemcinin ruh hali üzerinde durmaz; roman da bu saçma sapan argümanları yaratan adamın ruh hali, ilginçliği ya da özgürlük düşünceleri hakkında değildir. Anlatıcıyı normalleştirme gibi bir derdi yoktur Birsel’in, ayrıca okura onu sempatik göstermek ya da anlayış bekleme gibi bir derdi de yoktur. Roman, matematiksel doğruların olmadığı bir dünyada (ya da bir zihinde) hayatın nasıl algılanabileceği ile ilgilidir. Dört köşeli üçgenin var olduğu bir evrendir bu. Aslında, teorik olarak, evrendeki her şey aynı anda algılayabilse, kuantum fiziğin de bize gösterdiği gibi gerçeklik çelişik olabilir.

Zenon paradoksları
Konu bu noktada bizi ilkçağ filozofu Zenon’a getirir. Evren, bir başka ilkçağ filozofu, Zenon’un yakın dostu, Parmenides’in teklik felsefesindeki gibi bir bütün olarak algılanabilir mi? Zenon’un paradoksları, bir bütün olarak algılamaya karşı geliştirilen çoğulcu teorilere karşı ortaya konmuş zihin egzersizleridir. Zenon, Parmenides’in felsefesini doğrudan savunmak yerine, ona saldıran çoğulcu teorileri çürütmek için bu yolu seçmiştir. Bu yazıda Zenon’un çok sayıdaki paradokslarını detaylı olarak ele almaya yer olmadığı için (ama meraklı okurlar Zenon’u biraz araştırırlarsa romandan ayrı bir zevk alacaklar) sadece zaman ve uzamı sonsuza dek bölerek çoğulcu algılamanın sınırlarını nasıl zorladığını gösterdiğini anlatmakla yetinelim.
Roman kahramanı tam da Zenon gibi, önce zamanı bölerek başlar. İlk satırlarda günün yirmi dört saati gözlem yaptığını söyler ama ilerleyen sayfalarda günün kırk sekiz saati, yetmiş iki saati ve doksan altı saati boyunca gözlem yaptığını söyler. Günü ve algılarını, sonsuza dek bölebileceğini fark etmesiyle, gözlemlerini sonsuza kadar çoğaltmaya başlar. Sadece dış dünyayı algılamakla yetinmez, dış dünyayı gözlemlerken kendi gözlemlerini de gözlemler. Elbette bu da sonsuza dek süren bir zincir çıkarır önünde. Gözlemleyen benliğini gözlemleyen benlik, bu ikinci gözlemleyen benliği de gözlemlemeye başlar ve bu da sonsuza dek götürür kahramanı. Bunları yaparken başı bir beladan diğerine girer. Bazıları komik, bazıları absürt olaylar yaşar. Çeşitli işlere girer ama hepsinden ya kovulur ya da insanların saldırısını uğrar ve kaçmak zorunda kalır.
Salâh Birsel, düşünce paradokslarını romanın her satırında hissettirir. Örneğin kahraman eve geldiğinde elektrik düğmesini açar ama oda aydınlanmaz. Bu olayı açıklamaz ama felsefe öğrencileri burada yazarın Zenon’un bir başka paradoksuna gönderme yaptığını anlar. Sonsuza kadar bölünmeler burada da söz konusudur. Yine sonsuz zaman bölünmesi yüzünden açtığı elektrik düğmesi, ampulün yanmasını geciktirir. Kahraman bu durumda karanlık bir odada yatağa girmek zorunda kalır ve yatakta onu bekleyen kediyi, ona ayağı değince fark eder. Bu sayede duyularının tamamını kullanmayı akıl eder. Sadece görerek değil, tüm duyularını kullanarak gözlem yapmaya başlar. Bedeninin her hücresini kullanmaya başlar evreni algılamak için. Her şeyin tadına bakar, her şeyi dinler (kadınların karınlarını dinlemek gibi), yanarken neler hissedilir merak ettiği için bir adamı yakmaya bile kalkar.

Romanın ardından
Salâh Birsel’in neredeyse tüm eserleri hakkında yazılmış çok sayıda eleştiri yazısı olmasına rağmen, 1957’de yazdığı, 1985’de yayımlattığı ‘Dört Köşeli Üçgen’ nedendir bilinmez, çok az ilgi görmüş. Hakkında az yazılmış, fazla baskısı yapılmamış. Selim İleri bir yazısında (Zaman, 10 Eylül 2011) “Edebiyatçılar, tiyatrocular biraz da o, ‘tiyatro ve edebiyatımızın iç yapısını yansıtan’ bölümlerden hoşlanmamışlardır” diye açıklıyor bu ilgisizliği. Bir başka neden belki de bu romanın zamanından önce yazılmış olmasıdır. Başka bir örneği olmayan, edebiyatımızda hiçbir romanla karşılaştıramayacağımız alegorik bir eser. Salâh Birsel ayrıca çağdaş dilimizin gelişmesinde önemli rol oynayan yazarlardan biri, bu romanda da nefis deyimler ve sözcükler kullanmış: “beberuhilik” “hoşforoşluk” “konuşu” (diyalog anlamında) “bütün bütüne tartağa, martağa itelemek” “par yanıp, par sönmek” “azlık partisi” (azınlık anlamında) “şandellemek” “sarakaya almak” “yürük teknelerinin sığlıklarda lengerendaz olması” “maytaba almak” ve daha niceleri.
Eleştireceğim tek şey, romanda bir hayli fazla olan baskı hataları. Böylesi önemli bir romanın daha titiz dizilmesi gerekirdi. Bir de, 30-40-50 sene önce yazılmış eserlerdeki “y” yerine “ğ” kullanılmasını, örneğin “almağa” “istemeğe” gibi yazılımları, düzeltmek gerekmez mi? Bunu en azından tartışmaya açmak isterim. Aslında Salâh Birsel’in yeniden basılmasını çok önemsiyorum. Ayrıca yeni nesiller onu nasıl bulacak, acaba yirmili yaşlarda etkilendiğimiz gibi etkilenecekler mi, çok merak ediyorum. Sanırım bu yazı fazlasıyla dağınık ve daldan dala atlayan bir yapıda oldu fakat bunun suçlusu derli toplu yapıya sahip olan roman değil, yarattığı düşüncelerin, alegorilerin, simgelerin, esprilerin fazla olması.

DÖRT KÖŞELİ ÜÇGEN
Salâh Birsel
Sel Yayınları, 2012, 128 sayfa, 10 TL.

Tuesday, August 21, 2012

“Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı”


15 Mart’ta 70 yıl olacak Tomris Uyar doğalı. Oysa o, 4 Temmuz 2003’ten beri 62 yaşında... İlk kitabının da 40. yıldönümünde belki onunla hiç karşılaşmamış olanlar için ipuçları taşır bu yazı; Tomris Uyar ‘değer’ hayatlarına...


Bu, zor bir yazı. Hem titreyen bir elle yazılıyor hem de özlem dolu bir yürekle... Yedi yıl önce kavurucu bir Temmuz günü gördüm onu en son. Gayrettepe’de bir hastane odasında. İki gün önce çevresindeki herkes gibi beni de karşısına almış, veda etmişti. Bu ‘son’ onun kararıydı çünkü...
Tıpkı ‘ruh arkadaşı’ Virginia Woolf’un dediği gibi: “Kendimi üstüne fırlatacağım ölüm; boyun eğmeksizin ve yenilmeksizin”.
O, Tomris Uyar’dı. Ve bu yazı, şu cümlesine rağmen yazılıyor: “Yaşam öykümün yazılmasını istemem. Kendi üzerime düşünmeyi bu kadar önemli saymıyorum”.
15 Mart’ta 70 yıl olacak Tomris Uyar doğalı. Oysa o, 4 Temmuz 2003’ten beri 62 yaşında...
O benim ‘hocam’ ve arkadaşımdı. Evde öykü çalıştığı ‘şanslı’lardan biriydim. Aslında Bilgi Üniversitesi’nde açtığı “Kıyıdan Açılmak” atölyesinde tanıştık. Tam da onu anlatıyordu atölyenin adı. Güvenli, kuralları belli, çerçevesi çizili kıyı yerine açık denizi tercih ederdi hep. Özgürlüğü... Bağımsızlığı... Güçlü olmayı...
Edebiyatıyla tanımıştım onu önce. İlk okuduğum kitabı “Yürekte Bukağı”ydı. Sarsılmıştım. Dilindeki duruluk ve keskinlik büyülemişti beni. Sonra “Aramızdaki Şey”, sonra “Dizboyu Papatyalar”, “Otuzların Kadını”... Ve diğerleri...
Yazarlarla tanışmak tehlikelidir. Satırlarıyla kişiliği arasında uyum olmaz bazen, hem hayal kırıklığına uğrar hem de lezzetli okumalarınızı bir eksiltmiş olursunuz. Gereksiz bir risk... Ama bazen de müthiş bir buluşma yaşanır. Yazılan, yazan ve okuyan arasında... Bizimki öyle bir buluşmaydı. Kısa sürdü.
Şimdi, 70. yaş günü vesilesiyle Tomris Uyar’ı anlatmaya oturdum. Öykücülüğünü değerlendirmeye kalkışacak kadar şuursuz değilim. Haddimi biliyorum. Kitaplar orada duruyor zaten, “Gündökümleri” ve çevirileri de... Belki onunla hiç karşılaşmamış olanlar için ipuçları taşır bu yazı; Tomris Uyar ‘değer’ hayatlarına... Değil mi ancak sizi hatırlayan son kişi öldüğünde ölürsünüz, Tomris Uyar’ın ömrünü uzatırız belki 70. yaş gününde...

“ÖYKÜ BİR ANDIR”
15 Mart 1941’de İstanbul’da doğdu Tomris Uyar. Anne Celile Hanım da, baba Ali Fuat Gedik de hukuk mezunuydu. Babasının bir şiir kitabı, annesinin yayımlanmamış çevirileri vardı. Edebiyata düşkün bir aileydi onlarınki. Kışları Talimhane’de, yazları yıllar sonra da Tomris Uyar’ın dilinden düşmeyecek Büyükdere’de yaşadılar. Huzurlu bir hayat olduğu söylenemezdi; anneyle baba geçinemiyordu. Ne Tomris ne de kardeşi Süleyman’ın hafızasında ‘mutlu bir çocukluk’ olarak kalacak yılların sonunda boşandılar.
Tomris Uyar, Arnavutköy Kız Koleji’nde okudu. Henüz ortaokuldayken karar vermişti ‘öykücü’ olmaya. Çünkü “Öykü, bir insanın hayatındaki bir ânı ele alıp onun ışığında, o kişinin vereceği kararların, yaşayacağı değişimin ve hayatının alacağı yönün işlenmesi”ydi. Ona göre “öykü bir andı, bir oda yani...”
‘Oda’ tesadüfen seçilmiş bir benzetme değil burada. Zaten Tomris Uyar’ın dilinde nasıl bir tesadüf olabilir ki? Her sözcüğü taammüden edilmiş bir yazardı o. Derslerine de ‘oda’ ile başlardı. İlk ödev buydu: ‘Oda’yı yazmak. Tıpkı Virginia Woolf’ta olduğu gibi, onda da bir ‘oda meselesi’ vardı. Yazma koşullarının getirdiği bir meseleydi bu. Uzun yıllar ‘kendine ait bir oda’sı yoktu çünkü. Olduktan sonra da kullanamamıştı: “Çalışma odam hiçbir yere bakmıyor, çıt çıkmıyor, aklıma hiçbir şey gelmiyor”. Alışmıştı bir kere, hayat bir yandan aksın isterdi. Yaşayan bir dünya içinde yazmalıydı: “Postacı gelir, çocuk su ister, konuklar ansızın bastırır, ben o arada çalışırım işte”.
Kolejden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Ama ne yapacağı çoktan belliydi: Yazacaktı. Ama onun için önce öykü değil, çeviri vardı. Nedenini şöyle anlattı: “Çeviriyi seçmemin nedeni İngilizceyi daha iyi öğrenmek değil, Türkçede dilimin kıvraklığını, esnekliğini sınamaktı. Öyküye daha sonra cesaretlendim.”

ŞAHSİYET RÖTARI
Hâl böyleyken çevirilerle başladı imzasını göstermeye, ki o imza R. Tomris’ti. Kimilerine göre babaannesi Rafia’dan geliyordu bu “R” kimileri de Richard Tomris diye eğleniyordu. İlk imzası, Varlık dergisinde 1962’de yayımlandı; Tagore’den “Şekerden Bebek” çevirisiyle.
O sıralarda soyadı Tamer’di aslında. Şair Ülkü Tamer’in eşi Tomris Tamer’di. Trajik bir hikayeye evrilen evlilikleri, ikisi de kolejden mezun olur olmaz başlamıştı. Bir de kızları olmuştu, Ekin. Ancak Ekin, henüz birkaç aylıkken sütten boğuldu. “Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” milatlardan biriydi, ayrıldılar.
Bir şair daha girdi hayatına, Cemal Süreya. Bambaşka bir ilişkiydi bu... Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlıyordu Süreya. Bir gün Tomris Uyar, “Biraz gez dolaş” dedi, “Arkadaşlarınla buluş”. Ertesi gün geç geldi Cemal Süreya, daha ertesi gün de, art arda geç geldi. Bu akşamlardan birinde örtü silkmek için pencereyi açan Tomris Uyar, apartmanın girişinde oturan Cemal Süreya’yı gördü ve gerçek ortaya çıktı: Her akşam iş çıkışı eve geliyor, ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya. Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: “Şahsiyet rötarı”.
Onun için her şeyin bir adı vardı. İkinci eşi Turgut Uyar’la birlikte çevirdikleri Lucretius “Lükrettin”di söz gelimi; hesap makinesi “Hafız”, son günlerinde sıklıkla buluştuğu radyoloji cihazı ise hayır getirmesi beklendiğinden “Hayrullah”...
Belki de bu nedenle Edip Cansever ona “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı” diye seslenmişti o meşhur “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir”de; “Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene”...
Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever... Hiç şiir yazmadığı halde İkinci Yeni’nin olmazsa olmazıydı Tomris Uyar. Hatta İkinci Yeni’nin kraliçesiydi o. Ama aralarında Edip Cansever’den daha çok etkilendiğini açık açık söylerdi: “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair”.

İLK DOSYASI YANDI
İlk öykü dosyası “Suya Yazılı”yı bitirdiğinde tarih 1967’ydi. Adı, dosyanın kaderini de çizdi, “Suya Yazılı”nın tek kopyası, Cemal Süreya ile birlikte çıkardıkları Papirüs dergisi yangınında kül oldu. Geriye yalnızca 1965’te Türk Dili dergisinde yayımlanan “Kristin” adındaki öyküsü kaldı. Ne o dosyayı ne de aynı yangında yok olan, Dos Passos’un “USA” çevirisinin 100 sayfasını yeniden yazmayı düşündü. Öyle biriydi çünkü, giden gitmiştir. Nokta.
Bu kadar ciddiye alınacak şeyler değildi bunlar. Açık açık da söyleyecekti: “Yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez.”
Kendisini ciddiye almakla da meselesi vardı. Sağlıklı yaşamak gibi bir derdi yoktu bir kere: “İnsan hayatının üstüne titreyerek korunacak bir şey olmadığına inanıyorum”. Feyza Hepçilingirler de bu tavrını destekleyecekti: “Tomris uzun yaşamak isteseydi, yaşadığı gibi yaşamazdı zaten”.
“Suya Yazılı”nın akıbetinden sonra, yayımlanan ilk kitabı “İpek ve Bakır” oldu. Yıl 1971’di. Artık Turgut Uyar ile evliydi ve oğul Turgut’un annesiydi.
“İpek ve Bakır” onu anlatan bir addı sanki. İpek kadar asil, bakır kadar dayanıklı... Bunun ardından  gelen kitaplar da  onu anlattı: “Ödeşmeler” (1973), “Dizboyu Papatyalar” (1975), “Yürekte Bukağı” (1979), “Yaz Düşleri Düş Kışları” (1981)... Kadınların dünyası ağırlıktaydı bu kitaplarda. Buruk ve kırgın anlar, toplumsal dönüşümler... Şiirsel dili İkinci Yeni’nin ruhunu taşıyordu.
Ama yazmak onun için her şeyden önce yenilenmekti. Temel izlekleri her daim baskıya karşı çıkma ve ödeşmeydi; ama teknik olarak yeni bir mecraya doğru akmalıydı öyküleri: “Kendimi tekrar etmek istemiyorum. O yüzden gittikçe güçleşiyor öykü yazmak“.
Kendini ‘profesyonel bir yazar’ olarak tanımladı hep. Bir meslekti bu, duygusal yaklaşmaya gerek yoktu. “Yazmak/ yazı, yazarlıktan daha önemli”ydi. “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” sorusuna cevap vermeliydi öncelikle. Gönül çelmek ya da ‘iyi gelmek’ için yazmak gibi bir derdi hele hiç yoktu. “Yaşadığım ülkede ferahlatıcı yazılar yazılabileceğine inanmıyorum” diyordu, “Oyalayıcı bir şeyler yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.”

YORUM OKURA AİT
“Gecegezen Kızlar”da (1983) daha önce “Şahmeran Hikayesi”nde yaptığını ileriye götürdü, masal kahramanlarını günümüze getirdi. “Dön Geri Bak” (1985) ve “Yaza Yolculuk”ta (1986) ise yazar da bir öykü kahramanıydı. 1990 tarihli “Sekizinci Günah”, en büyük özelliklerinden birini, ironisini bonkörce kullandığı bir kitap olarak buluştu okurla.
“Otuzların Kadını” (1992) ise bana imzaladığı gibi “hayatının kitabı”ydı. O kadın, annesiydi. Dönemin kadınlarını anlattığı, bulmaca gibi bir kitaptı bu. Uzun bir öykü... Sonra her zamankinden fazla bir süre, altı yıl girdi araya. Ve “Aramızdaki Şey” kırmızı temasıyla çıkageldi. Bir öyküde kırmızı bir elbise, diğerinde kan pıhtısı olarak...
Ve son kitap, “Güzel Yazı Defteri” (2002)... İletişimsizliği, Tomris Uyar’ın yaşadığı toplumla arasının iyiden iyiye açıldığını apaçık gösteren bir uzun öykü. Kendi kendine ve öykülerinde  sorduğu soruların buluşması. On bir kitaplık külliyatın sonundaki halka.
Tomris Uyar öykücülüğünü değerlendirmeyi yetkin ellere bırakmakta fayda var. Şöyle anlatıyor Semih Gümüş: “Tomris Uyar’ın konuşmaktan kaçınmayan, hem kendilerini anlatmak için hem de karşılarındaki kişilerle ilişki kurmak ya da tartışıp hesaplaşmak için düşündüklerini seslendiren öykü kişileri var. Öykü, aynı zamanda insanların birbirleriyle konuşarak anlaştıkları bir dünyadır onun için. Ama yazdığı hiçbir öyküde öykü kişilerinin aldıkları yeri boş sözlerle genişletmeye kalkıştıkları görülmez. Kısa ve özlü konuşma tümceleri içinde yoğunlaşmış anlamlara gönderirler okuru. Okura da söylenen sözlerin ardındaki suskuları anlama çabası düşer ki, Tomris Uyar’ın öykülerini okumanın değeri de buradadır. Okura öğretmenlik edecek bir edebiyatı düşünmesi bile olanaksızdır onun: Yorumu okura bırakır.”

SONA DOĞRU
En yakın dostlarından Füsun Akatlı ise “Öykülerinin doğru yaşamak/ yanlış yaşamak üzerine uzun uzun düşündürdüğünü, farkına varılmaksızın benimsenmiş değer yargılarını adamakıllı silkelediğini de söylemeliyim” diyor: “Kişilerinin değer bilincini, yaşamlarının mihenginden geçirerek irdelemektedir Uyar. Onun öykülerindeki, her biri insanlık cevherini başka bir katmanında saklayan karakterler kimlerdir? Sahip çıkılmayanlar, sahip çıkamayanlar, umarsızlar, yaşamaya özenenler, bir şeyleri kendilerine yediremeyenler, yaşamın köşeye kıstırdıkları, alışkanlıklara tutsak olanlar, kendine yabancılaşanlar, tükenenler, sıradanlığın usul güvenini taşıyanlar, kendini salıverenler, tutunmak isteyenler ve tutunmamak isteyenler... Hepsi, bütün bu yaşantılarla baskın verirler Tomris Uyar’ı okuyanlara.”
“Güzel Yazı Defteri” yayımlandıktan sonra aklında korku öyküleri yazmak vardı. Zaman yetmedi. 2003’ün bahar aylarıydı. Telefon, onun sesi: “Yemek borusu kanseriymişim”.  Sonrası hızlı, çok hızlı. “İyi gidiyor” diye sevinilen radyoterapi seansları, yılların alkol yükü ve siroz tecrübesiyle takati kalmayan karaciğerin havlu atması, apar topar kaldırılan hastanede geçen haftalar... Her geçen gün bir parça daha ‘giderek’ ama hep Tomris kalarak...
Gözlerindeki ışıltı hiç eksilmedi, zaman zaman yıkıcı bir hâl alan zekası hastalıktan hiç etkilenmedi. Acılarına rağmen sarkastik mizahı yerli yerindeydi. Hele ki cesareti... Onu hiç terk etmedi. Kendisi ufak tefek, yüreği dev gibi bir kadındı.
Arkadaşımdı. Hocamdı.
Gündökümlerinden birinde şöyle diyordu: “Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez. İlaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.”
Ama olmadı. Toplum haklı çıktı; Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever’le aynı yaşlarda çekip gitti. Onların yanına... n

“Hayatta olur, edebiyatta olmaz”
Öykü yazmak konusunda da bildiğini öğretmekten hiç çekinmedi. Uyar derslerin yanı sıra yazdığı yazılarla da ‘formül’ü söyledi hep. Öykü yazdığı kadar, ‘öykü yazmak’ üzerine de kafa yordu. Teorisi üzerinde çalıştı. Bir zanaat olarak da öyküyü nasıl ileriye taşıyabileceğini araştırdı durdu.
Öykü onun için şuydu: “Zaten hayatın anlaşılır pek bir yanı yoktur. Düzgün bir kurgusu da yoktur. Hayatta herkesin başına bir saksı düşebilir, ama öyküde yeterince nedeniniz olmalıdır”.
Derslerde en sık duyduğum sözlerden biri de şuydu: “Hayatta olur, edebiyatta olmaz”.
Artık aktarılan ya da duyulan olaya ‘hikâye’, özel bir biçemden geçmiş yazılı metne öykü diyorum” diyordu Mottosu ise şuydu: “Edebiyatta önemli olan inandırıcılıktır;  içtenlik ya da sahicilik değil.”

“Çevirdiği yazarın fotoğrafını masasına koyardı”
Tomris Uyar’ın edebiyattaki tahtlarından biri öyküyse, diğerleri de gündökümleri ve çevirilerdi. Günlerini dökmeye 1975’de başladı. “Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları (1975-1980)”ydı ilk kitap. Kendini ‘uyumsuz’ olarak tanımlamıştı. Ama onun ardından yazdığı yazıda Ferit Edgü buna itiraz edecek, “Bence uyumsuz değil aykırıydı” diyecekti. İkinci kitabın adını “Günlerin Tortusu (1980-1984)” koydu. Sonra “Yazılı Günler (1985-1988)”, “Tanışma Günleri/ Anları (1989-1995) geldi. Bu kitapta günleri tarih sırası gözetmeden sıralamayı yeğlemişti. Okur bazı ipuçlarını kullanarak tarihleri kestirebilirdi de, “Acaba yaşadıklarını anımsatmamak daha büyük bir incelik mi olurdu?”
20 yılı kapsayan gündökümleri, Yapı Kredi Yayınları tarafından iki kitapta toplandı. Adı yine “Bir Uyumsuzun Notları” oldu.
Çeviri ise, öyküden de gündökümlerinden de önce başlayan bir işti Tomris Uyar için. Gündökümlerinde çeviri süreçlerini bir bir yazdı. Başlı başına birer hikayeydi aslında bunlar.
En çok kendisini rahatsız hissettiren metinleri çevirirken rahat ediyordu. Favorisi ise elbette Virgina Woolf’tu. Meydan okuma getiriyordu onu çevirmek. Bir de götürdükleri vardı: “Yığınla hikâyemi elimden almış, bir o kadarına da kaynaklık etmiş bir çeviriyi gözden geçiriyorum, yayına hazırlıyorum sonunda. Virginia Woolf’un ‘Mrs. Dalloway’i bu roman.”
Çevirdiği yazarın fotoğrafını masasına koyarak başlardı. Dostlarının kimler olduğunu, nerelere girip çıktığını, neleri sevdiğini öğrenirdi. Ancak bu şekilde o yazarın Türkçede ‘nerede durduğunu’ keşfedebiliyordu.
Tomris Uyar İçin Bir Şiir Kurma Çalışması
seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın
yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi
yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın
perdeler uzundu, rüzgar kısa, masalar üç bacaklı
masalar dört bacaklı, rüzgarlar uzun, perdeleri kısalttın
sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her tür gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın
yıkılan bir kedi bir süre olarak doldurur sesini
seversin bir kanaryanın sesinden çok kendisini
denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın
bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın
seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum, birlikte öyle
Turgut Uyar

KİTAPLARI
-  Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları 1-2”
-  “Yaz Düşleri Düş Kışları”
-  “Yürekte Bukağı”
-  “Aramızdaki Şey”
-  “Yaza Yolculuk”
-  “Otuzların Kadını”
-  “Sekizinci Günah”
-  “Gecegezen Kızlar”
-  “Dizboyu Papatyalar”
-  “Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi”
-  “İpek ve Bakır”
-  “Güzel Yazı Defteri”