05/2016
Rusya’yı
bilemem, ama Underground okuyarak Rusluk nedir, anlamaya çok yaklaşıyoruz.
Post-Sovyet dönemin getirdiği karartı, hayatın baskısını artırması, önceden
akla gelmeyen türlü sorunların yaşamsal önem kazanması. İşsizlik, barınak
sorunu, aç kalmak, hepsinden önemlisi, benliğini koruyabilmek meselesi. Ellili
yaşlarını sürdüren Petroviç’in tutunabilmek için komünalki bozması
apartmanların minicik odamsı dairelerinin bekçiliğini yapması, bir yandan
yazamadan yazarlığını sürdürmesi, Moskova’nın yeraltında benliğini koruma
çabası, akıl hastanesine atılmış dahi-deli kardeşini terk etmek ve sık sıkı
sarılmak arasında gidip geldiği yaşatma mücadelesi. İnsanlar meselesi. Değişen
zamana göre değişen insanlar. İnsanların birbirini yemesi. Çok içmek, çok
sevişmek istemek de içmekten sevişmeye hal kalmaması. Sovyetler daha iyi
değildi, tamam, ama neo-liberalizme dalan Rusya hiç iyi değil. Soruyu şöyle
soralım: 2016 yılında çürümemiş metropol kalmış mıdır. Kenarda kalmayı tercih
edenlerin aslında ileri doğru adım attığını görmüyor muyuz. Konuşmamayı,
yazmamayı, söylememeyi tercih eden
birkaç güzel insan hürmetine devam ediyoruz.
“Yaşamımın
başarısız olmadığını bilmem ve buna inanmam gerekiyordu. Birtakım özel amaçlar
ve yüksek maksatlar uğruna şimdi (bu zamanda ve bu Rusya’da) benim gibilerin,
tanınmadan, isimsiz ve metin yaratma becerisiyle yaşamaları gerektiğine inanmam
gerekiyordu. Underground. Sözsüz yaşamayı denemek, başkaları yaşıyorlar ya,
susarak yaşamak risk midir değil midir; işte bütün mesele bunda ve
ben-ilklerden biriyim. Tanınmazlığımı bir yenilgi olarak görmedim, onlarla
berabere kaldığımızı bile düşünmedim-zaferdi benim için tanınmazlık. “Ben”imin
metinlerimi aşması gerçekliği. Adımımı ileri attım.”
Günay
Kızılırmak Çetao’nun sıpsıkı çevirisinde Çehov’dan mülhem bir boşluk doldurma
çabasına gönderme yapar Makanin. Kitabın yazmayan yazarı her türden edebi
üretkenliği reddeder. Yazarın asli görevinin yazmak olduğu dünyayı çoktan
kaybettik. Yazarın temel görevi artık benliğini kaybetmemek savaşında neler
yapabildiğinde yatıyor. Edebiyatın bize yaşama dair cevap verme iddiasının
ölümünün üzerinden uzun süre geçti. Yazar artık, kenos‘a, hepimizi saran o
büyük boşluğa, sokaklarda, çatılarda, izbe odalarda, apartmanların loş
koridorlarında hayatta kalmaya çalışan o büyük kalabalığa karışmaktadır,
devletin, özel kurumların, sivil derneklerin, zenginlerin, edebiyat
sevicilerin, okurların, bakkalların, barmenlerin desteklediği yazma eylemine
değil, düşkünlüğün içinde ayakta kalmaya çalışırken omuz omuza verdiği,
dayanıştığı insanlara yaklaşmalıdır. Bu mücadele, bu savaş, tabii ki kansız
olamaz. Hayatta kalmak için, özsavunma için gereğinde kan dökmekten kaçınmaz. Dostoyevski’nin
izini takip ederek, edebiyatın yaşama dönüştüğü anda, yazar bizzat elini kana
bular. Makanin’in kahraman olmayı reddeden karakterleri, devlet ve toplumla
sürekli didişirler. Başka bir kitabında Kafkasya meselesini de Rusya’nın genel
geçer bakışının dışında ele alır Makanin. Nazarında, bütün o editörler, dergi
sahipleri, edebiyat patronları, yıllarca yazarları aşağılamaktan, üzerlerinden
şöhret ve para kazanmaktan başka ne yapmışlardır. Devletin birer baskı unsuru
olmanın dışına çıkamayan tüm edebiyat patronlarını lanetler. Bunlar değil
midir, Platanov’u bile bekçi diye kullanan, sokakları süpürten.
Makanin’in ilk
yapıtı, matematik üzerine bir denemeydi. Bir Sovyet askeri üssünün çalışmaları
bünyesinde yayımlanmıştı ve silah teknolojisine dair detaylar içeriyordu. İlk
kitabı Düz Bir Çizgi [1965], yine bu yılların etkisiyle yazılmıştı. İlk romanı
Sesler’den başlayarak, roman, hikaye ve uzun hikayeler yazdı. Düz Bir Çizgi’den
başlayarak, etik meselesi, Makanin için hep önemli oldu. İnsanın kendini
savunması, savunurken düştüğü haller, çoğunlukla birinci tekil anlatımla, kimi
kitaplarında tekrarlanan karakterleriyle öne çıktı. Geçirdiği bir trafik kazası
nedeniyle iki yıl yatalak kalması, bu sürede hastanelerde doktorlarla yaşadığı
kötü tecrübeler ve bir iş sektörüne dönen tıpa karşı duyduğu nefret de
kitaplarında sıklıkla yer buldu.
Ayhan
Geçgin’in Kenarda’sında şehrin çürümüşlüğü arasında gezinen anlatıcı/düşünen insan
da Makanin’in karakterinin ileriye doğru adım atmış halidir. Gezinen artık bir
flaneur değildir, şehrin içinde kaybolan, şehrin akıntısına kapılan değildir,
tıpkı Petroviç gibi, baktığı yerde artık kentin düşmüş alanları vardır sadece.
Şehre uyum sağlamış kalabalıklar artık görünmez olurlar, bizim için artık var
olmayanlardır. Hepimizi saran o bunaltıcı kalabalık, bir yandan içimizde
büyüyen boşluğu besler. Yeraltı artık yer üstündedir. Sadece kendimiz gibi
olanları görürüz. Bu bağlamda Geçgin’in gezineni bir aylak değildir. O daha çok
kendini kentin içinde yok eden ,
değişen, büyüyen şehrin kenarında gezinen, giderek küçülen daireler çizen ve
hiç durmadan hareket ederek hayatta kalan bir varlıktır. Gördüğü, kokladığı,
yaşadığı yazarın konusu olmayacaktır. Koruyabilirse eğer , boşluğuna kapadığı benliğini
sunabilirse, edebiyatın konusu olacaktır. Bu sayede oluşunu sürdürecek,
çürümeden korunacaktır. Türkiye iyi bir ülke değildi tamam, ama neo-liberal
Türkiye de iyi değil. Makanin’in bir kısa öyküsünde bir oğlan, iki büyükanne
arasındaki çirkin aile çekişmesinde bir oyuncak konumundadır. Geçgin’in
Kenarda’sındaki ailenin monotonluğu ve sessizliği, göç sonrası geldikleri
kentte kendilerine yer edinme çabası arasında kendi yollarında silikleşen aile
bireylerinden biri olabilir pekala bu oğlan. Ailenin açıktan ya da gizli,
bilinçsiz ya da isteyerek, kendisine benzetmek istediklerinin sessiz direnişi,
bunu yaparken nefret edilen kentin kalabalığında kaybolmak, büyüyen, dönüşen
şehrin yeni yapıları arasında silinip gitmek.
Kaçış Yolu’unda
da anlatıcı, kalabalıklar arasında kaybolur, nedeni belirsiz toplumsal yıkımın
arasında, kendisini entelektüel gören zihin sokaklardaki pisliğin içinde var
olmaya, ilerlemeye çalışır. Geçgin’in dolanan karakteri tiksintisini sıklıkla
açık etmese de, kentin kötü kokusuna, çöp yığınlarına, çirkinliğine karışır,
dokunmak istemese, kaçınsa da, tüm pisliğin kenarına bir şekilde ilişir.
Underground’da, Petroviç’in kardeşi akıl hastanesinde yitip giderken,
Kenarda’da dayı giderek yeraltına çekilir, illegale yaklaşır, yaklaştıkça,
dolanan anlatıcının belirsiz sempatisini kazanır, uzaklaştıkça benliğine sahip
çıkar. Hem Underground, hem Kenarda’da, anlatıcı hiçbir şey başarmak istemez
aslında, sadece varlıklarını konumlandırmak, sabitlenmek arzusu duyarlar. Yaşam
hızla değişiyordur ve değişim anlatıcıların dışında deviniyordur. Anlatıcılar,
gözler, önünden silinen bu yaşamın matah olmadığını, pas tadı verdiğini belli
eder. Etrafımızda neşeyle akıp gidiyor gözüken farklı ülkelerdeki yaşam, bu iki
yazarın gözünde, “farklı gözükür” ama aslında “ne de olsa aynıdır.”