Friday, January 15, 2016

Faşizmin kefaretini Nobel parasıyla ödemek


Aysu Önen 31-01-2012

Yolcu, Sparta'ya Varırsan Eğer
Heinrich Böll
Can Yayınları
Heinrich Böll’ün Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı, duyguları alt üst eden, insan elinden çıkma vahşetin sahici korkunçluğuyla bir kere daha yüzleştiren, can yakan bir kefaret öyküleri seçkisi. Hafızayı kanırtıyor, unutulmaması gerekenleri tekrar yüzeye taşıyor. İşte bu nedenle konuyu Heinrich Böll’e getirmeden önce, sizi biraz dolandırıp yolu ve lafı uzatacağım.
  
90’ların ikinci yarısında Güney Afrika’da yaşarken havada kefaret ağırlığı vardı. Şimdi, yıllar sonra aklımda kalan yine aynı ağırlık. Güney Afrika, yıllar süren apartheid rejiminin yıkılmasının ardından, ilk demokratik genel seçimini yapmış, Nelson Mandela başkan seçilmişti. Rahip Desmond Tutuliderliğinde, ırkçı beyaz azınlık döneminde işlenen insanlık suçlarının failleriyle, kurbanlarını – ya da kurbanların hayatta kalan yakınlarını - bir araya getiren bir toplumsal günah çıkarma olan Truth and Reconciliation mahkemeleri sürüyordu. Amaç suç ve ceza tespiti değil, itiraf ve af idi. Liderleri barıştı diye, üstelik bunu Nobel Barış Ödülü ile cilaladılar diye, halkın unutması ve affetmesi bekleniyordu. Ama birilerinin bir bedel ödemesi gerekiyordu.

Bu kefaret ağırlığı, Güney Afrika Edebiyatı’nı da esir aldı aslında. Irkçılık teması bir yazgı gibidir Güney Afrikalı yazar için. Yazarlar olmasa, ağlayan sevgili ülkenin sesini dünya nasıl duyacaktır?J.M Coetzee, “eli kolu bağlı, tutuklu edebiyat” diye isabetli bir tanımlama yapar. Eli kolu bağlıdır çünkü ırkçılığın yarattığı insanlık dramını yazmak hem yasak hem zorunluluk hem de sorumluluktur. Bir misyondur. Bu misyonun yazarların yaratıcılıklarını nasıl ipotek altına aldığı apartheid bittikten sonra ortaya çıktı. ’97 yılıydı sanırım, belki daha önce. Johannesburg Goethe Enstitüsü’nde bir yazarlar kongresinde dinleyiciler arasındaydım. Doğu Alman yazar Thomas Brussig faşizmle olan maceralarını paylaşıyor, yıllar sonra Berlin Duvarı yıkıldığında bunu nasıl hicve dökebildiğini anlatıyordu. Dinleyiciler arasından genç bir adamın sorusu duyuluyor birden. “Her şeyin bittiğini görmüyor musunuz? Ne hakkında yazacağız bundan sonra?” 

 Sansür, polis ve beyaz hükümet korkusu artık kalmadığı için ırkçılık hakkında yazmanın tam zamanı olduğu düşünülebilir ama yazarların yaratıcılıklarını ateşleyen, acı ve öfke duymaktı. Beyaz yazarlar, ırkçı beyazların yaptıkları kötülükleri anlatarak büyük beyaz günaha ortak olmaktan kurtulmuşlar; siyah yazarlar kurbanların seslerini duyurarak savaşmışlardı. Sonuç stereotiplerle dolu, aynı temaları işleyen ancak aynılığı sayesinde sesi gür çıkan bir ülke edebiyatı.
Nadine Gordimer şahsında Nobel Edebiyat Ödülü almış bir edebiyat. Irkçılığın göz önündeki etkileri ortadan kayboldu, kırık yaşamlar güya onarıldı ama, kolektif edebiyata katkıda bulunan yazarlar, bireysel seslerini bulamıyorlar. (Nadine Gordimer’in Nobel sonrası eserleri hem daha seyrek hem daha zayıftır. Üstelik hâlâ ırkçılık temaları içerir.) Üstelik politik koşullar değiştiğinde, edebiyatlarını geleceğe taşıyabilme ve de hala işe yarayabilme endişesi bile seziliyordu o günkü yazarlar kongresinde.
  
Bir yazarın politik misyonu bittiğinde, edebi misyonu da biter mi?

 Yazarın politik misyonu olması gerekmiyor elbet. Ancak, kader bu ya, bir coğrafyanın bütün dünyayı etkileyen politik olaylarına tanık olmak, seçim hakkı bırakmıyor. Seçim hakkı bırakmıyor ama, yazarın edebi kaderini kendi belirlemesi mümkün.

Heinrich Böll de içine doğduğu coğrafyayı ve bütün dünyayı etkileyen politik olayları seçmemişti şüphesiz. Tanık olmak istememişti dönemin insanlık dramına. İkinici Dünya Savaşı’nın Nazi Almanya’sı, Böll’ün sırtına teklifsiz bir politik misyon yükledi yine de. Kitaba adını veren “Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer” adlı öyküde Böll, J.M. Coetzee’nin tarif ettiği “eli kolu bağlı olma” halini, gerçekçi ama yer yer Alman dışavurumculuğundan etkilenen bir tarzda anlatıyor. Heinrich Böll’ün öyküyü İkinci Dünya Savaşı sonrası yazdığını bildiğimiz halde, öyküde zaman ve mekan belirtilmemiş. İşte bu zamansızlık, Böll edebiyatının kaderini belirleyecektir.
  
Öyküde, genç bir asker, ağır yaralı olarak, savaş nedeniyle hastaneye çevrilmiş olan bir okula getirilir. Kan kaybetmenin verdiği yarı baygın yarı sanrılı halde nerede olduğunu anlamaya çalışır. Okulun duvarlarına asılı ünlü edebiyatçıların ve düşünürlerin resimleri, koridorlardaki heykelleri sayesinde yerini bulur. Kısa bir süre önce öğrencilik yaptığı okuldadır. Hatta, derme çatma ameliyat masasına paravan olarak kullanılan kara tahtada kendi el yazısı hâlâ silinmeden durmaktadır. Tahtada yazan kehanet gibi bir cümledir. Sanki genç asker kendi mezar taşını yazmıştır daha öğrenciyken, kısa süre sonra öleceğini bilerek. Tahtada, “Yolcu Sparta’ya gelirsen eğer...” yazmaktadır. Bu, Termofil savaşında ölen, şu filmlere de konu olmuş Spartalılar’ın anıt mezarındaki yazıya bir göndermedir. Cümle tahtada yarımdır ve askerin cümlesini asla tamamlayamacağını çünkü iki kolunun da kesildiğini öğrendiğimiz an öykünün en acıklı anıdır.
  
Bu yaralı askerin Böll’ü sembolize ettiğini düşünüyorum. Böll yazar olarak, savaşın kaçınılmaz vahşeti ile ilgili eli kolu bağlı hissetmektedir. Olayları yazarak değiştiremez. O halde tarih, edebiyata bir epigraf olmalıdır sadece. Yazar, o kanlı ameliyat masasından ancak böyle sağ kurtulabilir. Ancak böyle o koridorlarda resimini gördüğü edebiyatçılar arasına girebilir. Heinrich Böll edebi kaderini sanki bu tek öyküyle seçmiş gibidir.


Heinrich Böll’ün öyküleri, insanların savaş denen canavarı ta Spartalılar’dan beri koyunlarında beslemekte olduğunu anlatıyor. Savaşın nedeni, tarafları, kazananları, yenilgiye uğrayanları onu ilgilendirmiyor. Bir tek kaybeden var, o da ademoğlu. Önemsiz insanların gereksiz yer kaplıyormuş gibi görünen ucubeleşmiş hayatları anlatılmakta. Birinci tekil şahıs anlatıcı çoğu kez öykünün en silik kişisi. Hikaye onun başından geçiyormuş gibi görünse de, var olma nedeni felaket günlerine tanıklık etmek, hikayenin içinde dolaşarak okura rehberlik etmek. Birinci tekil şahıs, savaş sonrası yoksulluğu, perişanlığı o kadar benimser ve gerçek bir kabul edişle anlatır ki, anlık br normal düzen buymuş düşüncesine kapılır okur. Ancak sayfadan fırlayacakmışcasına canlı anlatılan tuhaf ikincil karakterler, düzenin kokuşmuşluğunu hatırlatırlar. Hiçbir şey normal değildir.


Kitapta ölüme çok yakın öyküler var. Ölümden anlar önce başlayan, tatlı bir askerlik anısı gibi sımsıcak saran, bir anda ölüm geldiğinde kanı donduran öyküler. Yaşayan ölülerin öyküleri var. Örneğin, gösteri için bıçak atan bir adamın bıçaklarının hedefi olup her gece tekrar tekrar hayatta kalmayı yaşamak sayan adamın öyküsü. Yarım insanların, vücudunun yarısı olmayan insanların öyküleri var. Hayatta kalma öyküleri de var.


Her satırda Böll’ün duyduğu vicdan azabı, suçluluk duygusu derinden hissediliyor. Acıklı ama kendine acındırmayan marur bir duygu hakim. Bu duyguyu kendine ateşleyici güç olarak almış, politik koşullar değişse de, insanı, kurbanlığını ve yenilgilerini yazmayı başararak kendine bir edebi yol çizmiş Böll. 70’li yılları da, 50’li yıllar kadar vicdanında hissetmiş. Değişen Almanya ile değişmiş ama hiç bir zaman toplumun sesi olmaya çalışmamış, unutulmuş bireyin sahiplenicisi olmuş. Böll’ün dünyasında İnsan hep kaybedendir. Toplumsal olayların ve kaderin karşısında güçlüler de, güçsüzler de oyuncaktır. Olaylar, fırsatçı güçlüleri yaratır ama onlar da kaybedendir aslında. Alman usulü mükemmel sistemin dışına attığı her bir kusurlu, sakat, mükemmel olmayan karakter sisteme karşı bir eleştiridir.
  
Herich Böll 1972 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Kitaplarını yazarken hep içinde taşıdığı, Nazi Almanya’sının toplumsal ve politik uygulamaları karışısında duyduğu vicdan azabı ve katolik kilisesine karşı hissettiği hayal kırıkılığı onu eşitsizliklere kurban giden insanlara yardım etmeye itti. Daha sonra Yeşiller partisi üzerinden devlet desteği alan vakıflar arasına da giren Heinrich Böll Stiffnung adlı bir vakıfta anısı yaşıyor. İstanbul şubesi olan vakıf, Güney Afrika’da bugün cok aktif.
  
Güney Afrikalı aktivist yazarlar J. M. Coetzee 2003, Doris Lessing 2007’de, Nobel Edebiyat Ödülü aldılar. Coetzee, hükümetle anlaşamayıp Güney Afrika’yı terketmek zorunda kaldı, Avustralya’da yaşıyor. Doris Lessing Nobel ödülünü aldığını market alışverişinden dönerken onu kapıda bekleyen gazetecilerden öğrendi ve bu ödül onu hiç ilgilendirmedi.


 İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilerin, ırkçı beyaz azınlık yönetimi döneminde apartheid hükümetinin elinden faşizmin birbirinden çirkin iki yüzüyle tanıştı insanlık.  Edebiyat, bu dönemlerin hem en büyük tanığı hem yardım çığılığı, hem özgürlük savaşçısıydı. Heinrich Bölledebiyatını birey etrafında tutup, omuzlarında hissettiği politik sorumluluğu vakfı aracılığıyla topluma ulaştırdı. Güney Afrikalı yazarlar toplumsal bir ülke edebiyatı yaratıp görevleri tamamlanınca bireysel dünyalarına çekildi. En büyük kefareti kim ödedi?

Sunday, January 10, 2016

12 Eylül; Öncesi ve Sonrası Farklı bir Dünya -Laf Evi Serdar Aysev

Serdar Aysev, bölümler için zaman zaman farklı formatlar deniyor, bir bölüm bir senaryo sinopsisi gibi yazılırken, bir diğer bölüm bir tiyatro oyunu formatında, bir diğeri ise masal gibi aktarılıyor.

Laf Evi, 1962 doğumlu Serdar Aysev'in ilk romanı, 1994 yılında bir şiir kitabı yayınlanmış. Kitaptaki kısa özgeçmişinden Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış olduğunu, öğrencilerinin Facebook'ta açtıkları bir sayfadan ise çok sevildiğini ve Ölü Ozanlar Derneği filminde Robin Williams'ın canlandırdığı John Keating'e benzetildiğini öğreniyoruz.

Doğum yılını zikretmemizin nedeni, Aysev'in de 78'liler diye anılan hayatlarının akışı 12 Eylül darbesi ile alt üst olan bir kuşağın mensubu olması. 12 Mart 68'lileri ya da Füruzan'ın aynı adı taşıyan romanı ile söylersek 47'lileri yaman biçmişti. 12 Eylül'ün 12 Mart'tan farkı etkilenen insanların sayısının kıyaslanmayacak kadar fazla oluşu ve aynı zamanda bir toplumu uçtan uca; ekonomisinden, eğitim sistemine, toplumsal ilişkilerinden, siyasi sistemine, anayasasına toptan değiştirme dönüştürme projesi olarak uygulanmaya konmasıdır 68 kuşağı derin yaralarına rağmen birkaç istisna dışında çok kısa sürede zindanlardan kurtulmuş, hayata neredeyse bıraktıkları yerden devam etme olanağına kavuşmuştu. 78'liler için ise durum bambaşkaydı. 12 Eylül, Alice Harikalar Diyarında'nın tavşan deliği gibiydi; öncesi ve sonrası ile o kadar farklı bir dünya... Elbette sonrası sermaye için harikalar diyarı, işçi sınıfı ve devrimciler için ise ülke boyutlarında bir işkencehane ve cezaevi olarak.

Hayatlarında bu denli etkili olan bir olayın edebiyatla uğraşan 78'liler için bu uğraşılarında belirleyici olmaması düşünülemez. Özellikle de ilk eserlerinin bir kişisel 12 Eylül hesaplaşması olması adeta zorunlu gibidir. Darbenin ertesi günü ya da kısa bir süre sonrasında devrimciliği unutup hızla yeni koşullara ayak uydurarak yeni Türkiye'nin ekonomide, siyasette , reklamcılıkta, gazetecilikte yeni elitleri olmayı, onların pek sevdikleri deyimle 'tehdidi fırsata çevirmeyi' başaranları bir yana koyarsak, sermaye olmamakta devrimci ve insan kalmakta inat edenler için 12 Eylül içlerinde her gün yaşamaya devam eden bir olgudur, muhtemelen ölene kadar da kurtulamayacaklardır. O yüzden hep devrimci kalanlar için ne yapıyorlarsa yapsınlar, ilk giriştikleri entelektüel faaliyetin göbeğinden ya da kıyısından köşesinden 12 Eylül'e dokunması kaçınılmazdır.

Laf Evi de bir 12 Eylül romanı olarak sınıflandırılabilir. Anlatının merkezinde 12 Eylül'de tutuklanıp bir süre cezaevinde kalan, sonra tahliye edilen ancak davası henüz sonuçlanmamış Harun ve sevgilisi Zeynep; kocasını, Harun ve kardeşi Oğuz daha küçükken bir iş kazasında kaybeden, sihirbazlık yaparak onlarla birlikte şehirden şehire dolaşmak zorunda kalan Melahat anne buluyor. Elbette Harun'un arkadaşları, işkencede çözülen ve 12 Eylül'ü fırsat bilerek hayali ihracatla zengin olmaya çalışan Bülent, Melahat hanımın iş arkadaşı Zahide gibi yan karakterler de mevcut. 252 sayfalık anlatı 35 bölümden oluşuyor. Yani her bölüm ortalama 7.2 sayfa gibi, ancak boş sayfaları hesaba katarsak ortalama 5-6 sayfa gibi bir sonuç çıkar. Ayrıca her bölümün başında bazen bölüm ile ilgisini kurmakta zorlandığım çoğu uzunca sayılabilecek alıntılar bulunuyor. Aysev, bölümler için zaman zaman farklı formatlar deniyor, bir bölüm bir senaryo sinopsisi gibi yazılırken, bir diğer bölüm bir tiyatro oyunu formatında, bir diğeri ise masal gibi aktarılıyor. Dolayısıyla ortada hem biçimsel hem içeriksel olarak oldukça fazla malzeme bulunuyor. Aysev bu kadar fazla malzemeyi kullanmaya karar vererek zor bir işe kalkışmış. Kendi içlerinde başarılı diyebileceğimiz bu bölümlerin hepsi bir araya geldiğinde ortaya tutarlı, birbirine iyi tutturulmuş bölümlerden oluşan ya da başarıyla teğellenmiş bir roman çıktığını söylemek zor. Hatta bazı bölümlerin neden romanda yer aldığını anlamak güç, ben anlamamış da olabilirim. Romanın orta yerinde bir turna peydah oluyor, sonra yok oluyor, keza 'Hoca' çıkıyor ortaya o da sonrasında iz bırakmıyor. Acaba yazarın sadece onlara söyletmek istedikleri şeyler için mi varlar? Romanın en keyifli bölümü olarak okuduğum babasını arayan çocuğun masalı için de aynı problem söz konusu. Bu kadar farklı denemelerin yer alması ister istemez insana şunu düşündürüyor: acaba bu roman yıllar içinde farklı amaçlarla alınmış notların, bazı denemelerin, taslakların sonunda bir roman oluşturmak amacı ile yan yana getirilmesi ile mi oluştu? Yoksa Aysev'in farklı bir bağlantı planı vardı da o mu gerçekleşmedi, son olasılık da kurgunun gayet başarılı olup benim içinden çıkamamış olmam olabilir. Sonuç başarılı olduğu takdirde elbette romanın oluşum süreci bizi ilgilendirmez, ama okurken ve bittiğinde damağımızda bir eksiklik tadı kalıyor.

Bazı bölümleri okurken Bir Gün Tek Başına ve Vedat Türkali geldi aklıma, maalesef Aysev'in dramatik yapıda, iç dünyaların analizinde Bir Gün Tek Başına'ya yaklaşması mümkün olmamış. Benzerlik bazı bölümlerde seçilen anlatı biçiminden kaynaklanıyor. Romanın altın çağında 19. yüzyıldan aşina olduğumuz klasik tanrı anlatıcı yöntemi. Aysev'i okurken romanın gelişim sürecinde özellikle modernist arayışlarla bazen küçümsenen ve hor görülen bu yöntemin uygulanması en zor yöntemlerden birisi olduğunu düşündüm. Nedeni de şu sanırım: Bu yöntem özellikle diyalog yapısı itibarı ile okuyucu için en bildik, tanıdık hâl, her gün içinde yaşadığı hayatın bire bire canlandırılması çabası olduğu için, eksik ya da başarısız uygulamalarda anlatıya yabancılaşmanın en kolay olduğu yöntem oluyor. İnsan 19 yüzyıl romanının, Fransız, Rus, sonrasında İngiliz klasiklerinin bu çerçevede ne kadar muazzam bir iş başarmış olduğunu bir kez daha idrak ediyor. Aysev de karakterlerini siyasetten, 12 Eylül'den konuşturduğu zamanlarda aksıyor. Ama benzer problemlerin Vedat Türkali kahramanlarında bile olduğunu da belirtelim. Siyaset söylemi roman için içine yedirilmesi en güç içerik belki de.

Yukarıda bölüm başına ortalama sayfa hesabı yapmıştık, ayrıca bölümlerin üslup ve içerik olarak bazen daldan dala zıpladığını belirtmiştik. Bölüm başlarındaki uzun alıntıları da hesaba katınca bu yapının bir sonucu da akıcı bir okuma sürecini engelliyor olması. Hatta bazı bölüm başlarında dört alıntı birden yapılmış. Bazen fazla edebi olmaya çalışmakla birlikte Türkçesi gayet başarılı ve kusursuz. Okuyup okumama tercihi elbette sizindir.

http://kaldirimkultursanat.blogspot.com.au/

  Laf Evi
Serdar Aysev

Ayrıntı Yayınları