Monday, September 15, 2014

Yaşamını İntihar ile Sonlandıran 15 Edebi Şahsiyet

Hayata ve insana dair ayrıntıları yazıya dökme bir tasvir yeteneğinin yanı sıra belirli bir inceliği de gerektirir. Bu incelik, çoğu zaman kopuşları ve hayata dair hayal kırıklıklarını beraberinde getirir.
II. Dünya Savaşı gibi büyük toplumsal felaketlerden, insana dair umutsuzluklardan, mesleki başarısızlıklardan, aşk acılarından “ruhları yaralanan” ve intiharı seçen 15 edebi şahsiyet ve yürek burkan kısa öykülerini sizin için derledik.

Türk Edebiyatının Arka Sokak Çocuğu: Metin Kaçan (1961-2013)

metin - kacan-listelist
Mizah dergilerinde başladığı yazarlık serüvenini 1995 yılında Can Yayınları’ndan çıkan Ağır Roman ile ölümsüzleştiren Metin Kaçan, doğup büyüdüğü İstanbul’un arka sokaklarının kültürüne dair betimlemeleriyle Türk Edebiyatı’nda yer edindi. Mustafa Altıoklar tarafından filme de aktarılan Ağır Roman’da İstanbul’un arka sokaklarındaki suç kültürünü, argoyu ve “yaşamın kıyısındakilerin” kentte varoluş biçimlerini başarıyla yazıya döktü. 1996 yılında bir tecavüz olayı yüzünden tutuklanan ve hüküm giyen Kaçan, toplumdan çekildi ve yazarlık serüveninden koptu. 6 Ocak 2013 tarihinde bindiği taksiyi Boğaziçi Köprüsü’nde durdurarak intihar eden Kaçan’ın cesedi 16 gün sonra Beylikdüzü sahilinde bulundu.

Yazamamanın Getirdiği Ölüm Hali: Virginia Woolf (1882-1941)

Virginia -  Woolf_ listelist
Başta “bilinç akışı” tekniği olmak üzere roman türüne yaptığı özgün katkıların yanı sıra eleştirmen kimliğiyle de tanınan Virgina Woolf, İngiliz Edebiyatı’nın en önemli isimleri arasında yer alıyor. Üretken ve yenilikçi bir yazar olarak Mrs. Dalloway, Deniz Feneri, Orlando, Jacob’un Odası, Dalgalar romanlarının da olduğu çok sayıda çalışmaya imza atan Woolf, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı kasvet, üretkenlik yoksunluğu gibi nedenlerle ruhsal bunalıma girdi ve 28 Mart 1941’de Ouse Nehri’ne ceplerine taş doldurarak atlayarak ve intihar etti.
Kocası Leonard Woolf’a bıraktığı intihar mektubunda ruh halini şu şekilde tasvir etti: “Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç günleri yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum.”

Ölüm Korkusuna Yenilmek: Cesare Pavese (1908-1950)

Cesare Pavese_listelist
Kadınlarla olan sorunlu ilişkisi ve ölüm saplantısı ile tanınan Pavese, yazarlık serüveni boyunca şiir ve romanın yanı sıra Amerikan Edebiyatı’ndan İtalyancaya yaptığı çevirilerle adından söz ettirdi. Mussolini iktidarına karşı yazıları nedeniyle hapis yatan Pavese, 1950 yılında günlüğüne “Artık sabahı da kaplıyor acı” diye not düşerek Torino’daki bir otel odasında çok sayıda uyku hapı içerek yaşamına son verdi.

Dostuna Elveda Ederek Ölüm: Sergei Yesenin (1895-1925)

Sergei Yesenin_listelist
Mayakovski’nin izinden giderek 1917 Ekim Devrimi’nin ateşli savunucuları arasında yer alan Yesenin, Ekim Devrimi ardından rejime yönelik eleştirileri nedeniyle sansüre uğradı. İçkiye olan bağımlılığı ve kadınlarla olan sorunlu ilişkisi nedeniyle psikiyatri tedavisi görmek için bir aylığına akıl hastanesinde kaldı. Noel için hastaneden çıkarılan Yesenin, 27 Aralık 1925’te Moskova’daki İngiltere Oteli’nde odasında kendini asarak intihar etti. Cesedinin yanında, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovski’ye yazdığı veda şiiri bulundu:
Elveda Dostum Elveda
Elveda sevgili dostum, elveda,
Sen kökleri içimde uzanan.
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan.
Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce. Ne keder, ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.

Devrim Yorgunu Bir Şair: Vladimir Vladimiroviç Mayakovski (1893-1930)

Mayakovski_listelist
1917 Ekim Devrimi’nin şairi olarak tanınan Mayakovski, Rus Devrimi’nin sanat alanındaki yansıması olan “Futurizm Akımı”nın öncüllerindendir. Nazım Hikmet’in şiirine de önemli izler bırakan Mayokovski, insanların devrim idealleri karşısındaki inançsızlığı ve umutsuz aşkları nedeniyle 14 Nisan 1930’da Moskova’da intihar etmiştir.
Ölümünün ardından şairin ceketinden çıkan son mektupta şunlar yazmaktadır:
Hepinize!..
İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-
kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil
bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),
ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı.

Fars Topraklarında Kafka Haleti Ruhiyesi: Sâdık Hidâyet (1903-1951)

Sadik Hidayet-listelist
İran Edebiyatı’nın “Kafka”sı olarak tanınan Sadık Hidayet, başta Kör Baykuş olmak üzere düz yazı ve kısa hikâyeleriyle tanınır. Yazarlık serüveni boyunca gerek şah yönetimi gerekse Şii ulema tarafından pek sevilmeyen Hidayet’in eserlerinde melankoli, umutsuzluk ve mistisizm hakimdir. Yazar, 23 yıl önce ilk intihar denemesini gerçekleştirdiği Paris’te, 9 Nisan 1951’de yaşadığı dairede havagazını açarak yaşamına son vermiştir.

Savaşın Getirdiği Karamsarlık ve Ölüm: Stefan Zweig (1881-1942)

Stefan Zweig Lying Dead
Unutulmaz biyografilerin yazarı olan tanınan Stefan Zweig, hümanist, savaş karşıtı düşünceleriyle II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da adından söz ettirmişti. Zweig, gerek Yahudi kimliği gerekse düşünceleri nedeniyle 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Nazi rejiminin hedeflerinden biri oldu. II. Dünya Savaşı sırasında konferans vermek için gittiği Brezilya’ya yerleşen Zweig; Virginia Woolf, Walter Benjamin gibi II. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk ortamından etkilenerek 22 Şubat 1942’de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar ederek hayatına son verdi.

Samurayların İzinde: Yukio Mishima (1925-1970)

Yukio Mishima-listelist
“Denizi Yitiren Denizci”, “Dalgaların Sesi” gibi eserleri ile dünya çapında üne kavuşan Yukio Mishima, samuray kökenli ailesinin aristokratik yaşam tarzından fazlasıyla etkilendi. Yazar, tiyatro oyunundan romana çok farklı alanlarda eser üretmenin yanı sıra Kalkan Örgütü (Tatenokai) adlı bir milliyetçi örgütün liderliğini yaptı. Mishima, 25 Kasım 1970’de dört Kalkan Örgütü üyesi ile birlikte Japon Ordusu’na ait Tokyo’daki Ichigaya Kampını ziyaret etmiş, komutanı rehin aldıktan sonra imparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okuduktan sonra seppuku (geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak intihar etmiştir.

Auschwitz’ten Yaralı Bir Yürek: Primo Levi (1919-1987)

Primo Levi-listelist
Yahudi asıllı İtalyan yazar Primo Levi’nın eserleri, II. Dünya Savaşı sırasında anti-faşist mücadeleye katılması ardından esir düşmesinin ve Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşadığı tutsaklık günlerinin izlerini taşır. Yazarın en önemli kitabı olan “Bunlar da mı insan?”da Levi, Auschwitz’te yaşadıklarını ve “eve dönüş” hikâyesini anlatır. Savaşta yaşadıklarının ardından Tanrı inancını kaybettiğini belirten Levi, 11 Nisan 1987’de 68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar eder.

22’sinde “Delikanlı” Bir Ölüm: Kaan İnce (1970-1992)

kaan-ince -1-listelist
Yukarıdaki fotoğraf Kaan İnce’nin bilinmeyen fotoğraflarının bulunduğu Nizamettin Uğur arşivinden ListeList okuyucusu Can Binali Aydın aracılığıyla tarafımıza ulaştırılmıştır. Nizamettin Bey, İnce’nin edebiyat öğretmenidir. Fotoğraf arşivden ilk önce üç ayda bir çıkarılan edebiyat dergisi “Gülali”de kullanılmak üzere alınmıştır.
22 yıllık kısa yaşamında çok güçlü şiirlere imza atan Kaan İnce, 11 Ağustos 1992 tarihinde, saat 05.00’de Kadıköy Ümit Oteli’ndeki odasından atlayarak yaşamına son verdi. Ölümünün ardından arkadaşları tarafından anısını yaşatmak adına İzlek Yayınevi kurulan İnce, bir şiirinde ölümü şöyle anlattı:
“…
ve ben güzün ağlayacağım
sulara çekileceğim dönerken balıkçılar
yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri
öleceğim
ve ben
…”

Annesinin Kaderinden Kaçan Yazar: Beşir Fuat (1852-1887)

Besir Fuat-listelist
Askerlik kariyerini yarıda bırakarak düşünce dünyasına atılan Beşir Fuat, geç Osmanlı düşünce dünyasının önemli simalarından biridir. Namık Kemal gibi döneminin önemli aydınlarıyla sert polemiklere giren Fuat, Osmanlı’da pozivitizm ve materyalizmin tanıtılmasına önemli katkılarda bulundu. Sinir hastalıklarından mustarip annesinin kaderini paylaşmak istemeyen Fuat, bileklerini keserek intihar etmekle kalmamış, ölümü sırasında hissetiklerini yazıya dökerek tasvir etmiştir.

Sıkıştırılmışlığın Getirdiği Ölüm: Walter Benjamin (1892-1940)

Walter Benjamin_listelist
20. yüzyılın en önemli düşünce akımlarından Frankfurt Okulu’nun temsilcileri arasında yer alan Walter Benjamin, Marksist kültür anlayışının yanı sıra Yahudi kökenleri nedeniyle Nazi Rejimi’nin hedefi olmuştur. Naziler tarafından Paris’e sürgün edilen Benjamin, Almanların Fransa’yı işgal etmesi ardından Gestopu’nun Paris’teki evini basması üzerine 1940’da İspanya’nın Fransa sınırındaki Portbou kentine kaçmış, burada polis tarafından Gestapo’ya teslim edileceğini öğrenince aşırı derecede morfin alarak yaşamını sona erdirmiştir.

30 Yaşında Genç Bir Ölüm: Sylvia Plath (1932-1963)

Sylvia Plath-listelist
Eserleri feminist klasikler arasında gösterilen Sylvia Plath, yazarlık serüveni boyunca, ileri derecede manik depresif rahatsızlıktan mustarip oldu. Ünlü İngiliz şair Ted Hughes ile yaptığı fırtınalı evliliğin son dönemlerinde 30 yaşındayken yaşamına son veren Plath’ın, Türkçesi Can Yayınları tarafından yayımlanan Sırça Fanus adlı eseri rahatsızlığının izlerini taşıyan yarı-otobiyografik bir eser özelliğine sahiptir.

Sylvia Plath’ın İzinde: Nilgün Marmara (1958-1987)

nilgun Marmara_listelist
Ölümünün ardından arkadaşları tarafından yayımlanan Daktiloya Çekilmiş Şiirler kitabıyla tanınan Nilgün Marmara, İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde bitirme tezini Sylvia Plath üzerine yazdı. Şair, 30 yaşında intihar eden Plath’ın yolundan giderek 29 yaşında intihar etti.

Yaşamın Ucuna Yolculuk Eden Yazar: Tezer Özlü (1943-1986)

tezerozlu-listelist
Kafka ve Pavese’in izlerini taşıyan eserlerinde genellikle varoluş ve yabancılaşma temalarını işleyen Özlü, Türkiye ve yurt dışındaki yaşamında çeşitli defalar intiharı denemiş ve psikiyatrik tedavi görmüştür. Göğüs kanseri nedeniyle yaşama veda eden Özlü, intiharın kıyısında dolaşan ruh hali ile bilinir. Özlü, bu özeliğini kitaplarına da taşıdığı için bu listede yer almaktadır.
“Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı romanında şöyle der: “Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.”

Friday, June 27, 2014

"Yasaklı kitaplar kütüphanesi bir zihniyet arşivi"

Işıl Eğrikavuk ile söyleşi: "Yasaklı kitaplar kütüphanesi bir zihniyet arşivi"

Elif BEREKETLİ

Türkiye'de konuşula konuşula anlamını yitirme tehlikesinde olan meselelerinden biri de kitap yasakları. Misenformasyon gırla gidiyor, günlük çıkarlar uğruna bir anda özgürlükçü kesilenler ise neredeyse gülünç durumdalar. Işıl Eğrikavuk'un Rampa Galeri'de açılan sergisi Karanlık Kütüphane ise mevzuya "Tüm yasaklar yasaklansın, çünkü çok kötüler" klişesinin bir nebze ötesinde, ferah bir bakış sunabilen birkaç kaçıştan biri. Eğrikavuk'un bu sergideki tüm meselesi kitaplar. Galeriye girdiğinizde iki parçalı bir sergi karşılıyor sizi. Bir tarafta genç bir adamın anlattığı tuhaf bir kaçırılma ve bir kütüphaneye kapatılma hikayesi, bir tarafta Türkiye'de bugüne dek yasaklanmış kitaplardan oluşan bir kütüphane. Bonus olarak bir de videodaki hikayenin tamamlayıcısı olan kimi gazete haberleri var bu kütüphanenin yanında.

Hem kitaplar hem yasaklar hem de güncel sanat konusunda kafa yoran; yazan ve üreten Işıl Eğrikavuk'u Karanlık Kütüphane vesilesiyle yakaladık ve ona sergisinin yanı sıra, güncel sanat - kitap ilişkisi ve yasakçı zihniyete dair birkaç soru sorduk.




Kitaplarla güncel sanatın çok yakın bir ilişkisi var gibi görünmüyor buradan bakınca. Sen ne dersin?

Aslında edebiyattan beslenen çok sanatçı var fakat belki anlatım biçimleri çok daha soyut olduğu için iki disiplinin ilişkisi başta göze çarpmayabiliyor. Ben edebiyat kökenliyim, üniversitede sanattan önce edebiyat okudum. Dolayısıyla benim için hikâyeler her zaman görsel materyalden daha önce geliyor. Böyle çalışan sanatçılar da yok değil ama seyirci olarak güncel sanattaki işlere bakışımız kitaptan farklı bir mecrada olduğu zaman o ilişkiyi her zaman direkt olarak kurmayabiliyoruz.

Edebiyat özelinde konuşacak olursak... Sence bugün çağdaş sanat edebiyattan besleniyor mu? Ne gibi örneklerinden söz edebiliriz?

Elbette. Ama varolan edebi işleri alıp yorumlamaktan ziyade, daha çok yeni tip öyküleme biçimleri ve kurgular yaratan sanatçılar, ya da kelimeleri de bir malzeme olarak görüp yontan sanatçılar benim daha çok ilgimi çekiyor. Örneğin Ömer Fast, Atlas Group, Apichatpong Weeresethakul bunlardan bazıları.

Sergide yasaklı kitaplardan bir seçki sunuyorsun. Bu konuda çalışmaya nasıl başladın? Bunca kitabı aramak taramak, bir araya getirmek kolay olmamıştır, sanıyorum.

Yaptığım işler gündemle paralel gelişiyor. Bu biraz da geçmişte gazeteci olarak çalışmanın getirdiği bir avantaj. Gündemi yakından takip ediyorum ve dolayısıyla işlerim de bu doğrultuda oluşuyor diyebiliriz. Örneğin 2012 de yaptığım “Dönüşüm Muhteşem Olacak” adlı performansta, daha Taksim’e kazılar vurulmamışken ve Gezi olaylarından on ay kadar önce, meydana yapılacak olası müdahalelerle ilgili bir absürd proje üretmiş ve Taksim’e Mısır Piramitlerini getirmeyi konu almıştım. Bu sergide ise gündem o kadar yasaklamalar üzerine kuruluydu ki, bir Yasaklı Kitaplar Kütüphanesi kurmaya karar verdim. Türkiye’de 23 bin kadar yasaklı yayın var, bizimki bunların 400'ünü oluşturan bir kitap seçkisi. Araştırırken bayağı bir sahaf gezdik Rampa ekibiyle birlikte. Ayrıca PEN Yazarlar Derneği’nin de katkıları oldu. 

Bir yasaklı kitaplar kütüphanesinin yanı sıra yan odada bir kurmaca video dönüyor. Bu iki işi birbirine bağlayan nedir?

Video benim 2006 yılında yaptığım bir iş. Aslında tüm sergi bu video etrafında temelleniyor. Videonun konusunu ise 1980 yılında kaçırılıp bir kütüphaneye kapatılan 12 kişinin öyküsü oluşturuyor. Kimliği belirsiz bu örgüt kaçırdıkları kişilere her gün bir günu verip o konuyla ilgili kütüphanede ne varsa bulmalarını ve silmelerini emrediyor. Videonun kırılma noktası ise, kaçırılanlardan birini oynayan aktörün rolünden çıkıp anlattığı hikâye üzerine konuşmaya başlaması oluyor ve mesele bu tip anlatıların Batı’da nasıl algılanacağına dönüşüyor. Gerçekte varolmayan bu kurgu kütüphane ve öykü aslında Türkiye’de yayınlara yapılan müdahaleler üzerinden tarihin nasıl değiştirildiğine ve kurgulandığına işaret ediyor. Yasaklı kitaplarla bağlantısı da biraz bu noktadan çıkıyor.

Abdullah Öcalan’dan Bediüzzaman’a




Bu sergide kitap bir nasıl bir nesne? Birçok simgesel yükü bir arada taşıyor ve yansıtıyor gibi görünüyor.

Kitap sergideki kurgunun bir parçası olarak görünse de aslında her bir kitap Türkiye resmi tarihinin bir parçasını oluşturuyor. Yasaklı Kitaplar Kütüphanesi’nde farklı dönem ve ideolojilerden kitaplar bulmam mümkün, Abdullah Öcalan’dan Bediüzzaman’a, Haydar Dümen’den Rıfat Ilgaz’a pek çok yazardan oluşan bir kütüphane bir zihniyet arşivini de oluşturuyor. 

Bu video (ve tamamlayıcısı olan gazete küpürleri ile) kurmaca ile gerçeğin çok yakın temas ettiğini görüyoruz. Bir izleyici bu olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını anlamak için bir süre analiz etmek zorunda kalıyor. Niçin özellikle böyle bir tercihte bulundun? Bu, klasik edebi kurmacanın pratiklerinden uzak bir yaklaşım...

Yaptığım işlere paralel anlatılar diyordum, gerçi şimdi bu kelimeyi kullanmak da başka anlamlar katıyor ama olsun. Dolayısıyla benim için sadece hikâyeyi anlatmak kadar, o rolü oynayan kişinin rolle ilgili söyleyecekleri de önemli. Her videonun karakterini o rol için özellikle seçiyorum ya da o kişi için yazıyorum. Böylece kurgu-gerçek arası bir karma metin ortaya çıkıyor. Öte yandan anlatılan hikâyelerin absürd bir tarafı da var. Kaçırılıp bir kütüphaneye kapatılan insanlar, ABD’yi kuş gribi salgınından kurtaran Iraklı bir doktor, Taksim Meydanı’na yerleştirilen piramitler... Tüm bu ‘acaba’ lı öyküler aslında ‘gerçek’ olgusunu ve seyircinin kendi zihnindeki ‘gerçeklik algısı’nı sorgulatmaya yönelik.

Medyanın bu durumdaki payı büyük




Gerçeklik ile kurmacanın bu kadar iç içe geçtiğini ve farklı medyaları da bir arada kullandığını göz önünde bulunduracak olursak, gizli bir medya eleştirisinden söz edebilir miyiz?

Kesinlikle. Bahsettiğim gerçeklik algısını yaratan etmenlerden biri olarak medyanın bu durumdaki payı büyük. İşler aslında alttan alta buna da değiniyor. 

Videoda kurduğun çok sembolik bir dünya. Sohbetin sonunda bir noktada oryantalizme de bağlandığını düşünecek olursak, ilk bakışta çözüvermek biraz zor görünüyor. O kütüphaneyi kafanızda ne gibi düşüncelerle yarattın?

Karanlık Kütüphane bizim makus tarihimizdeki yasaklamalara göndermede bulunsa da, aslında bir temsiliyet sorgulaması. Dışardan bakan bir göz için, ki bu ister okur, ister sanat seyircisi, ister yabancı medya olsun, başka bir coğrafyaya ait olan öykülerin inandırıcılığına dair bir Oryantalist eleştiri de sunuyor. Öte yandan bu Oryantalist bakış sadece Batı’ya ait değil, bu tip anlatıları Batı’ya çok iyi pazarlayan bir yerli-oryantalist bir pazar da var. Ben biraz bu ikili anlaşmayı kırmak ve de yaratılan bu fosilleşmiş temsiliyet meselesini kırmaya çalışıyorum videoda. 

Yasaklı kitapların hangi dönem ne konularda seyrettiğini söyleyebiliriz?

Aslında bu konuda yazılan çok kıymetli bir kitap var. Emin Karaca’nın “Vaay Kitabın Başına Gelenler” adlı kitabından ben de sergi için çok faydalandım. Kitapta çok ilginç bilgiler var. Örneğin Abdülhamid döneminde yasaklananlar arasında Fransızca Kur’an çevirisi bulunurken, Atatürk döneminde Kazım Karabekir’in kitapları, 60’larda Musa Anter gibi Kürt yazarlar ve Said-i Nursi, 70’lerde özellikle sol yayınlar ve 80 döneminde binlerce yasaklanan kitap var. Her dönemin kendi yasaklamalarını getirdiği ve faturanın her daim kitaba, yazara, yayıncıya ve okuyucuya kesildiğini çok net görüyoruz. 

Kürt açılımı doğrultusunda gelişen bir durum belki de, ama bir gerçek var ki, AKP döneminde Türkiye’de yasaklı kitap kalmadı. Ama öte yandan gazeteciler hapiste, internet siteleri yasaklı. Bunu nasıl yorumlarsın, “yasak”ın (konjonktürel) oyuncakları mi değişiyor?

Aslında ben meseleye ekran olarak bakıyorum. Ekran derken ister kitap, ister gazete ya da yayın, ister bilgisayar-internet, ister film, ya da sanat olsun fark etmiyor. Dolayısıyla konjonktüre göre bir ekrandan diğerine geçtiğimizi söyleyebilirim.


Monday, June 23, 2014

Musa Dağı'nda 40 gün Kitap, video ve fotoğraflar


Yahudi asıllı Avusturyalı yazar Franz Werfel'in 1933 yılında yayınlanan "Musa Dağı'nda 40 Gün" kitabına konu olan ve daha sonra da filmi çekilen "Musa Dağı" olayına ilişkin fotoğraflar ortaya çıktı. Aras Yayınları tarafından hazırlanan 606 sayfalık "1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler" adlı albüm-kitapta Ermeni isyancıların kayıklarla Fransız zırhlılarına taşınmasının fotoğrafları da yer alıyor. (Fotoğraflar aşağıda ekte yer almakta)

MUSA KESLER (Milliyet 24 Aralık 2012)

İsyan eden yedi köyün halkı Musa Dağı'nda

 Birinci Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun kıyılarına çıkarma yapma planları ortaya çıkınca, Fransız istihbarat elemanlarının da kışkırtmalarıyla Samandağ’a bağlı yedi Ermeni köyü halkı vergi ödemeyi ve ordu için emredilen yardımları yapmayı reddederek isyan ederler.  Akdeniz'e geniş bir kıyısı olan Musa Dağı'na çıkan isyancılar kadın, çocuk demeden bütün köy halkını da yanında götürür.  Bölgedeki Osmanlı birliklerinin komutanı Fahri Paşa, isyancılara dağdan inmeleri ve teslim olmaları için "nasihat heyeti" gönderir. Ancak isyancılar teslim olmayı kabul etmez, Türk askerleriyle çatışmaya girer. Musa Dağı'nın stratejik konumu isyancılar için bir avantajdır ancak içerisinde kadın ve çocukların da bulunduğu 7 köy halkının gıda ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak gittikçe zorlaşmaktadır


Musa Dağı'nda 40 günKitabı

Yazarı: Franz Werfel
Çeviren: Saliha Nazlı Kaya
Hazırlayan:
Yayınevi: Belge Yayınları
Yayın Yeri: İstanbul
ISBN NO: 9753443803
Yayın Yılı: 2007
"Bu eser, 1929 yılının Mart ayında, Şam'da, tasarlanmıştır. Bir halı fabrikasından çalışan sakat kalmış ve açlıktan ölmüş göçmen çocuklarının sefaletini, bir halkın akıl almaz kaderini, olup bitenin ölüler ülkesinden çekip çıkarmak için belirleyici neden olmuştur. Kitabın yazılması, Temmuz 1923 - Mart 1933 arası gerçekleştirilmiştir. Bu arada Ekim'de yazar, çeşitli Alman kentlerinde verdiği konferanslarda, 1. kitabın 5. bölümünü konuşma metni olarak seçilmiştir. 1. kitabın bu bölümünde Enver Paşayla Papaz Johannes Lepsius arasında geçen tarihi konuşma aynen verilmiştir.
"

* *   *   


 Musa Dağı'nda 40 gün filmi - Forty Days of Musa Dagh (1982) video

Saturday, June 21, 2014

Pınar Selek 2001 Maskeler Süvariler Gacılar

 

mahalle

(Pınar Selek 2001 Maskeler Süvariler Gacılar, sayfa 111)
Modern kentler, rekabetin aile içinde bile insanları birbirinden kopardığı yalnızlıklar alanıdır. Sürekli bir parçalanma, sürekli bir yabancılaşma, tedirginlik, güvensizlik ve yabancılarla birlikte yaşamaya mahkumiyet, yani ihtiyaç ve tehdidin ortak varlığı, modern kentin zorunluluğudur. Eski çağlarda “yaratık” olarak tanımlanmış olan yabancılarla birlikte yaşamak durumunda olanlar, “toplumsal olarak uzak ama fiziki olarak yakın”, sürekli bir yabancılaşmayı ve tahriki yaşarlar.
Bu anlamda, komşu ile zorunlu olarak kurulan, üstelik de mahremiyet alanının çok yakınında gerçekleşen bu ilişki, bireyin sürekli olarak kendi varlığını tehdit altında hissetmesine yol açar. Bu tehdidin yarattığı korku ilk insanın doğa karşısında hissettiği duygudan çok farklıdır. İlk insan, kendi topluluğundan aldığı güçle, korkuyu tek başına değil, yanındakiyle birlikte yaşıyor, savaşını da bu doğrultuda veriyordu. Feodal dönemde, köylüler, tehdidi kendi köyünden değil, dışarıdan bekliyordu. Mülk sahibi olanlar ise kendilerini son derece güçlü bir koruma altında, güvencede tutuyorlardı. Kapitalist dönemde de büyük mülkiyetler çok daha teknik donanımlı olarak koruma altındadır. Ancak en büyük zenginlikleri ellerinde tutanlar dışında, modern toplumun yeni yaşam alanı olan kentler, zorunlu karşılaşmalar alanıdır. Bu karşılaşmaları en aza indirmek için, kapitalizmin ilk yıllarından itibaren şehir plancıları kentleri bölgelere göre ayırmış ve hem sermayenin hem de politik kurumların işbirliğiyle, yerleşimleri de böyle bir mantığa göre yapmışlardır. Ama hedeflenenler her zaman sonuca ulaşamamış ve büyük nüfus hareketleri genelde planlama dışı bir yerleşim sistemi yaratmıştır. Mahalle, böylesi bir tanım içinde anlaşılabilecek yerleşim birimlerindendir.
Modern yaşamın insanı yabancılarla bir arada yaşamaya alıştırdığı Batı’nın büyük kentlerinde hemen hemen tükenen, daha çok kent çevrelerindeki gettolarda varolan mahalleler, Doğu’da hala kimlik ve toplumsal konumların, cinsiyet rolleri ya da sınıf sorumluluğu gibi durumların ilk edinildiği yerlerdir. Bu kimlikler ise sürekli olarak toplumsal, siyasal etkilenmelerle birlikte dönüşmektedir. Örneğin, Osmanlı’da çok uluslu, çok kimlikli bir kapalı toplum özelliği gösteren İstanbul mahalleleri, işgal yılları ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çete hareketlerinin gelişimi oranında, sonraki yıllarda “külhani”, “baba”, “kabadayı” vb. sözcüklerle anılan yeni sosyal kimlikler yaratmıştır.
İstanbul’daki Cumhuriyet dönemi alt kültürünün mahalle yerleşimindeki sürekliliğini ise tarihsel bir tema üzerinden izleyerek görmek mümkündür. Karagöz-Hacivat gölge oyununun mahalle tipleri arasında da rastlayabileceğimiz bu tipler 60′ların arabeskinde kılık değiştirirler. Yine 90′lı yılların göçünden sonra, “Kırık” adını alarak bu kez başka türlü bir arabeskle kuşanan yeni tiplemeler, aynı kimliğin yeni dönem versiyonu olarak manşetleri ve üçüncü sayfaları sürekli doldurmuşlardır. Bir nevi devr-i mirasla mahalle içi ilişkilerin sürekliliğini sağlayan bu durum artık daha kurumsal yapılar arasında eriyip gider. Örneğin, kabadayılık ve babalık söylemini sürdüren mafya örgütlenmeleri ve aşırı milliyetçi gruplaşmalar, mahalli örgütlenmelere dayanırlar. Diğer yandan, Beyoğlu Güzelleştirme Derneği gibi kuruluşlar, “mahalleyi güzelleştirme” gibi eski bir söylemle, büyük projelerin altına imza atarlar. Oysa devralınan sadece “imaj”dır, öz değil. Eski mahalle kabadayıları şimdiki mafyacıların atası değillerdir, ancak şimdiki mafyacılar eski kabadayıların imajını gasp etmişlerdir. Özellikle İstanbul mahallelerinde gelişen birçok kimlik benzer yazgıya sahiptir. Mahallenin dedikoduları, kadınlar arası ilişkiler, cami ya da kahvehane ortamında oluşan ritüeller, tüketim toplumunun gelişi ve kentin eski mimari dokusunun yitirilişiyle birlikte, genellikle devre dışı kalmıştır ama bu tür geleneksel imajların hala belli etkileri olduğu için ekonomik, sosyal ve politik iktidar güçlerince kullanılır. Bu nedenle, eski mahalleliler, şimdi nostaljik sayılan mahalli özelliklerini, birbirlerine değil, kameralara yansıtırlar. Mahalleliler, medyada abartılan kimlikleriyle, birbirleriyle kamera arkasından konuşurlar. Mahalleler kamera arkasından tanımlanır, mahalleliler de bu tanıma uygun olarak, “dile gelirler.”

Thursday, June 19, 2014

Allak Bullak


Yazar Marie-Sabine Roger

Germain Chazes, okulda öğretmeni tarafından küçümsendiği günden beri, okumaya küsmüş, yıllar boyunca kitaplardan ve kültürden uzak kalmış, annesinin evinden otuz metre ötedeki bir karavanda yaşayan, ellilerinde bir yarı çatlaktır. Her zaman gittiği parkta bir banka oturup güvercinleri seyreder. Günün birinde yanına sessizce ilişen ufak tefek hanımefendiyle güvercinlerden başlayıp kitaplara uzanan, günler boyu devam edecek koyu bir sohbete başlarlar. Yakınlardaki bir huzurevinde ömrünün son demlerini geçirmekte olan bu hanımla Germain’in sohbetleri hiç umulmadık bir yönde gelişerek bu iki insanı da değiştirecektir.

Ünlü yazar Marie-Sabine Roger’nin, kasabanın budalasıyla yılların kitapkurdu arasında kurulan garip dostluğu anlattığı neşeli romanı Allak Bullak, Fransa’da yayımlandığında okurlar tarafından büyük ilgi görerek okuma grupları tarafından verilen Cezam Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Ayrıca sinemaya ünlü yönetmen Jean Becker tarafından aktarılmış, başrollerinde Gérard Depardieu ve Gisèle Casadesus oynamıştır.


Sayfa Sayısı: 192
Baskı Yılı: 2014
Dili: Türkçe
Yayınevi: Kırmızı Kedi

Tuesday, June 17, 2014

Düğümlere Üfleyen Kadınlar / Ece Temelkuran ve Deli İşi Açık Davet

 
KÜLTÜR VE SANAT

17.06.2014 03:15:22


Güzel bir sahne var gözümde: Evimdeyim; aşırı rahat bir koltukta, ayaklarımı toplamışım altıma; fonda, huzur verecek kadar duyulan ama rahatsız etmeyecek kadar da kısık bir caz telaşı. kitap okuyorum. Yanımda, çıldırtıcı güzellikteki kokusuyla, gecenin uzayacağının habercisi kahve.
Müthiş, değil mi? Ve sonra aklıma şu cümle geliyor: "Eğer Tanrı'yı güldürmek istiyorsan, O'na planlarından bahset"
Ece Temelkuran'ı okumaya kalktığımda, en çok kahve içme hayalime gülüyor olmalı yukardan bi yerlerden.
Gerçi o da haklı! Kadınla tanışalı 10 sene olmuş ve ben, yine, hazırlıksız yakalanmayı başardım. Yeniden denemek istedim belki de yenilmeyi.
-.-
2004'e gidelim önce. 2 kitap var elimde: İÇeriden & DIŞarıdan
Aslında DIŞarıdan'ı alasım yok pek. O aralar içim dışım, iç'im çünkü. Kafam basmıyor veyahut basası gelmiyor DIŞ meseleleri. Politikaymış, ülkelermiş filan. pek bana göre değil o vakitler. Kim bilir, belki de bilgim kısa kalıyor?! Yine de ayıp etmeden, ikisiyle beraber dönüyorum evime.
DIŞarıdanı şöyle bir kıyısından yalayıp geçiyorum. Ve alıyorum İÇeriden'i İÇ'ime. Ama nasıl almak! Kitabı isteyen olsa, doğurup öyle tutuşturacağım eline. Sancısını çeke çeke.
Kahve mi? Ne kahvesi be? Şarap ya da bira keser ancak. Veyahut lokal anestezi mi yaptırsak? Yeni icat: Bazı kitaplarla verilmesi zorunlu kalp uyuşturucusu
İÇ'imde nasıl da bir "küçükten beri İzmir'de yaşamış olmak" arzusu. hep bu kadın yüzünden! Böyle de güzel anlatılmaz ki aptal bir balkonu yıkamak ! Topuklarıma bakıyorum "Benimkiler de pembe ulan işte" Ama deniz teğellenmemiş ya ruhuma, ondan hep bu füme!
-.-
Sonra büyüdüm. Bak, sene 2004 diyorum. Ben 10 senede çok pis büyüdüm. Öyle ki, istemediğim kadar büyüdüm. Ben bu kadar büyüyeceğimi hiç hesaba katmamıştım o vakitler.
Ensem karardı. Hayatın kıvamı bi şaştı.
Yolum, yönüm karıştı. DIŞarıda fena şeyler oluyordu. Amcalar, çocukları öldürüyordu. Amcalar çok fazla çocuk öldürüyordu.
İÇeriden çığlıklar yükseldi; sokağa taştı. 1 oldu 10... 10 oldu 100... derken 1000ler döküldü caddelere.
Çok çocuk öldü.
Ölen her çocukla birlikte, bizim İÇimizdeki çocukların parmakları, elleri, gözleri koptu. Kes-yapıştır bebekler gibi paramparça olduk. Yerin üstü yetmedi, yerin altındakiler de öldü.
Birileri öldü, ben büyüdüm. Ben büyü idim, büyüdüm.
Anladım ki kaçınılmaz sondaydık: Hepimiz, biraz daha çirkindik.
-.-
Canım yandı; can yaktım. Kalbim kırıldı; kalp kırdım. Eşit değil belki ama denktim cenklerimde.
Şirazede sıkıntı çıktı mı, önüme çıkan ilk kitaba sığındım.
Sağda solda hep gözüme ilişti O'nun da kitapları. Evirdim; çevirdim; bakıp bakıp bıraktım.Sebebini "ben bilmem, beynim bilir" dedim. Üstelemedim.
Sonra bi kitap yazmış; kapak fotoğafında Gonca Vuslateri'nin gözlerinin olmasını kıskandım. "Biz senelerdir O'nu okuyalım; en dertli anlarımızda O'na koşalım, sayfalarına en kıymetli yaşlarımızı bırakalım; o kalksın benim yerime kimleri.hayret bi şey" dedim.
Dedim valla; hiç de gocunmadım. Neyse sonra barıştık. Kendi kendime barıştım yani.
Aldım kitabı elime. Evirdim; çevirdim. "Biter mi bu kitap" dedim. "Hiç bitmese" diyeceğimi bilmiyordum o vakitler tabii.
"Düğümlere Üfleyen Kadınlar" da kimmiş, diye başladım kitaba; "ben kimmişim" diye yürüdüm sayfalar boyu.
Ve anladım ki "Yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil"
Gelelim bu kitabın yarenine: Kahve? Değil elbette.
Büyüdüm. 10 senede suda boğmayı öğrendim deli beyazını rakının. Kadınlara güvenmeyi öğrendim -rakı içenlerine daha çok. Esaslı kadınların, sofrada açan çiçeklerini, iniveren kalkanlarını, açık yaralarını ve son nefesleriyle bile olsa suni teneffüs gayretkeşliklerini gördüm.
O yüzden de deli işi bir davete yeltenmeye karar verdim...
Ece Temelkuran'ı tanıyan bilen varsa, ricamdır: Uçursun mektubumu. Kendisine bir rakı borcum var. 10 senelik sorularım var. Çitalardan bahsetmemiz gerekiyor.
Olur da kafayı kırarsa bir gün, "kızkardeş" kontenjanına açarsa kanatlarını, sualsiz. Yani nereye varacağını bilmese de yola çıkmaya karar veresileri gelirse, 1-2 kelam sarkıtsın buraya:  onsenesofrasi@gmail.com
Nefesimiz yettiği kadar konuşuruz; nefesimiz bitince de -n'apalım- susarız adabıyla.
-.-
Neyse! Gelelim yazının özüne: Kitap boyunca geçtiğim patikaları paylaşmak, her zamanki gibi, boynumun borcu. Uzuuuun bir yolculuk ama inan okurcum, sabrına değer...
Hem canım okur... Yolda dinlemen için kitaptan kopyacı şarkılarım var:


 

Cımbıza gelenlerim:
"İlginç adamlarla tanışmak, Paris birazdan bombalanacakmış gibi korkutsa da beni, ilginç kadınlarla tanışmak La Strada Operası'nda perde açılıyor gibi bir şükür duygusuyla doldurur içimi"
"...ben hikayesini ilk kez anlatırken dikkate alınmayan insanların aniden ölebileceğinden korkarım"
"Kavgadan vazgeçmiş bir sokak köpeği gibi hafızasızım"
"Dans edemeyeceksem devrimi ne yapayım ben"
"Hareketleri yavaş gibi görünüyor ama daha ziyade biz yaştakilerin boşlukları doldurmak için fazladan yaptığı hareketlerden kaçınıyor. Sabırla sadeleştirilmiş bir şiir gibi"
"İnsan, o da eli iyi gelmişse, hayatta kendini bir kere bütünüyle görür. Ömrün gerisi ya o sahneye yeniden kavuşmak için geçer ya da ondan kaçmakla"
"Kadınların çıplakken bile sınıfları belli oluyor sanki...Yani böyle tenlerinde bir pürüzsüzlük, ağdalarında bir mükemmellik, her şeylerinin her şeylerine bir denk gelişi. Ne yapsalar yakışıyor gibi." "Orta sınıf kadınlarında mı oluyor böyle bir etek sarkması varoluşu..Her şeyin tam olsa da tam bir olamıyorsun yani. Anladın mı?"
"İki kadın gibi, iki erkek gibi, yerine göre kovboy, yerine göre karı-koca, yerine göre anne-kız ve daha birçok şeyi oluyorlardı birbirlerinin. Dışarıdan görünenin aksiydi her şey. Sığınan, sığındığını var ediyordu. Korunmaya ihtiyacı var gibi görüneni aslında koruyandan daha kudretliydi"
"İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder"
"Başka kadınların çaresizliklerine öfkelenen kadınlar muhakkak kendi çaresizliklerine öfkeleniyordur"
"Amira kendini kaldırdı içine düştüğü kız çocuğundan"
"...gövdesi, gençlik adlı uzak bir gezegenden parazitsiz bildiriyordu"
"Sahnede günah olmalı.O günaha katılmak istedikleri için içleri ezilmeli. Seni izledikleri için, hayran oldukları için, sonra seni o dünyadan çekip alamadıkları için...Onları hiç affetmemelisin Amira"
"Korkmak ne sefil bir hapishane"
"Işığın bir sesi olmalı. Yoksa sivrisinekleri karanlıkta daha iyi duyuyor olmazdık. Işığın bir kütlesi olmalı.Yoksa karanlıkta daha geniş sevişiliyor olmazdı"
"Korkayım mı korkmayayım mı, onu bilmediğim için korkuyorum"
"Gönül rahatlığıyla ölebilirsin burada.Bu yüzden gönül rahatlığıyla yaşayabilirsin."
"Bu kadar önemli olduğunuzu sanırsanız, gün gelir intihar edersiniz"
"..şimdiye kadar başımıza gelenler ancak bir telefon faturasının ayrıntılı dökümü kadar heyecan verici görünüyor"
"Masal kazanacak!"
"...kendini köpekbalığı zanneden bir sardalya kadar gururlu"
"Çöl yolunu yitirmiş, kuru erkeklerden oluşan bir şey, vaha kadınlardan kurulu sulak bir kalp"
"...Sersemlemek iyidir.Zihniniz bulanır , kalbiniz böylece berraklaşır. Yapmanız lazım gelenler ortadan kalkınca, olmanız lazım gelen kadınlar olacaksınız. Etrafınıza bakın. Göreceksiniz ki hayat bizim nefesimizde"
"Hayat...nefesinizin yettiği kadar"
"Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır; başka hiçbir şey değildir. pek nadiren bir erkek çıkar, bir kadının nefesiyle var ettiği aleme sadece hayret etmekle mesul olduğunu anlar"
"Kandan başka hiçbir şeyle yapışmaz mı nesiller birbirine?"
"Ortadoğu erkeklerinin izlemesi iç gıcıklayıcı, sevince sadece acı veren o şımarıklığı. Nasıl da seviyor kendini. Nasıl da bu dünyaya bir hediye. Ah! Nasıl da hak ediyor her şeyi."
"İnsanların hikayelerini yazanlar evvela şunu bilmeli: Kaderini yazıyorsun. Yalnız olacaksın. Hem de hep"
"O kadar sığışmaya çalıştığınız, korktuğunuz dünyanın, ülkenizin, kabilenizin, ailenizin sizden korktuğunu kabul etmek için yıllarınız geçecek. Bunu değiştiremeyeceğinizi anlamak için ise daha çok zaman. O yüzden nefesinize güvenmekten başka çareniz yok."
"Ölümü böyle iç cebinde sevgilinin resmi gibi taşıyan memleketler cenazeleri niye hep hazırlıksız karşılar?"
"Bizim gibiler, ev gibi bir vahşette var olamazlar"
"Yol insanları sulh eder. Yenilmek, düşmek, yok olmak vardır ama düşmanlık yoktur"
"...kendi tercihlerinizi makus talihiniz, kahırlı kaderiniz sanıyorsunuz. Bu yolun kendi tercihiniz olduğunu kabul etmediğiniz için kahraman gibi değil, kurban gibi yürüyorsunuz"
"Durmak, yerleşmek demek, bir kale inşa etmek demek. Hem diğer insanlar gibi yaşamayı reddediyorsunuz hem de fıtratınızı kabul edecek cesareti göstermiyorsunuz. Siz kimsiniz? Bir kale inşa edecek kadınlar değilsiniz, orası kesin."
"Hayatı ciddiye alıyorsunuz ama nasıl ciddiye almanız gerektiğini de bilmiyorsunuz."
"...hayata iman edin"
"...öldürmeyi öğreneceksiniz... Sizi öldüreni öldürmeyi öğreneceksiniz"
"...gemiye binersin, çünkü gitmekten başka gidilecek yer yoktur"
"Annesiyle hesaplaşmamış her kız çocuğu gibi Sayda da ancak ortalıkta yoksa annesini taklit ediyor"
"Önce otomatik şefkat hareketleri yaptı, uluslararası anne şefkati kodeksinde belirlenmiş cinsten sesler, hareketler, dokunuşlar."
"Evlilik..porselen takımların desenlerini adamın yüzünden daha çok gördüğün bir münasebettir"
"Sendeki sende kalacak. Kimse ile ilgili değildi, kimse ile ilgili olmayacak. Aşk onunla ilgili değildi, olmayacak. Yerine başkası gelecek, aşk hep sende olacak.  Gelecek olana yer aç."
"İnsan kendini durup dururken sevemez. Palavra o işler. İnsan kendini ancak bir Tanrı onu severse, birinin onu sevdiğine inanırsa sevebilir. İnanmalısınız yoksa delirirsiniz."
"Bizim gibiler hep kendi kendine iyileşmek zorundadır Kimse gerçekten yardıma ihtiyacımız olduğuna inanmaz."
"Nasıl kırıyorlar sonra bu kız çocuklarını? Nasıl kendilerine benzetiyorlar? Cinayet gibi. Belki biz de böyleydik. Sakatlanmadan büyüyebilseydik... Keşke öyle bir bilgisayar programı olsa. Ruhumuz sakatlanmadan büyümüş olsak nasıl insanlar olacağımızı gösterse. Ona bakıp nasıl olmamız gerektiğini görsek."
"Yarasız olsaydık...hiç ciddi yara almadan büyüyebilseydik kim bilir ne biçim kadınlar olurduk! Ne acayip olurduk be!"
"Çünkü yaralar bir kere açılınca, yarasız olmak diye bir şey yok. Yaradan sonra sadece intikam var!"
"Cahiller güzelle faydalı arasında hep akıllıca bir tercih yaptıklarını sandıkları için cahildirler"
"Aşk, bir tereddüt anında gelir hanımlar. Bir küçük tökezleme ve işiniz biter. Yılların tecrübesi, bir ömrün zaferleri, külyutmaz aklın yaş tahtaya basmazlığı. Bir küçücük tereddüt anını bekler aşk, kurduğunuz saray devrilir. Kim bilir, belki en kudretlilerimiz bir canı olduğunu hissetmek için yenilmek ister. İnsan hiç tatmamışsa keder için de dua eder. Kendinden bile gizler am her insan bir kere mahvolmak ister. Bakmayın kimse bir cennet dilemezi herkes yana yakıla kendi cehennemini görmek ister"
"Aşk, yoklukla oynanan bir oyundur. Yokluğunun derinden hissedileceğine ne kadar güven duyuyorsan o kadar iyi bir oyuncu olabilirsin. Bundan şüphe ettiğin anda düşersin oyundan. Ben tereddüt etmiştim. Aşk, dedim ya, bir tereddüt meselesidir."
"..en kötüsü kapıya bakarken yakaladım kendimi. Hayatı bekleyen zavallı bir kadın gibi. Aşk, demek ki, kendi kendini düşkünleşirken yakalamakla çekilen bir çiledir"
"Yıkılan gönlüm bir anda dikildi ayağa. Bu sevincimden nefret ettim. Ondan nefret edemediğim için kendimden nefret ettim. Sonra ben hep kendimle kavga ettim. O ise keyfini sürdü. Kendi kendine gelip ayaklarında kedi olan bir panteri izlemenin keyfini sürdü."
"Belki de hep yaptığım gibi değil, hiç yapmadığım gibi yapmak istedim.Hikâyemi anlatmak istedim. Erkekler hiç hoşlanmaz bundan.Hikayeyi anlatmak isterler, asla dinlemek değil."
"İnanmak istemek, inançtan kuvvetlidir"
"...ikinci yenilgi birincisi gibi değildir. En derin izi o bırakır. Çünkü yenilgiyi arzuladığını anlarsın, kendini affedemezsin."
"Öpüldüğü zaman gövde bir bütün oluyor. Öpen gidince parçalara bölünüyor. Ayak oluyor işte, el oluyor, karın oluyor."
"Kendi gücünüze dayanabilirseniz her şeye dayanabilirsiniz. Ve sakın. Olduğunuzdan az olmayın. O vakit bir avcı bulacaktır sizi. Olduğunuz kadar olduğunuzu bilen bir avcının gözü bulur sizi. Ve avlanırsınız."
"...kendi hikayelerini yazmaya cesaret edenler merhamet beklememeli."
"İnsanlar birbirlerine yaralarını sürerek ortaklaşmak ister"
"Kendi yaralarımızı başkalarınınki kadar kolay sevemiyoruz."
"Yoksulluk insanları hizalar.Aynı taşın altında ezilince insanlar eşitlenir"
"Bence başlangıçta bütün yazarlar roman kahramanı olmak için yazıyor. Ama sonra, roman kahramanı olamayacağımız için yazıyoruz"
"Bir kere teslim olursam ihtiyarlayıp ölürüm. Biri bana sarılırsa ayakta duramam. Çünkü... Çünkü kalbim ablukada kalır o vakit. Düşmana teslim olmak daha kolay. Onurun kırılır en fazla, ama beni seven birine teslim olursam... Esir düşerim."
"Belki de...anlatmak, yazmak, ümitsizce bir ev arayışıdır"
"Beni bekleyen kimse yok ki. 'Kal' diyen olmadığına göre 'Gel' diyenle gidiyorum ben de"
"Yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil"

Thursday, June 12, 2014

Edward Said - Oryantalizm Kitabı ve Özeti


Edward Said - Oryantalizm Kitabı ve Özeti
ÖZLEM DEMİRBİLEK

Kitap, önsöz, giriş ve üç uzun, on iki kısa bölüm ile bir ekten müteşekkil olup, 540 sayfadır. "Oryantalizm'in kapsamı" başlıklı birinci bölümde, gerek tarih ve tecrübe, gerekse felsefi ve siyasi temalar açısından Oryantalizm konusunun bütün boyutlarının altı çizilmektedir. İkinci bölüm, "Oryantalist yapılar: Eski ve Yeni" geniş kronolojik bir anlatım ve mühim şair, sanatçı ve bilim adamlarının eserlerinde görülen ortak bazı araçlara işaret ile, çağdaş oryantalizmin ortaya çıkışını anlatmaktadır. "Şimdilerde Oryantalizm" başlıklı üçüncü bölüm, ikinci bölümün sonundan yani 1870’den, Doğu’daki büyük sömürgeci genişlemesini konu edinerek II. Dünya savaşında son bulur. Bu bölümde Doğunun İngiliz-Fransız hegomonyasından Amerikan hegomanyasına geçişi tasvir edilmektedir. Yine bu bölümde Amerika’daki oryantalizm konusundaki fikri ve sosyal gelişmelerden ve gerçeklerden söz edilmektedir.Yazar bu eserinde Batı'lıların Doğu'yu ele alırken bütünü ile kendi görüşlerinden ve varsayımlarından hareket ettiklerini,hayallerini konuşturduklarını ve Batı'nın çıkarlarına uygun bir Doğu manzarası ortaya koyduklarını ispat etme gayretindedir. Çok defa Batı'1ı yazarların görüşlerine baş vurarak ve Batı'lı eserlerden örnekler vererek onlara günahlarını kendi ağzından itiraf ettiriyorlar.Misal: "Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler..." Lovis Massignon Avrupa'lı için Doğu, Avrupa'nın bir icadı olup, eski çağlardan beri insanlarda hülyalar uyandıran, garip izlenimler yaratan, kendine has yaratıkları ve manzaraları ile fevkalade deneyimlere yol açan bir yerdir.Amerikalı'lar için Doğu, Uzak Doğu'dur. Ve özellikle Çin ve Japonya'dır. Amerika'lıların aksine Fransız'lar ile İngiliz'ler ve onlar kadar olmasa da Alman'lar, Rus'lar, İspanyol'lar, Portekiz'liler, İtalyan'lar,İsviçre'liler uzun bir Oryantalizm geleneğine sahiptirler.
 Şark’ı öğreten, yazıya döken, veya araştıran kimseye Şarkiyyatçı yada Oryantalist denir. Yaptığı şeyde Oryantalizm'dirDoğu Avrupa'ya bitişik bir kara olmanın yanında, Avrupa'nın en büyük, en zengin ve en eski sömürgelerinin bulunduğu yerdir, kurduğu medeniyetlerin ve konuştuğu dilin membaıdır, kültürel uzanımıdır. En önemlisi Doğu Avrupa'nın "karşıt kalesi" olarak kendini tesisinin en büyük yardımcısıdır.Bu yönleriyle Oryantalizm, kültürel hatta ideolojik bir açıdan, arkasında müesseseler, kelimeler, ilim, tasvirler, öğretiler hatta müstemleke bürokrasileri, müstemleke usulleriyle kavramlar olan bir muhakeme biçimidir.Oryantalizmi bir muhakeme usulu olarak ele almaksızın ve doğu hakkında söz söylerken bu muhakamanin usullerine riayet etmeksizin muvaffak olmak yani Doğu'yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve fikri bakımdan yönetmek imkanı yoktur. Yani Oryantalizm Şark söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giren ve tesir icra eden menfaatler örgüsüdür.Oryantalizm, Avrupa'nın Doğu hakkındaki bir uydurması değil, Batı tarafından bilinçli vücuda getirilmiş ve nesiller boyu hatırı sayılır yatırımlara konu olmuş bir teori ve pratikler bütünüdür.Bilgi, kendini elde edeni bir beşer olarak kendi şartlarına bağlılığını inkar edemiyor ise, Şark'ı etüt eden Avrupa'lı veya Amerika'lı da Doğu'nun karşısına önce bir Avrupa'lı yada Amerika'lı sonra bir beşer olarak çıktığını inkar edemez. Bu sebeple Oryantalizm'deki anlam, varlığını doğrudan Doğu'yu görünür, seçilir ve var kılan Batı anlatıcılarına ve Batı anlatı tekniklerine borçludur. Böylece Oryantalizm Doğu'dan daha çok Doğu'yu icat eden Batı idi ve kendisini ortaya koyan Batı kültürüyle bağlantılı idi.Oryantalist Balfour’un ifadelerine göre, Mısır İngiltere'nin bildiği nesnedir, İngiltere Mısır'lıların kendi kendini yönetemeyeceğini bilmektedir ve Mısır'ı işgal ederek bunu teyit etmiştir. Mısır'lılar için İngiltere'nin idari ettiği peydir. Mısır medeniyeti de İngiltere idaresine girmekle mümkündür.Balfour'a göre Batı'lılar vardır, birde Doğu'lular vardır. Birinciler hükmederler, ötekiler hüküm altında olmalıdırlar, buda ekseriye ülkelerin işgal edilmesi, iç işlerine tam müdahale, can ve mallarını şu yada bu Batı'lı gücün eline bırakılması demektir.Doğu'lular hakkında bilgi onların yönetimini kolay ve karlı kılan şeydir.Doğu Batı ayrımının ortaya çıkması seneler hatta yüz yıllar almıştı. Keşif seyahatleri yapılmış, ticaret ve savaş vasıtasıyla temaslar sağlanmıştı. 18. yy.. ortasından itibaren doğu-batı ilişkisinde iki ana öğe vardı
1- Doğu hakkındaki sistematik bilginin gelişmesi ,
2- Batı'nın tahakkümü
        Batılı oryantalistlere göre Doğu mantıksızdır, dinsiz olup azgındır, çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Avrupa'lı makuldür, fazıldır, o1gun ve normaldir.Yazar oryantalizmi, bir kültürel tahakküm konusu olarak tahlil ve tetkik peşindedir. Buradan oryantalizm, Doğu'lu nesneleri inceleme, eleştirme, hüküm, disiplin yahut yönetim için sınıfa, mahkeme salonuna, hapishane yahut el kitabına yerleştirilen “Doğu bilgisidir".Oryantalizm pozitif bir doktrinden ziyade düşünceye getirilmiş bazı sınırlamalar olarak anlaşılmalıdır. O, entellektüel bir kudretin ifadesidir.1815'den,1914'e kadar Avrupa'nın direkt sömürge hakimiyeti yeryüzü karalarının % 35'inden % 85'ine çıktı. İngiliz ve Fransız İmparatorlukları'nın başını çektiği bu sömürgecilik faaliyetinden en fazla Asya ve Afrika kıtaları etkilendi.Kissinger çağdaş dünyayı kalkınmış ve kalkınmakta olanlar olarak ikiye bölüyor. Birincisi Batı'yı, ikincisi ise Doğu'yu ifade eder. Newton devrimini esas alır.Hindistan'daki i1k oryantalistlerin çoğunluğu ya hukuk alimi yada misyonerlik eğilimi fazla doktorlardı. Bunlar bir yandan Asya'da ıslahı kolaylaştırmak için bilim ve sanatı inceliyorlar diğer yandan da aynı inceleme ile kendi ülkelerinde bilginin ve sanatının ıslahına çalışıyorlardı.Napolyon Mısır'dan ayrılırken yardımcısı Kleber'e çok sıkı talimatlar verdi. Buna göre Mısır her zaman oryantalistler ve gönlü kazanılabilen dini liderler marifetiyle yönetilecekti. Napolyon Mısır'ı Fransız ilminin bir şubesi yaparak, şark ülkesinin seyyahlar, alimler, ve askerler dışındaki kimyacı, tarihçi, arkeolog vs. vasıtalarla tanınmasını tanıtılmasını sağlamıştır.Oryantalizmin başarıları: 19. yy'da bilim adamları üretmesi, Batı'da eğitimi yapılan dillerin sayısını artırması, neşredilen, tefsiri, tercümesi yapılan orjinal eserlerin sayısını arttırılmış olması,Doğu'ya sempati duyan, Sanskritce'nin grameri ile, eski Fenike kuruluşları ile ve Arap şiiri ile gerçekten ilgilenen öğrenciler çıkarması olarak sıralanabilir.Oryantalizmin kafasında değişmeyen Batı'dan tamamen farklı bir Doğu vardır.l8. yy'dan sonra oryantalizm asla kendini yenileyememiştir. Oryantaliste göre Doğu ya da Doğu'lu yabancılaşmış olan varlıktır; yani kendine nispetle bir başkası olan varlıktır. Başkaları ele alır, başkaları anlar, başkaları tanımlar, başkaları değiştirir, kendine nispetle fiilsiz olup muhtar ve hükümran değildir. Oryantalistler tetkiklerinde özcü davrandıkları için neticede ırkçılığa ulaşıyorlar.
19. yy'ın başlıca oryantalist alimlerini ve kurulan cemiyetlerini şöylece sıralayabiliriz: Alimler: Gobineau, Renan, Humboldt, Steintal, Burnouf; Remuşut, Palmer, Meil, Dozy, Muir'dir. Asya cemiyeti 1822, Kraliyet Asya Cemiyeti 1823, Amerikan Şark Cemiyeti 1842 vb.Bir yeri müstemlekeleştirmek demek, öncelikle oradaki menfaatleri ayırt etmek yada yaratmak demektir. Bu menfaatler ticari bilimsel,kültürel olabilir. Oryantalizm bu menfaatlere ulaşmada en büyük vasıtadır.1920'lerden itibaren, bir baştan bir başa bütün üçüncü Dünya ülkelerinde, imparatorluklarla ve emperyalizm ile ilişkiler "Karşılıklı etkileşim" şeklinde olmuştur. 1955 bağlantısızlar hareketinin başlangıcında (Bantung Konferansı) Doğu artık Batı'nın imparatorluklarından yakayı sıyırmıştır. Dünyada yeni güç dengeleri oluşmuştur: SSCB ve ABD. Artık oryantalizmin karşısında siyasi sesi olan ve düşünebilen akıllı bir Doğu vardır.Doğu'daki ulusal bağımsızlık hareketleri Oryantalizmin kafasındaki "pasif kaderci, hüküm altındaki ırklar) fikrinin tutmadığını ve düşüncedeki Doğu ile mevcut Doğu arasında farklar olduğunu ortaya koymuştur. Halk da uzmanlar oryantalist düşüncede bir zaman aşımının ve tutarsızlığın mevcudiyetinde hem fikir idiler. İki türlü idi: Oryantalist bilim ile onun araştırdığı konu (doğu) arasında Daha önemlisi, beşeri bilimlerde kullanılan yöntemler ve çalışma araçlarıyla oryantalizmin yöntemleri ve kavramları arasında.Çağdaş oryantaliste göre gerçek insan Batılıdır. Doğu nimetlerinin kullanım hakkında öncelikle bu gerçek insana aittir. Onun gözünde Doğu'lu: deve üstünde, eli kamalı, ukala, her türlü ahlaksızlığa meyyal, şehvet düşkünü bir insandır.Oryantalizmin en büyük hatası bir başka bir kültürü, milleti ya da coğrafi bölgeyi önemsememesi ve ona zaafından ayrılmayan, değişmeyecek kusurlar atfetmesindedir.l8.yy'da genişleme, tarihi yüzleşme, anlayış ve tasnif şeklinde ortaya çıkan düşünce dalgalanmaları çağdaş Oryantalizmin fikri kurumsal yapılarını meydana getirmiştir. Bu düşünce dalgalan aynı zamanda Doğu'yu ve özellikle İslam'ı Batı'nın dini anlayışına dayalı, dar çerçeveli tahlil ve değerlendirmelerden kurtarmıştır. Çağdaş Oryantalizmin l8.yy'da Avrupa kültürünün laik unsurlarından meydana gelmiştir.I. Dünya Savaşı bittiğinde dünya topraklarının %85'i Avrupa'nın sömürgesi durumundaydı. Bu durum çağdaş Oryantalizmin hem emperyalizmin hem de sömürgeciliğin bir cephesini teşkil ettiğinin ifadesidir.Sacy ve onun şahsında dinci Oryantalistler Arap şiirinin batılıya zevk verebilmesi için Oryantalistin ona belli bir şekil vermesi gerektiği görüşündedirler. Yine onlara göre Doğu'lu eserler kısmen ele alınmalıdırlar. Zira Doğu'lu eserler Avrupa'ya yabancıdırlar. Daha da önemlisi sürükleyici olmamaları, yeterli zevk ve eleştirici ruhla yazılmamalarıydı.Renan, Sacy'nin başlattığı işi resmileştirmiş, sistemleştirmiş , onun fikri ve maddi müesseslerini ihdas etmiştir.Profosyonel Oryantalistin görevi, Doğu'nun parçalarını birleştirerek, bir portre yapmak, Doğu'yu bir tabloda adeta yeniden oluşturmaktır. İngiltere Hindistan'da biri yıkıcı diğeri kurucu çift yanlı bir vazife yapmıştır. Yıkıcı olanı Asya toplumunun imha edilmesi, kurucu olanı Asya'da, Bah toplumunu maddi temellerinin tesis edilmesidir.Oryantalistler insanı insan olarak değil, kümeler ya da soyut genellemeler olarak düşünürler. Samiler, Doğu'lular, Arap'lar vs...Oryantalistlerin bazıları özellikle ilk Oryantalistler hiç Doğu'da bulunmadan tamamen kitaplara dayalı bir Oryantalizm ortaya koymuşlardır. (Sacy ve Renan gibi...) Bazıları ise Doğu'da bulunmuş ve Doğu'lularla temas halinde bulunmuş olarak Oryantalist fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu ikinciler Doğu'lular için hem yerli hem de yabancı idiler. Yazdıkları faydalı bilgiler idi fakat Doğu'lular için değil, Avrupa için ve onların neşriyat kurumları için bir gücün temsilcisi olarak onların içinde idiler. Vakıayı sadece dışarıdan resmediyorlardı.Oryantalist için Doğu cinsel arzularının tatmin yeridir.Avrupa'nın Doğu siyaseti ekalliyetlere konusuna istinat eder.İlk Oryantalistler (Renan, Sacy, Laen) Doğu nun anlatımını mizansenli olarak gerçekleştirdiler; sonraki Oryantalistler alim veya yazar olsun sahneye sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Daha sonra sahnenin yönetilmesi gerektiği görüldü ki; yönetim oyununda kurumlar ve hükümetler şahıslardan daha fazla ön plana çıktı. İşte l9.yy'da 20.yy'la geçerken oryantalizmin çizdiği tablo bu şekildeydi.Üçüncü bölümde Oryantalizmin düşünüş ve faaliyet olarak neleri kapsadığı anlatılmaya çalışılmıştır. Oryantalizmde en fazla beliren husus Doğu ile karşılaşan batılılarda daima bir çatışma hissinin olmasıdır. Doğu-Batı derken orada bir sınırın tayin edilmesi, Batı'ya "üstünlük ve kuvvetin" Doğu'ya ise "zaafın" atfolunmasıdır. Yapılan bütün çalışmalarda iradi olarak coğrafi bir ayrımın yapılması sıkıntılarına yüzyıllardan beri katlanılmaktadır.Oryantalizm geleneksel öğrenim (klasikler, İncil, filoloji) kamu müessesleri (hükümetler, şirketler, coğrafya cemiyetleri üniversiteler ) ve genel eserler (Doğu tasvirleri, fantezi kitapları, seyahat kitaplar) ile ilgilenir.Doğu'dan bahseden her Avrupa'lının ırkcı, emperyalist ve milliyetçi olduğu söylenebilir.Yazara göre oryantalizm Doğu Batı'dan daha zayıf olduğu için Doğuya tahakkümünü öngören Doğu'nun farkım onun zayıflığından ibaret bulan siyasi bir doktrindir.19 yy oryantalizminde önemli gelişmelerden biri Doğu hakkındaki bazı fikirlerin kristalleşmesi idi. Tescili yapılan bu fikirleri şehvet düşkünlüğü,despotluk eğilimi,sapık zihniyet,yanlış gözlem ve hafıza geriliğiydi. Artık bir şark dedi mi, okuyucunun aklına hemen bu müseccel özellikleri geliyordu. Oryantalizm bir erkekler alemiydi ve bu alemde kadın, erkeğin gücünûn yarattığı şeydi.19. yy da ortaya çıkan "Irklar arasındaki eşitsizliğin biyolojik kökenlerine ilişkin her" Doğu- Batı eşitsizliğini tescil eden bir vasıta gibi kabul gördü.Batı Doğu'ya, Doğu'luların aklını eğitmek için değil, şahsiyetini eğitmek için gitmiştir.20. yy'a girerken vurgulanması gereken bir nokta da ırklar, uygarlıklar ve diller arasındaki farklarla ilgili Batı hükümlerini kat'i ve değişmez kabul edilmesidir.20.yy oryantalist anlayışında artık sadece Doğu'nun anlaşılması hedeflenmiştir. Bu devrede Doğu uzmanından beklenen, Doğuyu çalışan bir makine haline getirmesi ve onda ne takat varsa Batı medeniyetinin menfaat ve araçlarını kazandırılması idi. Burada Doğu hakkındaki bilgi doğrudan faaliyete dönüşür ve sonuçlar Doğu'da yeni düşünce ve eylem akımlarına yol açar.Sonuç olarak: Oryantalist, Doğu tarihi denince akla gelen bir simadır,onun (Doğu) ayrılmaz bir parçası ve şekillendiricisidir, onun Batı'dan gelen karakteristik alametidir. Bir dizi inanış ve bir tahlil metodu olarak oryantalizm gelişmeye kapalıdır. Nüvesini Sami'lerin gelişmemiş oldukları şeklindeki hüküm oluşturur.

https://www.academia.edu/5136763/EDWARD_SAIDIN_ORYANTALIZMI_NASIL_OKUNUYOR