Wednesday, December 19, 2012

Ahmet Cemal çevirisiyle bir başyapıt Broch "Vergilius'un Ölümü"

Yirminci Yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch'un (1Kasım 1886 Viyana - 30 Mayıs 1951 New Haven/ABD) başeseri sayılan "Vergilius'un Ölümü"( Der Tod des Vergil) Almanca'dan dilimize pek çok eser kazandıran Ahmet Cemal'in Türkçe çevirisiyle İthaki Yayınları'ndan çıktı.

Editörü Ahmet Öz’ün kitabın arka kapağında gayet güzel betimlediği gibi; “Vergilius’un Ölümü”, şüphesiz Hermann Broch’un başyapıtıdır,ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, sadece Broch’un değil-evet!-aynı zamanda roman türünün ve batı sanatının da başyapıtıdır… Ve bir çeviri başyapıtıdır da.” 

Çıkar çıkmaz ikinci baskısı yapılan kitap, Ahmet Cemal’in bundan kırk yıl önce “Vergilius’un Ölümü” eserinin onun için neredeyse bir tür kader kılan düşüncelerini okurla paylaşmasıyla başlıyor. Ahmet Cemal; “Bu yazımın girişinde, “Vergilius’un Ölümü” çevirisinin hayatımda kırk yılı biraz aşkın bir süreyi kapladığını açıklamıştım. Bu dediğim, elbette kırk yıl boyunca hep bu çeviri üzerinde çalıştığım anlamına gelmiyor. Ayıca, aynı süre içerisinde yaptığım başka çevirileri de asla arka plana atıyor değilim.” ifadesiyle edebiyatla felsefenin birbiriyle iç içe geçtiği bu kitabın içindekilerle hayatında olup bitenlerin çeşitli bakımlardan özdeşleştiğini vurguluyor. Ahmet Cemal bilim insanı, çevirmen Azra Erhat’a ithaf ettiği bu çeviri için; “Hayatım boyunca hep benim için ‘tek mutlak özgürlük alanı’ diye nitelendirebileceğim bir çalışma oldu.”diyor.

Hermann Broch'un Stephen Hudson’un hatırasına ithaf ettiği bu başyapıtı, İ.Ö 70-19 yılları arasında yaşamış olan Publius Vergilius Maro,  Roma İmparatorluğu’nda Augustus döneminin en ünlü şairi ve  yaşadığı döneme duyduğu ilgiden doğmuştur. Çevirmenin önsözünde Broch romanın konusunu şöyle anlatır; “Kitap ağır hasta olan Vergilius’un Brundisium limanına varışından ertesi günü öğleden sonra Augustus’un sarayındaki ölümüne kadar geçen on sekiz saati anlatır. Üçüncü kişi anlatımına rağmen gerçekte romanın tamamı şair Vergilius’un iç monoloğundan oluşur. Bu nedenle kitap, her şeyden önce şairin kendi hayatıyla, bu hayatın ahlak açısından doğruluğuyla ve yanlışlığıyla, bu hayatın adanmış olduğu şiir sanatının yerindeliğiyle ve boşunalığıyla giriştiği bir hesaplaşmayı dile getirir.”

Vergilius’tan Broch’a onlardan Ahmet Cemal’e uzanan bu iç hesaplaşma okurun ve edebiyatçının peşini bırakmayacaktır, bırakmamalıdır…


Kitaptan alıntı:
Oysa aslında neşeli olmak için pek neden yoktu; bu sokak ağzının böyle bir neşenin kaynağı olabileceği ise hiç söylenemezdi. Karanlıkta uzanan, yassı basamaklı, merdivenli yol türlü gölgelerle, özellikle de bir sürü çocukla doluydu; çocuklar, saatin ilerlemiş olmasına rağmen, merdivenlerde yalnızca gölgelerden oluşma, iki ayaklı yaratıklar gibi, aşağı yukarı koşuşturup duruyorlardı; yakından bakıldığında, bunlara dört ayaklı canlıların da eklendiği görülebiliyordu, çünkü duvarlar boyunca her yere, kiminin ipi kısa, kiminin uzun olmak üzere, keçiler bağlanmıştı; camsız, çoğunlukla da kepenksiz pencereler, dar sokağa kapkara bakmaktaydı; bodrum katlarında, karanlık mağara ağızlarını andıran, kubbeli satış yerlerinin görünüşü de kapkaraydı; yapılan türlü uzun pazarlıkların sesi buralardan dışarıya taşmaktaydı; bunlar, yoksulluktan kaynaklanma, bir gün sonrasının ihtiyaçları için bile değil, ama yalnızca birkaç saatlik ihtiyaçlar için yapılan pazarlıklardı; onların hemen yanında, gölgeler tarafından yine gölgeler için yapılan zanaat çalışmaları, kendine özgü takırtılarıyla ve acınası küçüklükte boyutlarda olmak üzere, seyrini sürdürmekteydi; göründüğü kadarıyla bu çalışmalar için hiç ışığa ihtiyaç duyulmuyordu; çünkü arada sırada, bir yağ kandilinin ya da mum parçasının parıltısının kendini göstermeye cesaret ettiği yerde bile insanlar, gölgelerin arkasına gizlenmiş olarak kalıyorlardı: burada ortaya çıkan şey, akışını düşünülebilecek en derin sefalet uçurumunda ve hiçbir dış olaydan etkilenmeksizin sürdüren bir günlük hayattı ve bu hayat, sanki İmparator için düzenlenen şenlikler bu sokaktan millerce uzaktaymışçasına, sanki bu sokağın sakinleri, şehrin başka kesimlerinde neler olup bittiğini bilmiyorlarmışçasına, zamanın dışında kalmış bir günlük hayattı; bu nedenle ortaya çıkan tahtırevan olayı, canlılık yaratıcı bir olay değil, ama herhalde en nahoş, daha doğru deyişle en düşmanca biçimde rahatsız edilme anlamına geliyordu. Her şey, sanki bir cüceler ülkesindeymiş gibi, yani çocuklarla başlamıştı, hatta keçilerle başladığı da söylenebilirdi, çünkü hem çocuklar hem de keçiler taşıyıcıların bacaklarının arasına giriyorlar ve üstelik kaçmıyorlardı da; meleyen dört ayaklılar, bağrışan iki ayaklılar gölgeli köşelerden fırlıyor, sonra yine saklanmak için oralara kaçışıyorlardı; her şey, genç rehberin elinden meşalesini, onun çılgınca savunması karşısında elbette sonuçsuz kalan kapma çabalarıyla başlamıştı, fakat aslında en kötü olan, bu değildi, çünkü ağır bir tempoyla da olsa, yollarına devam edebiliyorlardı – sefalet kokan sokağa basamak basamak iniyorlardı –, hayır, bu rahatsız edişler değildi en kötüsü, fakat kadınlardı; pencerelerden sarkmış, göğüsleri pencere pervazlarında ezilen, birer yılanı andıran çıplak kollarının ucundaki ellerini yine yılan gibi kıvırıp duran kadınlar; ve her ne kadar alayı gördükleri ânda gevezeliklerinin içine boşalttıkları, sadece başıboş bir yaygaraya karışmış küfür kelimeleri olsa da, bu aynı zamanda yaygaracı bir çıldırmışlıktı ve her çıldırmışlık kadar büyüktü; küfür olduğu için yoğunlaşıp yakınmaya dönüşmüş, yoğunlaşıp hakikatin ta kendisi olmuş bir çıldırmışlık. Ve işte şimdi burada, teker teker her binanın bir ağız gibi açılmış kapısından dışkı kokularının fışkırdığı yerde Vergilius, havaya kaldırılmış tahtırevanda taşındığı ve bu yüzden de yoksulluk kokan odaların içine bakabildiği, bakmak zorunda kaldığı, harap konutlardan oluşma bir kanaldan geçerken, kadınların öfkeyle ve anlamsızca suratına fırlattıkları lanetlere hedef olurken, hiçbir yerde eksik olmayan, paçavralar üstüne yatırılmış hastalıklı bebeklerin acınası ağlamalarına hedef olurken, çatlak duvarlara tutturulmuş, çamdan yapılma meşalelerin dumanlarına, ocaklardan ve o ocaklara ait demir tavalardan yükselen ağırlaşmış yağ kokularının buharına hedef olurken, her yerde, kapkara deliklerden farksız inlerde çömelmiş, neredeyse çıplak yaşlıların dehşetengiz görüntülerine hedef olurken, evet, işte tam da burada Vergilius, bir çaresizlik duygusunun kurbanı olmaya da başlamıştı, ve yine tam burada, haşarat dolu mağaraların arasında, düşünülebilecek en uç noktadaki bakımsızlığın ve en sefil çürümüşlüğün karşısında, en dipsiz uçurumlardaki yeryüzü mahpusluğunun karşısında, habis sancılarla gelen doğumun ve habis bir gebermeye dönüşen ölümün gerçekleştiği, hayatın giriş ve çıkışlarının en yakın akrabalıkta birleştiği, zaman ötesi kötülüğün gölgelerle kaplı rüyalar âleminde birinin öteki kadar karanlık bir sezgi niteliğini taşıdığı, birinin öteki kadar herhangi bir isimden yoksun olduğu yerde, burada, bu en isimsiz gecenin ve ahlaksızlığın âleminde Vergilius, ilk defa yüzünü örtmek zorunda kaldı, Sefalet Sokağı’nın merdivenlerinde basamak basamak taşınırken, gönüllü bir körlüğe geçebilmek için, ve kadınların en yakası açılmadık küfürlerden farksız kahkahaları arasında, yüzünü örtmek zorunda kaldı –
–: “Seni tahtırevanlı serseri seni!”, “Bizden daha üstün sanıyor kendini!”, “Tahta tünemiş altın torbası!”, “Paran olmasaydı da koşmak zorunda kalsaydın, o zaman görürdüm seni!”, “Bu tahtırevanla çalışmaya gidiyordur herhalde!”, diye haykırıyorlardı kadınlar –
–: anlamsızdı üzerine yağan küfür sağanağı, anlamsızdı, anlamsızdı, anlamsızdı, ama yine de haklıydı, yine de uyarıydı, yine de hakikatti, hakikat noktasında yoğunlaşmış çıldırmaydı, ve her aşağılama, Vergilius’un ruhundaki büyüklenmenin bir parçasını daha koparıp almaktaydı, ta ki ruhu çıplak kalana kadar; bebekler kadar çıplak, paçavraların üstündeki yaşlılar kadar çıplak, karanlık karşısında çıplak, suçluluk karşısında çıplak, hatıraları kaybetmişlik karşısında çıplak; içinde artık hiçbir şeyin ayırt edilemediği bir çıplaklık tufanı…