Saturday, April 21, 2012

‘68 Afişleri

 68 Afişleri
ODTÜ Devrimci Afiş Atölyesinin Öyküsü
 Kapak ve Kitap Tasarımı: Yılmaz Aysan

‘68’in devrimci ruhunun en önemli parçası, üniversitede, sokaklarda, grev ve işgallerde kendini afişlerle ifade etmesiydi.
       Devrimci afiş atölyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde, ilk deneyimlerini Mimarlık Balosu afişlerinin basılmasından edinmiş bir grup öğrencinin inisiyatifiyle ortaya çıktı. Kısa zamanda devrimci kampanyalar yazmaya, tasarlamaya girişti. El yordamıyla baskı teknikleri geliştirdi. Sonunda yüz binlerce afiş üreterek Türkiye’nin dört bir köşesine dağıtan bir organizasyona dönüştü...Yılmaz Aysan, atölyenin kuruluşunda ve gelişmesinde rol oynamış, orada bizzat çalışmış Ahmet Sönmez, Ali Artun, Ertuğrul Kürkçü, Hasan Barutçu ve Sait Kozacıoğlu’nun tanıklıklarını ve 68-70 döneminin afişlerinden bulunabilen örnekleri bu kitapta bir araya getirdi.
            
Yılmaz Aysan
Yılmaz Aysan çalışmalarını İstanbul’da sürdüren bir sanatçı ve grafik tasarımcıdır.
Sanat: 1983’te İstanbul Sanat Bayramı kapsamında düzenlenen Sanatta Yeni Eğilimler yarışmasında “Yalnızım“ isimli yapıtıyla Bronz Madalya aldı. 1982-83 yılları arasında Ankara’da güncel sanata odaklanan “Dost Sanat Ortamı“nı kurdu ve güncel sanat sergileri düzenledi. İlk kişisel sergisini, 1985 yılında Ankara Siyah Beyaz Sanat Galerisi’nde “Akdeniz Soyutlamaları“ enstalasyonu ile açtı, daha sonra aynı galeride “Dansözlerin Gizli Tarihi“ (1986), “Gölgeler“ (1987) , “Gaea“ (1989), “Boxes of Curiosities“ (1990) ve “Exanimis“ (1996) adlarıyla özgün baskı, kolaj ve akrilik resimler, assemblage’lar içeren enstalasyonlar gerçekleştirdi. 1987’de döndüğü İstanbul’da sanat ve tasarım çalışmalarını sürdürdü, 1988-97 yılları arasında sanatçı arkadaşlarıyla “Koridor Gönderi Yapıt“ları hazırladı, Atatürk Kültür Merkezi’nde “Özel Şeyler“ adıyla kişisel bir sergi gerçekleştirdi. Istanbul Sanat Fuarı 1994 (Boxes of Curiosities) ve Art Istanbul 2004’te (Harmonia Mundi) eserleri sergilenen sanatçı, kişisel sergilerin yanı sıra pek çok karma sergiye de katıldı.

Tasarım: İlk afiş çalışmalarını lise yıllarında kuruluşuna katıldığı (1969) AYVA isimli müzik grubu için yaptı. 1971-76 yılları arasında öğrenci olduğu ODTÜ Mimarlık’ta politik ve kültürel afiş tasarımları yaptı, arkadaşlarıyla beraber serigrafi yapmayı öğrendi ve uyguladı. 1976-80 yılları arasında Ankara’da başta Mimarlar Odası olmak üzere, TMMOB, Çağdaş Sahne Kültür Merkezi, Köy-Koop gibi kuruluşların çeşitli afiş, dergi kapağı gibi grafik tasarımlarını yaptı ve bazılarının baskılarını gerçekleştirdi. 1980-87 yılları arasında yine Ankara’da çeşitli firmalar ve basımevlerine grafik tasarımlar üretmeye devam etti. 1981’de Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Afiş Yarışması’nda mansiyon ödülü, 1986’da 6. Grafik Ürünler Yarışması’nda İhap Hulusi Afiş Ödülü ve İllustrasyon ödüllerini aldı. Daha sonra katıldığı Grafik Ürünler yarışmalarında, en iyi Ambalaj (1991), Dergi Kapağı (1992), Tanıtım Eşyası (1995), Başlıklı Kâğıt (1996) ödüllerini aldı. 2004’te Sappi yarışmasında Bronz Madalya alan “Troy Marine“ kataloğunu ve 2005’te Uluslararası “Visions“ Faaliyet Raporu Tasarım Yarışması’nda Altın Madalya’yı alan Turkcell Faaliyet Raporu’nu tasarladı. 1987-2001 yılları arasında çeşitli ajanslarda art direktörlük ve kreatif direktörlükler yaptı ve hazırlanmasına katkıda bulunduğu kampanyalarla Kristal Elma başta olmak üzere çeşitli ödüller aldı. Özellikle kurumsal kimlik oluşturma, kitap, katalog ve süreli yayın tasarımları, faaliyet raporları, dergi ve gazete reklamları, takvim tasarımları çalışmalarının ağırlığını oluşturmaktadır.
1970’te Ankara Fen Lisesi ve 1976’da ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nden mezun olan ve aynı fakültede “Dış Duvar Resimleri“ (Extra Murals) konulu master tezini tamamlayan sanatçı, 1998’den bu yana, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Layout and Production“ ve “Applied Layout“ dersleri vermektedir. Evli ve iki çocuklu olan Aysan, İstanbul’da kendi atölyesinde sanat ve tasarım çalışmalarını sürdürmektedir.
Metis Yayınları'ndaki kitapları
 ‘68 Afişleri, 2008
Giriş: Hep genç ve özgür olmak, Yılmaz Aysan, s. 6-9.

Aradan kırk yıl geçti ama o yaşlanmadı. Kâğıdı sarardı, yırtıldı ama 1968’lerden kalan bu afişteki sol yumruğu havada, haykıran, isyankâr genç hâlâ gepgenç, hâlâ özgür ve hâlâ yakışıklı. Bazılarınız bu kitaptaki afişlerin hiçbirini görmedi, görünce ve hikâyelerini okuyunca, olan bitene çok şaşıracak. Bazılarınız ise hiç unutmadı. Bu afişler, herkesi eski günlere götürecek, o günlerin ruhunu; eşit, kardeşçe ve özgür ruhunu, cesur ruhunu yeniden tattıracak.
Ankara’da, ODTÜ’de 1968-70 döneminde öğrenciler yeni bir afiş stili geliştirdiler. O güne kadar, profesyonel afiş tasarımcıları ve reklamcıların tasarım tekelinde olan ve ticari matbaalara bağımlı olan afiş sanatında güçlü bir kopuş yaşandı. Teksir, serigrafi ve bunlara ek olarak kendi icat ettikleri tekniklerle çoğu anonim ve kendiliğinden, o anda orada bulunanların katkısıyla oluşmuş afişler ürettiler. Sloganları da kendileri yazıp, o sloganlara en uygun imajları, o günlerde erişebilecekleri kısıtlı kaynaklardan, dergilerden, fotoğraflardan yararlanarak kendileri yarattılar. 1917 devriminde, 1936’da İspanya iç savaşında, 1960’larda Küba’da ve eşzamanlı olarak Fransa’da olduğu gibi; amatör, profesyonel, öğrenci, hoca, tasarımcı veya değil, hep birlikte “kooperatif“ bir anlayışla çalıştılar. Afişleri, satılsın, koleksiyoncular saklasın diye veya sanatsal bir faaliyet olsun diye yapmadılar. O anda kullanılsın diye yaptılar ve anında kullandılar. Afişler aceleyle hazırlanmış bir kişiliğe sahipti; anında iletişim için radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının yerini tutuyor ve bir ivedilik duygusu taşıyordu. Devrim ve iletişim iç içe geçmişti, aynı anda yapılmaktaydı. Bu afişleri üretenler, kendilerine özgü bir yaratıcı grup gibi davranmaktaydılar. Bizzat Sosyalist Fikir Kulübü üyeleri, Dev-Genç başkanları önce siyaset yapıyorlar, fikirler üretiyorlar, eylemler planlıyor, sonra da bunları duyurabilmek, taraftar bulabilmek için yazıyorlar, sloganlar buluyorlar, çiziyorlar, afişler yapıyorlar, basıyor, dağıtıyor ve geceleri bizzat duvarlara yapıştırıyorlardı. Ertesi gün her tarafı birden renklenivermiş bir kente uyanıyordunuz. Hem rengârenk afişlerle, hem de yepyeni fikirlerle.

O yılların Türkiyesi‘nde sokak duvarları neredeyse bomboştu. Tek tük sinema, tiyatro afişleri vardı sağda solda. Henüz “billboard“larla tanışmamıştı kentliler. Boş duvarlarda genellikle “Afiş yapıştırmak yasaktır“ yazardı. O günlerde seçime katılacak partiler için, her partiye bir tane olmak üzere duvarlara yağlıboyayla kareler çizilir, içlerine partilerin isimleri yazılırdı. Böylece her parti afişini nereye yapıştıracağını bilir, kafası karışmazdı. Bunun dışında, kentliler afişe pek alışık değildi. O yıllardaki durum devrimci öğrenciler için ideal bir haberleşme ortamı sağlıyordu aslında. Bu “boşluk“tan dolayı afişler hem dikkat çekiyor, hem milyonlarca insana mesaj iletebiliyor, hem de daha önce böyle bir şey görmemiş kentlilerin akıllarında yer ediyordu.
Bu afişleri yapanlar çoğunlukla ODTÜ Mimarlık öğrencileriydi, sanata, tasarıma meraklıydılar. Bir kısmının “eli kalem tutmaktaydı“. Kısıtlı olanaklarla yurtdışına çıkmayı başaranlar, gittikleri ülkelerde yaşananlara kendi gözleriyle şahit oluyorlardı. Özel radyolar, televizyonlar, internet, o yıllarda henüz yoktu, iletişim olanakları çok kısıtlıydı. Her şey “canlı“ydı, o anda orada yaşanmaktaydı. Bu afişler benim için çok güzeller. Hem de pek çok açıdan. Ama bunları tek tek saymayacağım. Söyleşileri okurken, afişlere bakarken bu güzellikleri kendiniz fark edeceksiniz – hem çok güzel hem de özgün olduklarını. 1970’te o dönemin son demlerine yetişip girdiğim ODTÜ’de ilk gördüğümden bu yana aynı fikirdeyim. Ben onları ancak duvarlarda görebildim ve sadece bir keresinde yapımını izlemek ve bazılarını taze basılmış halleriyle elimde tutma şansını elde ettim. İşte hayatıma yön veren en önemli olay belki de buydu. İlerleyen yıllarda, serigrafi tekniğine meraklanmam, afiş tasarımları yapmaya başlamam, hatta hayatımın mesleği olarak grafik tasarıma yönelmemin kaynağında hep bu var diye düşünüyorum.
O günler, siyasetiyle, sloganlarıyla, talepleri, öngörüleri ve saptamalarıyla bu afişlerde elle tutulur bir şekilde vardır. Bu afişler, bu nedenle tarihsel önemi olan belgelerdir. Çok sağlam bir tasarıma sahip olmalarının yanı sıra, hem kendi içlerindeki bütünlükte hem de beraber kullanımla sağlanan total etkiyle de önemlidir. 40 yıl önce yaşanan bu süreçte salt “afiş“ tasarımının ötesine geçilmiş, yaratıcı mecra kullanımları geliştirilmiştir.
İlerleyen sayfalarda, Dev-Genç iddianamesinde suç delili olarak sunulmuş afişlerin listesini de göreceksiniz. Çuvallar dolusu suç delili. Bu listeye bir göz atınız, ancak üzgünüm, çoğunu kitapta göremeyeceksiniz. Çünkü ne yazık ki neredeyse hepsi kayıp. Bir kopyası bile bulunamıyor. O zengin birikimden sadece bu kitapta görebildiklerimiz kalmış. Hem çok yazık, hem de iyi ki en azından geriye bunlar kalabilmiş...
Kitapta yer alan söyleşiler ‘90’ların başında yapılmış, ancak görsel malzemenin yetersizliği nedeniyle kitabın basımı ertelenmek zorunda kalmıştı. 2007’de bazı önemli örneklerin ortaya çıkmasıyla konu yeniden gündeme geldi. Bu kitabın, 1968’in 40. yıldönümüne yetişmiş olması da ayrıca bir sevinç kaynağı oldu. Söyleşiler, uzun yıllar önce, ilk yapıldığı anın sıcaklığı korunarak sadece gözden geçirildi, eksik bilgiler tamamlandı.
20 yıl önce bu söyleşileri yapmak çok heyecan vericiydi. Tanıklar o dönemde pek çok şey yaşamışlardı; yaralanmış, hapis yatmış, pek çok acılar çekmişlerdi. Bazıları “içeriden“ yeni çıkmıştı. Her şey hâlâ çok sıcaktı. Fakat yaşadıkları o sıcak ortamda bile her biri bu projeyi ta içten benimsediler ve sonuna kadar destek oldular. İşte ben onlarda bu samimiyeti, sanatla yaşamın bu iç içeliğini, bu içi dışı bir doğruluğu sevdim.

Öncelikle benim heyecanımı anlayışla karşılayıp bu kitabın oluşmasına tam destek veren Ali Artun, Hasan Barutçu, Sait Kozacıoğlu, Ertuğrul Kürkçü ve Ahmet Sönmez’e, kasete kaydedilen söyleşileri özenle kağıda döken İnci Aysan’a, bu afişleri bir kenarda saklayacak kadar seven ve bugüne kadar koruyan, ve bu kitaba sundukları belgelerle, sözleriyle, tavsiyeleriyle, yardımlarıyla katkıda bulunan: Süha Özkan, Haldun Dostoğlu, Çetin Ünalın, Selçuk Demirel, Aydan Keskin Balamir, Mehmet Sinan Niyazioğlu, “Doç“ Gürol Gerçel’e, tüm Metis Yayınları katkıları adına Semih Sökmen ve Emine Bora’ya ve anonim katkılarıyla destek veren herkese teşekkürler.
Kitaptaki fotoğrafımda, ODTÜ hazırlık okulunun önünde direğe yaslanmışım arkadaşım Memet’le. O fotoğrafta, tıpkı afişlerdeki isyankâr genç gibiyiz... Ve sanıyorum sonsuza kadar öyle genç kalacağız, hep beraber öyle kalacağız.

 

Thursday, April 19, 2012

GULAG


Ve kader herkesi eşit kildi
Kanunun erişemediği yerlerde
Bir kulak ya da kızıl komutanın oğlu...
Burada tüm sınıflar eşitlenmişti
Tüm erkekler kardeşti,
Kamp arkadaşları hepsi,
Damgalandı herkes hain diye...
Aleksandr Tvardovski- belleğin tanıdığı hak ile-
 Bu GULAG’in tarihçesidir: bir zamanlar beyaz denizdeki adalardan Karadeniz kıyılarına kadar, kutup çizgisinden orta Asya düzlüklerine kadar, Murmansk’tan Vorkuta’ya ve Kazakistan’a, Moskova’nın merkezinden Leningrad banliyölerine kadar Sovyetler Birliği’nin bir ucundan diğer ucuna yayılmış olan geniş çalışma kampları şebekesinin tarihidir. Kelime olarak GULAG bir kısaltmadır: anlamı, Glavnoye Upravleniye Lagarey yani Ana Kamp İdaresi’dir. Zaman içinde Gulag sözcüğü sadece toplama kamplarının idaresinin degil ayni zamanda her şekilde ve çeşitte Sovyet esir çalıştırma sisteminin de göstergesi haline geldi. Çalışma kampları, ceza kampları, suçlu ve siyasi kampları, kadın kampları, çocuk kampları, geçiş kampları. Daha da kapsamlı olarak ‘’Gulag’’ mahkûmların bir zamanlar ‘kimya makinesi’ dedikleri bir dizi prosedür anlamına da geldi. Tutuklamalar, soruşturmalar, ısıtmasız hayvan vagonlarında ulaşım, zorla çalıştırma, ailelerin parçalanması, sürgünde geçirilen yıllar, erken ve gereksiz ölümler...

Gulag’in kökleri Çarlık Rusya’sına ve 17.yy.dan 20.yy.ın başına kadar Sibirya’da isletilen zorunlu çalışma taburlarına dayanıyordu. Bundan sonra Rus ihtilalinin neredeyse hemen arkasından, Sovyet sisteminin ayrılmaz bir parçası olan daha çağdaş ve tanıdık halini aldı.

1921’de, çoğunluğu ilk halk düşmanlarını ‘’rehabilite’’ etmek üzere kurulmuş, 43 eyalette 84 kamp bulunuyordu.

1929dan itibaren kamplar yeni bir önem kazandılar. O yıl Stalin, SB’nin hem sanayileşmesini hızlandırmak hem de neredeyse hiç kimsenin yasamadığı ücra kuzeyindeki doğal kaynaklarını yeraltından çıkarmak için zorunlu çalışmayı uygulamaya karar verdi. O yıl Sovyet gizli polisi ülkenin tüm kamp ve cezaevlerini adalet kuruluşlarından yavaşça kopartırken, ayni zamanda Sovyet ceza sisteminin de kontrolünü ele almaya başlamış oldu.  1937 ve 1938 deki toplu tutuklamalarla kamplar hızlı bir genişleme dönemine girdi. 1930larin sonlarında, bunlar SB’ ki 12 saat diliminin her birinde bulunabiliyordu.
 Gulag’in büyümesi 1930larin sonunda durmadı. Aksine 2.dünya savası ve 1940lar boyunca devam ederek 1950lerin başında doruk noktasına ulaştı. O zamana dek kamplar Sovyet ekonomisinde önemli bir rol oynar hale gelmişti. Ülkenin altınının üçte birini, kömür ve odunun çoğunluğunu ve hemen her şeyin de büyük kimsini üretiyorlardı. Sb’nin varlığı boyunca cinde yüzlerce ile binlerce rasinda insan bulunan binlerce kamp barındıran en azından 476 önemli kamp tesisi oluşturuldu. Mahkûmlar kerestecilik-kömürcülük-inşaat-fabrika isi-çiftçilik-uçak ve cephane tasarımı gibi akla gelebilecek her turlu sanayide çalışıyor ve doğrusu, ülke içindeki bir ülkede, neredeyse ayrı bir uygarlık gibi yaşıyorlardı. Gulag’in kendi kanunları, kendi adetleri, kendi manevi değerleri, hatta kendi küfürleri vardı. Kamplar kendi edebiyatını, kendi canilerini, kendi kahramanlarını doğurmuştu ve içinden gecen herkesin üzerinde, ister mahkûm olsun ister gardiyan, izini bırakmıştı. Serbest bırakıldıktan yıllar sonra bile Gulag sakinleri, çoğu zaman sokakta gördükleri eski mahkûmları sırf ‘gözlerindeki bakıştan’ tanıyabiliyorlardı.

Bu tip karşılaşmalar çok yaygındı. Çünkü kampların insan bakımından devri daimi çok yüksekti. Tutuklamalar kadar tahliyeler de yaygındı. Mahkûmlar hükümlerini doldurdukları için, kızıl orduya alındıkları için, hasta ya da küçük çocuklu kadınlar oldukları için, tutukluktan gardiyanlığa geçtikleri için salıveriliyorlardı. Sonuç olarak kamptaki insan sayısının genellikle 2 milyon dolayında seyretmesine rağmen, siyasi ya da adli suçlu olarak az cok bir kamp tecrübesine sahip Sovyet vatandaşlarının toplam sayısı daha yüksek. 1929 da Gulag’in esas genişlemesine başlamasından, 1953te Stalin’in ölümüne dek, en iyi tahminler 18 milyon dolayında insanin bu muazzam sistemden geçtiğini gösteriyor. 6 milyon kişi de sürgüne, kazak çöllerine ya da Sibirya ormanlarına sürüldü. Sürgün kasabalarında kalmaya kanunen mecbur tutulanlar da dikenli teller arkasında olmamalarına rağmen zorunlu işçilerdi.

Milyonlarca insandan oluşan kitlesel bir zorunlu çalışma sistemi olan kamplar, Stalin’in ölümüyle yok oldu. Tüm hayati boyunca Sovyet ekonomisinin büyümesinde Gulag’in önemli rolü olduğuna inanmasına rağmen, Stalin’in siyasi varisleri kampların aslında bir gerileme kaynağı ve çarpık bir yatırım olduğunu söylediler. Olumunu takip eden günler içinde, Stalin’in halefleri onları tasfiye etmeye başlamışlardı. 3 büyük ayaklanma, daha küçük ama azımsanamayacak olaylar eşliğinde, bu süreç hızlandı.
 Yine de kamplar tamamıyla ortadan kalkmadı. Bunun yerine evrim geçirdiler. 1970-1980ler boyunca içlerinden birkaçı, yeni bir demokratik eylemci, Sovyet karşıtı nasyonalist ve suçlu kuşağı için yenilenerek kullanıma geçirildiler. Gorbacov, 1987 yılında---kendisi de bir Gulag tutuklusunun torunudur---bu kampları topluca dağıtmaya girişti..............
 
GULAG—Anne Applebaum—Arkadas Yayinevi—Ankara 2008---Çeviri Editörü:
Melih Pekdemir, Ceviri: Ufuk Demirbaş.

Wednesday, April 18, 2012

Ötekini Dinlemek

Edith Jacobson
 Edith Jacobson (1897-1978) Almanya'nın Haynau şehrinde doğdu. Babası doktor, annesi dillerle de yakından ilgilenen çok başarılı bir müzisyendi. Münih ve Heidelberg'de tıp öğrenimi gördü ve pediatri üzerine uzmanlaştı. Psikanalize ilgisi, çocuk cinselliğini gözlemleme olanağını bulduğu bu dönemde başladı. 1925'te öğrenci olarak Berlin Psikanaliz Enstitüsü'ne kabul edildi. Eğitim amaçlı analizini 1925-29 tarihleri arasında Otto Fenichel'le gerçekleştirdi. Berlin'de bir süre terapist olarak çalışan Jacobson, Nazilerin iktidara gelmesi üzerine Kopenhag'a taşındı; ama bir süre sonra, arkadaşlarının ikazlarına karşın, bir hastaya yardım etmek üzere Almanya'ya döndü. Bu sırada bir hastası hakkında Gestapo'ya bilgi vermeyi reddettiği için hapse mahkûm edildi. İki yıl hapishanede kaldıktan sonra ciddi bir hastalık geçirerek hastaneye kaldırıldı ve bu dönemde Almanya'dan kaçmayı başardı. Bir süre Prag'da kaldıktan sonra ABD'ye yerleşti. Üyesi olduğu New York Psikanaliz Derneği'nin 1954-56 yılları arasında başkanlığını da yaptı. Eğitimciliği ve süpervizörlüğünün yanı sıra klinik çalışmalardaki başarısıyla da tanındı. İlk dönem çalışmalarında Karl Abraham'ın nesne ilişkileri üzerine yazdıkları çok etkili oldu. Berlin'deki yıllarında çocuk analistleri Steffi ve Berta Bornstein'dan çok şey öğrendi.
Daha sonraları Heinz Hartmann'ın ve Ernst Kris'le tartışmalarının çalışmaları üzerindeki etkisi büyüktür. Depresyonla yakından ilgilenmesinde babasının ciddi bir depresyon geçirmiş olmasının da önemli bir etkisi vardır. Hartmann'la birlikte kendilik temsillerini psikanaliz kuramına sokan iki kuramcıdan biridir.
Başlıca kuramsal çalışması olan Kendilik ve Nesne Dünyası adlı yapıtta ele aldığı konularını incelemeyi Psychotic Conflict and Reality'de (1967) sürdürdü. Makaleleri Depression: Comparative Studies of Normal, Neurotic, and Psychotic Conditions (1971) adı altında bir araya getirildi.

Kendilik ve Nesne Dünyası
 Özgün adı: The Self and the Object World

I Çocuksu, Oidipus Öncesi ve Oidipal Dönemler
1 Narsisizm, Mazoşizm, Kendilik ve Kendilik Temsilleri Kavramları
2 Kimlik Sorununa İlişkin Son Dönem Literatürünün Gözden Geçirilmesi
3 Kendilik ve Nesne İmgeleri Arasındaki Birleşmeler ve İlk Özdeşleşme Tipleri
4 Çocuğun Kendi Kimliğini Keşfi ve Nesne İlişkileri ile Seçici Özdeşleşmelere
     Doğru Gelişimi
5 Çocuğun Cinsel Kimliğini Bulması ve Benin Yapılanması

II Üstben Oluşumu ve Gizlilik Dönemi
6 Üstben Gelişiminin Başlangıç Aşamaları
7 Sevgi Nesnelerinin İdealleştirilmesi, Ben İdeali Oluşumu ve Üstben
     Özdeşleşmelerinin Gelişimi
8 Farklı Üstben Bileşenlerinin Örgütlenip Bütünleşerek Pekiştirilmiş İşlevsel Bir
     Sistem Oluşturması
9 Gizillik Dönemindeki Çocukta Gelişim Trendleri ve Suçluluğun Utanma ve
     "Aşağılık" Çatışmalarıyla İlişkileri
III Erinlik ve Ergenlik Dönemi
10 Erinlikte Değişimler ve Bu Değişimlerin Kimlik Deneyimi ve Karşı Cinsle İlişkiler
     Üzerindeki Etkisi
11 Ergenin İçgüdüsel ve Coşkusal Çatışmaları ve Ruhsal Yapılarının Yeniden
     Şekillenmesi ve Gelişimi
12 Normal ve Başarısız Ergenlik Çatışması Çözümünün Ergenlik Sonrası Kimlik
     Oluşumu Üzerindeki Etkisi ve Sonraki Kişilik Gelişimi
 
Okuma Parçası
Psikanalitik literatür incelendiğinde iki tip kaynakla karşılaşılır. Bu kaynaklardan biri daha çok deneyime yakın simgesel-kültüralist bir çerçevede yer alırken diğeri teorik-natüralist bir görünüm sunar. Psikanaliz bu kaynaklardan ne birini ne ötekini elden çıkarmaya eğilimli gibi durmamaktadır.
Psikanalizin insani deneyimden hareket ettiği açık bir veridir. Bu çerçevede psikanaliz, analiz edilenin şahsi deneyimini esas alarak söyleminin ardındaki güdülenmelerin gizli bilinçdışı anlamını yorumlamaya çalışır ve bilindiği gibi yorum çalışması analitik sürecin temelini oluşturur. Bununla beraber Freud'dan beri psikanaliz bilinçdışı simgesel faaliyetin yorumlanmasıyla yetinmemiş daha teorik bir ikinci dile de; metapsikolojiye de ihtiyaç duymuştur. Bu ikinci düzeyde insanın ruhsal süreçleri natüralist bir şekilde ele alınır.
Sayıca az olmakla beraber kimi psikanalistler gerek literatürdeki gerek analitik düşüncedeki bu ikilikte epistemolojik bir sorun görmüşler ve psikanalizin teorik-natüralist söylemini terk etmesi gerektiği fikrini savunmuşlar, ancak yeterince etkili olamamışlardır. Acaba psikanaliz sürecinde gözlenenler yazılı metinlere dönüştürülürken aynı zamanda daha soyut, teorik-natüralist bir dile başvurma gereği nereden doğmaktadır?
Psikanalizin teorik-natüralist bir söyleme de ihtiyaç duymasının biri klinik, diğeri meta-klinik iki nedeni olduğunu düşünebiliriz. İlk planda bilinçdışı simgesel komplekslerin, analiz edilenin özelinde klinik olarak nasıl bir genel yapılanma; yani şahsiyet çerçevesinde devreye girdiğinin ayırt edilmesi gerekir. Bilinçdışı güdülenmelerin benzer simgesel ifadelerini farklı psikopatoloji düzeyindeki vakalarda gözleyebiliriz. Ancak bunları ayırt eden özellik şahsiyetlerinin genel yapılanmaları çerçevesinde anlaşılabilir. İşte Jacobson'ın Kendilik ve Nesne Dünyası bu tipte klinik bir kaygıdan hareket eden ve psikanalizin teorik-natüralist yönüne ağırlık veren en temel çalışmalardan biridir. Bu çalışma izleyen psikanalitik çalışmaları, bilhassa Kernberg'inkileri derinden etkilemiştir.
Psikanalizin soyut, teorik-natüralist bir söyleme başvurmasının meta-klinik sebebini diğer disiplinlerle, bilhassa biyolojik disiplinlerlerle ilişkiyi korumak şeklinde ifade edebiliriz. Bu sayede psikanaliz "yorum"dan daha sağlam temelleri olan disiplinlerle çelişmediğini gösterebilme şansına erişmektedir. Gerçekten de psikanalizin biyoloji ile çeliştiğini gösteren en küçük bir delil bile yoktur. Jacobson'ın çalışması, kendisi ön plana almamış olsa dahi, bu bakımdan da önemsenmiştir.
Psikopatoloji bakımından oldukça gerilemeli vakalarla çalışmış olan Jacobson, Freud'un birincil narsisizm ve mazoşizm kavramlarını tartışmak suretiyle yaşamın başında libido ve saldırganlık şeklinde ayrımlaşmamış tek bir ruhsal enerji olduğunu ve bu iki temel dürtünün "iyi" ve "kötü" deneyimlere bağlı olarak sonradan ayrımlaştığını düşünmüştür. Bu yaklaşımda duygusal deneyimlere, dolayısıyla çevreyle (anneyle) etkileşimlere özel bir değer verilmektedir. Jacobson bilhassa gerilemeli vkaların dinamiğini bu erken duygusal deneyimlere bağlı olarak ele alır. Yazara göre bu dinamiğin esasını erken duygusal deneyimlere bağlı olarak tutarlı bir kendilik ve nesne dünyasının oluşmamasında aramamız gerekir. Erken duygusal deneyimlerden kalkarak içselleştirilen nesne ilişkilerinin bu tutarsızlığı şahsın gelecekteki nesne ilişkilerini ileri derecede tutarsız bir şekilde algılayıp yorumlamasına yol açacaktır.
Jacobson'ın bu yaklaşımı dizimizde bazı eserlerine yer verdiğimiz büyük ustalardan Kernberg'i geniş ölçüde etkilemiş olmakla beraber aralarında ciddi farklar vardır. Kernberg doğuştan gelen belirleyicilere Jacobson'a oranla çok daha büyük bir önem verir ve nesne dünyasının oluşmasında Jacobson'a koşut bir şekilde erken duygusal deneyimleri temel almakla beraber, bu deneyimlerin "iyi" veya "kötü" olarak algılanıp içselleştirilmesini doğuştan gelen içgüdüsel eğilimlere bağlar. Ancak aralarındaki kökten farklara rağmen Kernberg, Jacobson'ın çalışmalarına büyük önem vermiş ve kendi yaklaşımının temellerinden biri olarak kabul etmiştir.
ALINTI
 Psikanalizin Bilgi Nesnesi
http://www.genbilim.com/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=713

Tuesday, April 17, 2012

İSMAİL KADARE

DON QUIJOTE GİBİ DELİ VE HAYALCİYİM:  İSMAİL KADARE


İspanya’nın en büyük edebiyat ödüllerindenAsturias Prensi Edebiyat Ödülü’nü Arnavut yazar İsmail Kadare aldı

Yıllardan 1983… Ünlü İtalyan aktör Marcello Mastroianni, savaştan 20 yıl sonra Arnavutluk’a dönen ve ölen askerlerin kemiklerini arayan bir general rolünde karşımıza çıkar. “Yerin altına gömülü on binlerce askerin cesedi uzun yıllardır onun gelişini bekliyordu, ve o sonunda buradaydı, bir mesih gibi, elinde listeler, yanında haritalar ve onları çamurdan çıkarıp aileleri ile buluşturacak direktifler. Diğer generaller bitmez tükenmez asker taburlarını yenilgiye ve yıkıma sürükledi. Ama o, kalan birkaçını unutuluş ve ölümün elinden almaya geldi. Mezarlıktan mezarlığa dolaşacak, ülkedeki bütün savaş alanlarını kaybolanları bulmak için dolaşacaktı. Ve çamura karşı verdiği mücadelede hiçbir aksilik yaşamayacaktı çünkü arkasında istatistiksel kesinliğin sihirli gücü vardı.” Bu cümleler Mastroianni’nin Ölü Ordunun Generali adlı filmde canlandırdığı General Ariosto’yu anlatıyordu. Bu kelimelerin sahibi ise geçen hafta İsyanya’nın bu alandaki en büyük onurlarından Asturias Prensi Edebiyat Ödülü’nü kazanan Arnavut yazar İsmail Kadare’ye aitti.
 BALKANLARIN DON QUIJOTE’Sİ
Kadare, dünya çapında üne kavuşmasını sağlayan Ölü Ordunun Generali kitabını, filmden 20 yıl önce 1963’te yazmıştı. Aslında Kadare, Arnavutluk halkı için bir yazardan çok daha fazla şey ifade ediyordu. O Balkanların Don Quijote’siydi. Seçici kurul ödülü verirken, Kadare’nin Arnavutluk edebiyatının en üst seviyesini temsil ettiğini ve kendi köklerini unutmadan sınırları geçerek totaliterizme karşı evrensel bir ses gibi yükseldiğini söylemişti. Jürinin kararını okuyan İspanya Kraliyet Akademisi Başkanı Victor Garcia de la Concha ise Kadare’yi şu sözlerle tanımlamıştı: “Topraklarında trajediyi, devam eden savaşları gündelik bir dille, lirizmi de kullanarak anlatma yeteneğine sahip bir yazar.”
1936’da Gjirokaster’de doğan yazar, Tiran Üniversitesi’nde Tarih ve Filoloji okumuş, ardından da Moskova’daki Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etmişti. 1936’da doğan Kadare, 20 yaşındayken öğretmenlik diploması almıştı.
1970’te Halkın Konseyi’ne delege olarak seçilmiş ve bu Kadare’ye seyahat etme, kitaplarını yurtdışında yayımlatabilme özgürlüğü vermişti. 1971’de yazdığı Taştaki Kronik, Tavşan Kaç kitabı ve serisi ile meşhur olan  Amerikalı yazar John Updike tarafından New Yorker’daki bir makalede “sofistike ve şiirsel düzyazı özelliğinin yanı sıra anlatım derinliğine sahip” sözleriyle anlatılmıştı.
YAZMASI ÜÇ YIL YASAKLANDI
ismail-3Ülkesinde önce bir şair olarak adından söz ettiren Kadare’nin en büyük esin kaynağı ise Balkan tarihi ve efsaneleriydi. 2005’te de Booker Ödülü’nü kazanan Kadare’nin eserleri ilk kez Enver Hoca’nın baskıcı komünist rejimi sırasında ilgi görmeye başlamıştı. Yazar, komünizm döneminde totaliterizme ve ince alegorilerle sosyalist gerçekçiliğe saldırmıştı. 1975’te yazdığı siyasi hiciv içeren bir şiiri yüzünden üç yıl boyunca yazması yasaklandı. Daha sonra Kadare 1977’de Enver Hoca’yı öven bir roman yazarak hükümeti bir daha karşısına almamaya çabalamıştı.
Rüyalar Şatosu kitabında totaliterciliğin politik bir alegorisini yapmıştı. Kitap Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde geçiyordu ve 1981’de basılır basılmaz yasaklanmıştı. Bir yıl sonra da Kadare, Arnavut Yazarlar ve Sanatçılar Birliği tarafından kurgusunun çoğunu tarih ve mitlerin içine saklayarak siyasetten kasten kaçınmakla suçlandı.
REJİM YANLISI MI MUHALİF Mİ?
Arnavutluk ise kendi değişimini yaşıyordu o dönemde. Enver Paşa 1985’te ölmüştü, yerine Ramiz Ali geçmişti. Arnavutluk’un komünizmden kurtulmasına aylar vardı ama Kadare bunu göremedi, en azından o topraklarda. 1990’a gelindiğinde Kadare, Fransa’ya siyasi sığınma talebinde bulundu. Demokratikleşme lehine açıklamalar yayımlayan
yazar, “Diktatörlük ve gerçek edebiyat  bağdaşmaz. Yazar diktatörlüğün doğal düşmanıdır” demişti. Fransa’ya gittikten sonra, Kadare dünya çapında tanınan bir yazar haline gelmişti. Arada doğduğu topraklara uğrasa da Kadare bugün hâlâ Fransa’da yaşıyor.
Romanlarında genellikle Balkan insanının sorunlarını anlatan Kadare, 1988’de yazdığı Konser kitabında Arnavutluk’un bir diğer komünist ülke olan Çin’den kopuşunu inceliyordu. Hatta bu kitap Fransız dergisi Lire tarafından yılın en iyi kitabı seçilmişti. 1992’de Fransızca yazdığı Piramit romanında ise yazar Enver Hoca’nın süslü heykellere olan ilgisi ile
dalga geçiyordu Arnavut yazar. Piramit formu bilindiği üzere diktatörlerin hiyerarşi sevdasının bir formuydu.
Enver Hoca döneminde bir saygınlığı olduğu için sansüre çok takılmadığı düşünülen Kadare’nin rejim yanlısı mı yoksa muhalifi mi olduğuna dair birçok tartışma vardı, ki bunların çoğu da hâlâ sürmektedir.
Eserleri 40 ülkede yayımlanan Kadare, Nobel Edebiyat Ödülü’ne de aday gösterilmişti. Don Quijote’nin neden Balkan kültürüne ait olduğuna ve hatta ilk olarak Arnavutçaya
çevrildiğine değinen Kadare, “70 yıllık hükümdarlığında komünistler, Batılı liderleri Don Quijotelikle suçladı. Ardından gelenler de aynısını yaptı ve Stalinistleri Don Quijotelikle. (…) Gördüğünüz gibi Don Quijote hep kaybeden çünkü onun adını kullanan politikacılar onun seviyesinde değil ve onun asaletinin birazına bile sahip değil” diyor. Arnavut yazar, bu yüzden politikacıların şövalyenin adını bir aşağılama olarak kullanmalarının yasaklanması gerektiğini düşünüyor.
“Bizim karakterimiz idealist, iyi anlamıyla ben Don Quijote’ye benziyorum, sadece deliliği değil aynı zamanda hayalciliğiyle de. Bu deliliğinin özgürlükle de ilgisi var” diyen Kadare’nin şövalyeye olan aşkından da “Balkanlar’da Don Quijote” eseri doğuyor. Kadare burada bu beyefendiyi Arnavutluk’ta nasıl gördüğünü anlatıyor.
“Burada çok popüler” diyor Kadare ve ekliyor: “sanki ulusal bir karakter gibi algılanıyor, Arnavut birçok yazar Don Quijote’nin maceralarıyla Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar’da geçen maceralar arasında paralellik kuruyor.”
 PINAR İLKİZ