Dostoyevski’nin hapishane yaşamından notlar
Ölü bir evden hatıralar*
Hapishaneye kışın, aralık ayında, girmiştim. Beş misli ağır olan yaz işinin ne demek olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten, kalemizde beylik işi kışın azdı.
Mahpuslar, Irtış kıyısına eski beylik sandalları yıkamaya giderler; kasırgaların resmi binalar önüne yığdığı karı temizlerlerdi. Kireci söndürüp döverlerdi v.s. Kış günleri kısa olduğu için, iş çabuk biterdi. Güruhumuz hapishaneye erkence dönerdi. Kendi işleri olmasaydı, işsiz güçsüz oturacaklardı. Buna rağmen, kendi işleri ile uğraşanlar mahpusların ancak üçte biriydi. Geri kalanlar havyar kesiyor, hapishanenin bir kışlasından öbürüne geçiyor, kavga ediyor, aralarında birtakım entrika ve meseleler çıkarıyorlardı. Para buldukça içerlerdi; geceleri, sırtlarındaki gömleği kujnara verirlerdi. Bunları can sıkıntısından, tembellik ve işsizlikten yaparlardı. Sürgün hayatında hürriyet yokluğundan, cebri çalışmadan başka belki diğerlerinden daha korkunç bir azabın olduğunu, zamanla öğrendim cebri müşterek hayat…
Müşterek hayat başka yerde de vardır tabii. Ama hapse gelenler arasında öyle insanlar var ki, onlarla bir arada yaşamak herkesin arzuladığı şey değildir Bunun için sürgünlerin çoğu, şuursuz olarak, bu azabı duymuştur elbette.
Verilen gıdayı oldukça iyi buldum. Mahpuslar, Avrupa Rusyası'nın hiçbir hapishanesinde böyle yemek verilmediğini iddia ederlerdi. Bu konuda hiç fikrim yok, çünkü oralara gitmedim. Bundan başka mahpuslardan çoğunun kendi ceplerinden yemeleri mümkündü. Etin bir funt’u iki, (yazın ise iki buçuk) köpekti-Fakat ayrı yemek yiyenler, yalnız, her zaman para bulan kimselerdi. Sürgünlerin çoğu kazandan yerlerdi Bunun için mahpuslar, yemeklerini överken yalnız ekmeklerini överlerdi. Ekmeğimizin tartılarak değil de, müşterek olarak verildiğine bilhassa şükrederlerdi. Tayın usulü onları ürkütürdü. çünkü ekmek tartıyla verilmiş olsaydı, adamların üçte biri aç kalırdı. Müşterek yedikleri için, herkese yetiyordu.
Ekmeğimiz kendine mahsus bir nefasette idi. Hatta bütün şehirde ün almıştı. Bu özelliği hapishane fırınlarının elverişli olarak yapılmasında bulurlardı. çorbalara gelince, pek kötüydü. Kazanda kaynatılarak, içine atılan bulgur ve saire ile terbiye edilirdi. Haftanın altı gününde sulu ve yağsızdı da… İçindeki hamam böceklerinin çokluğu beni dehşete düşürdü.
İlk üç gün işe gitmemiştim. Her yeni gelene aynı usul uygulanır, yol yorgunluğunu çıkarma fırsatı verilirdi. Ama ertesi gün prangalarımı değiştirmek üzere hapishaneden çıkmak zorunda kaldım. Ayaklarımdaki pranga, hapishane nizamına uygun değil, halkalı, mahpusların “ince çıngırak” dedikleri zincirdendi. Dıştan takılırdı.
Hapishanenin resmi, çalışmaya elverişli prangaları, halkalardan değil, bir parmak kalınlığında, aç, halkayla biribirine bağlanmış demir çubuklardan yapılmıştı, pantolon altına takılırdı. Orta halkaya bir kayış bağlanırdı. Bu kayış, gömlek üzerine takılan kemer kayışıyla birleştirilirdi, Kışladaki ilk sabahımı hatırlıyorum. Karakolda,, hapishane kapısının önünde “kalk trampeti” çalındı. On dakika sonra nöbetçi subay kışlaları açmaya koyuldu Uyanmaya başladılar.
Mahpuslar titreyerek kalkıyorlar, altılık içyağı mumunun donuk ışığı altında ranzalardan iniyorlardı. çoğu uyku sersemliğiyle konuşamıyor, somurtuyordu. Esniyor, geriniyor, damgalar alınlarını buruşturuyorlardı. Bazıları istavroz çıkarıyordu; bazıları da hemen kavgaya başlıyordu. Boğucu bir havasızlık…
Kapı açılır açılmaz, içeriye temiz kış havası girdi ve bir buhar bulutu gibi koğuşu doldurdu. Mahpuslar su kovaları önünde toplandılar. Sırayla maşrapayı alıyor, ağızlarına su dolduruyor, suyu; ağızlarından dökerek ellerini yüzlerini yıkıyorlardı. Suyu “paraşnik” daha akşamdan hazırlardı. Usule göre, her kışlada mahpusların kendi aralarından seçtikleri bir arkadaş, kışla hizmetini görürdü. Bunlara “paraşnik” denirdi, işe gitmezdi. Vazifesi, kışlanın temizliğine bakmak, ranzaları ve yerleri ovmak, gece ihtiyacı için kova getirip götürmek, temiz su tedarik etmekti. Biri sabahlan yıkanmak için biri de gündüzleri içmek için, iki kova su getirilirdi. Bir tanecik olan maşrapaları yüzünden hemen kavgalar başlardı. Yüzü gülmiyen uzun boylu, zayıf, esmer ve tıraşlı kafatasın-da birtakım garip şişkinlikler dolu bir mahpus, pembe, neşeli yüzlü, şişman, tıknaz olan bir mahpusu itti.
— Nereye be, mankafa?… Postoy!… (dur.)
— Ne bağırıyorsun be? Bizde bedava olmaz.’ Sen yıkıl git. Şuna bakın: kazık gibi dikildi karşıma. Yani çocuklar, herifte şu kadardık “akıl tohumu” yok…
“Akıl tohumu” sözü oldukça tesir etti. çoğu güldü. Neşeli şişkonun da zaten istediği buydu.
O, galiba, kışlada bir nevi gönüllü soytarı idi.
Uzun boylu mahpus ona hakaret dolu bir bakışla baktı. Kendi kendine söyleniyormuş gibi:
— Agobun kazı!… dedi. Hapishanenin has somuniyle bak nasıl da semirdi! Paskalya aşı için on iki domuz yavrusu doğuracağına seviniyor.
öteki, birdenbire kızararak bağırdı:
— Ne ötüp duruyorsun… kuş gibi?
— Kuşum ya; ne olacak?
— Ne kuşusun?
— Kuş işte.
— Nasıl işte?
— Böyle işte… dedik ya!
— Ama nasıl böyle işte?
Biribirine gözlerini diktiler. Şişko hem cevap bekliyor, hem de dövüşe hazırlanmış gibi yumruklan sıkılı duruyordu. Ben de gerçekten dövüşeceklerini sandım. Bunlar benim için yepyeni şeylerdi. Merakla seyrediyordum. Ama buna benzer sahnelerin çok masum şeyler olduğunu, komedilerde olduğu gibi, umumun zevk ve neşesi için oynandığını sonraları öğrendim, işi, hemen hemen hiçbir zaman, dövüşe kadar vardırmıyorlardı. Bunlar oldukça tipik şeylerdi ve hapishane adetlerini gösteriyordu.
Uzun boylu mahpus sessiz, azametli azametli duruyordu. Etraftakilerin ona baktıklarını, vereceği cevapla rezil olup olmayacağını beklediklerini hissediyordu. Bu duruma düşen, mahcup olmamalıydı; gerçekten bir kuş, hem de nasıl bir kuş olduğunu göstermeliydi. Tarif edilmez hakaretli bakışlarla hasmını süzdü. Bakışlarının daha hakaretli olması için ona omzunun arkasından, yukardan aşağı, bir böceğe bakıyormuş gibi, baktı. Sonra ağır ağır, tane tane:
— Kağan!’ dedi.
Yani, kağan kuşu olduğunu söylemek istedi. Mahpus, bu buluşu kahkaha tufaniyle
mükafatlandırdı.
Her bakımdan mat olduğunu anlayan şişko fena halde köpürdü.
— Kağan magan değil, alçak keratanın birisin sen!, diye kükredi.
Ama kavga ciddileşmeğe başlayınca, kabadayılarımızı hemen yatıştırdılar. Dışardakilerin hepsi birden bağırmaya başladılar:
— E, ne bağırıyorsunuz bakalım? Köşeden:
— Bağırmaktansa dövüşün yahu!., diye bir ses duyuldu. Birisi, cevap olsun diye:
— çok beklersin dövüşmelerini! dedi.
— Biz yaman açık gözlerizdir yahu!… Ancak ye-’di kişi birleşir de, bir kişiden korkmayız…
— ikisi de malmış ha!… Biri, bir funt ekmek yüzünden hapse düştü. öteki de adam değil ki…
Bir karının yoğurdundan tattı… ama arkasından kırbacı da yedi.
Kışlanın düzeniyle ilgili bulunduğu için, bir köşede hususi yatakta yatan bir malul söze karıştı.
— Eee!… Yeter artık!
— Su getirin çocuklar! “Nevalid” Petroviç uyandı. Kan kardeşimiz Nevalid Petroviç’e su getirin!
Malul, hem kaputunu sırtına geçiriyor, hem de söyleniyordu:
— Kardeş!… Neden kardeşin olacakmışım? içki için birlikte bir ruble olsun sulamadık ki, kardeş olalım…
Yoklamaya hazırlanıyorlardı. Ortalık ağarmaya başladı. Mutfak, tıklım tıklım dolmuştu.
Gocuklu, iki renk şapkalı mahpuslar, ekmek kesen aşçının çevresinde toplanmışlardı. Her mutfak için iki aşçıyı mahpuslar topluluğu seçerdi. Etle ekmeğin kesilmesi için her mutfağa birer tane verilen bıçakları da alıcılar, saklarlardı.
işe çıkmak üzere hazırlanmış şapkalı, gocuklu, kuşaklı mahpuslar, köşelere ve masalar etrafına yer leştiler. Bazılarının önünde “Kvas”la (Arpa veya kuru ekmek ve kuru üzümle-yapılan ve tahammür etmiş, şıra cinsinden bir içki) dolu tahta çanaklar vardı, içine ekmek doğradıkları kvas’ı içiyorlardı. Ortalık dayanılmaz gürültü patırdıyla uğulduyordu. Bazıları da, köşelerde yavaş sesle, konuşuyorlardı.
Genç bir mahpus, suratı asık, dişsiz bir mahpusun’ yanına oturarak:
—ihtiyar Antoniç’e afiyetler olsun! Merhaba,, dedi.
Beriki, gözlerini kaldırmadan, dişsiz ağzıyla ekmeği çiğnemeğe çalışarak:
— Şaka değilse, merhaba! dedi.
— Vallahi, ben seni ölmüş biliyordum be Antoniç!
— Yok canım! önce sen öl de sonra ben… Yanlarına oturdum. Sağımda iki ağırbaşlı mahpus konuşuyordu, ikisinin de biribirine karşı vakarlarını muhafaza etmeğe çalıştıkları belliydi. Biri:
Benden bir şey çalamazlar; ama ben bir şey çalacağım diye korkuyorum, diyordu.
Eh… bana da destursuz pek yanaşma – yakarım!
— Nasıl yakacaksın?… Sen de herkes gibi hay-dutun birisin. Başka adımız yok. Karı seni soyar; üstelik teşekkür de etmez. Bizim paracıklarımız da bu yolda suyunu çekti. Geçen gün kendisi geldi… Nereye gideceksin onunla? Cellat – Fetka’ya yalvardım. Hani varoşlarda, uyuz Yahudi Salomonka’dan… canım! kendini asan Salomonka’dan… evi alan
Fedka…
— Biliyorum yahu! Evelsi sene bize şarap satıyordu. Lakabı da Grişka-Kara Meyhane idi
— Amma da biliyorsun ha! Kara Meyhane, başkasıydı.
— Hangi başkası yahu… Ta kendisiydi… Sana ben de istediğim kadar aracı getiririm.
— Sen mi?… Sen kim oluyorsun yahu! Alasını bizden sor.
— Ben mi kim oluyorum? Seni patakladığım günler oldu, ama övünmüyorum. Sen de, “kimsin” diye kabarıyorsun.
— Sen mi pataklıyordun beni?… Beni pataklayacak adam daha dünyaya gelmedi. Bir kere pataklıyan oldu; o da, kara toprağın altında yatıyor. Haberin var mı senin?
— Seni Bender vebası seni!…
— Vücudunda şirpençeler çıksın !…
— Boynuna Türk kılıcı insin inşallah!… Kavga kızıştı. Etraftan bağrışmaya başladılar.
— E, e, e!… çok bağırmayın be!
— Dışarda yaşamasını bilmezdiniz. Has somunu bulunca kuduruyorsunuz.
Derhal sustururlar. Kavga etmeğe, çene yarıştırmaya müsaade edilir. Hatta bu, kısmen, başkaları için de bir eğlencedir. Ama çok kere dövüşe kadar gitmelerine meydan vermezler. Hasımlar, ancak binde bir dövüşürler. Dövüşü binbaşıya haber verirler. Soruşturmaya girişilir. Binbaşı gelir. Sözün kısası, ağızlarının tadı kaçar. Bunun içindir ki dövüşe izin vermezler. Zaten hasımlar da daha çok eğlence için ve küfür talimi yapmak maksadiyle ağız kavgasına girişirler. çoğu zaman hırsla ateşle kavgaya başlayıp kendilerini aldatırlar. Nerede ise, biribirinin üstüne atılacaklar zannedilir. Halbuki hiç de öyle olmaz. Belli bir noktaya kadar gelir ve derhal dururlar. Bu haller beni ilk zamanda son derece hayrete düşürüyordu. Burada örnek olarak gösterdiğim konuşmalar, sürgün ha yatının en basit konuşmalarındandır. Zevk için kavga edilebileceğini; bunun bir eğlence, hoş bir idman, keyifli bir meşgale olabileceğini önceleri aklım almıyordu.
Bu arada gurur meselesini de hesaba katmalı. Usta bir küfürbazı herkes sayardı. Artistlerden farkları, bunların alkışlanmamaları idi.
Dün akşamdan beri, bana yan baktıklarının farkına vardım. Birkaç düşman bakışla karşılaştım. Aksine, diğer bazı mahpuslar da, paralı olduğumu tahmin ederek, etrafımda dolaşıyorlardı. Onlar bana yaltaklanarak, hemen hizmet etmeğe, yeni prangaların1 nasıl kullanıldığını öğretmeğe başladılar. Bana kilitli küçük bir sandık buldular. Tabii para karşılığında… Bu sandıkta, verilen beylik eşya ile getirdiğim birkaç Parça çamaşırı saklayacaktım. Ertesi gün, bu dostlar çamaşırımı çaldılar ve satıp parasıyla sarhoş oldular.
Sonraları, bunlardan biri, beni her fırsatta soymakla beraber, bana candan bağlı bir adam olmuştu. Hırsız-.hğı hiç çekinmeden, hemen hemen şuursuzca, sanki bir vazife yapıyormuş gibi, yapıyordu. Ona darılmak yersiz olurdu.
Bir çaydanlık sahibi olmam ve çay almam gerektiğini öğrettiler. Birisinden emanet bir çaydanlık buldular. Dışardan erzak alıp yemek isteyecek olursam, bu işi, ayda otuz köpeğe yapacak olan alıcılarından birini salık verdiler. Şüphesiz, benden ödünç para da aldılar. Daha ilk günü, hepsi ayrı ayrı, üçer defa ge-ilip para istemişlerdi.
Sürgünde eski asilzadelere husumetle, yan yan bakarlar. Her haktan yoksun, diğer mahpuslarla tamamıyla aynı mevki ve seviyede bulunmalarına rağmen, mahpuslar onları hiçbir zaman arkadaş saymazlar. Bunun, şuurlu bir kötü niyete değil, tam bir içtenlikle, aslını anlamadan yaparlar. Asaletimizi candan kabul etmekle beraber, düşmemizle alay etmeği de severlerdi.
— Yağma yok! Bitti artık. “Petr’in Moskova sokaklarında çalım sattığı günler oldu; şimdi de hapiste ip büküyor…″ gibilerden, iltifatları esirgemiyorlardı.
Onlara göstermeğe çalıştığımız ıstıraplarımızı zevkle seyrediyorlardı. Hele ilk zamanlarda, işte onlar kadar kuvvetli ve iyi yardımcı olamadığımız için epey güçlük çekmiştik. Halkın, (hele bu türlü halkın), gü-yenini, sevgisini kazanmak kadar güç şey yoktur.
Sürgünde birkaç asilzade vardı. önce Polonyalı beş kişi… Onlardan, sırası gelince ayrıca bahsederim. Mahpuslar, Polonyalıları hiç sevmezlerdi. Polonyalılar (bahsettiğim yalnız siyasi suçlulardı) diğer mahpuslara tahkir edici bir kibarlık, nezaket gösteriyorlar, uzak duruyor, mahpuslara karşı duydukları nefreti bir türlü saklayamıyorlardı.
tekiler bunu., gayet iyi anlıyor, onları aynı şekilde karşılıyorlardı.
Bazı mahpusların teveccühünü ancak iki yıl sonra kazanabilmiştim. Ama çoğu, sonunda beni sevdi ve ”iyi” bir adam olarak kabul etti.
Rus asilzadelerinden, benden başka, daha dört kişi vardı. Biri adı, alçak, tamamıyla ahlaksız bir yaratıktı, işi gücü casusluk, fesatçılıktı. Daha hapishaneye girmeden önce adını duymuştum. Onunla ilk günlerde ilgimi kestim. Diğeri, hatıralarımda bahsettiğim baba katili idi. üçüncüsü, Akim Akimiç’ti. Hayatımda bu Akim Akimiç gibi acayip adam görmedim. Hafızam-da derin izleri kalmıştır. Uzun boylu, oldukça zayıf, zekası kıt, gayet cahil, ukala ve bir Alman kadar intizama düşkün bir adamdı. Mahpuslar onunla alay ederlerdi. Ama bazıları onun kavgacı, titiz ve hırçın tabiatından çekinirlerdi. Hapse girdiği günden beri mahpuslarla senli benli olmuştu. Kavga ediyor, hatta dövüşüyordu.
Son derece namuslu idi. Bir haksızlık gördü mü. üstüne vazife olmayan vakalara bile karışırdı. Pek saftı. Mahpuslarla kavga ederken, bunları, hırsız olduklarından dolayı azarlar, gayet ciddi olarak, “ir daha bir şey çalmamaları için kandırmaya çalışır Kafkasya’da asteğmenmiş. Daha birinci gün ahbap olduk. Akim Akimiç, davasını hemen anlattı. Askerliğe bir piyade alayında, yünker1 olarak başlamıştı. Subay rütbesi alıncıya kadar hayli beklemişti. Rütbe alınca, küçük bir istihkam komutanlığına tayin edildi. Barış için söz vermiş ufak yerli prenslerden biri, kaleye kundak soktu, gece baskın yaptı. Ama başaramadı.
Bunun üzerine Akim Akimiç hile yaptı. Suçlunun kim olduğunu bildiğini göstermedi.
Kabahati barışta olmayanların üstüne attılar. Bir ay sonra Akim Akimiç prensi, arkadaşça davet etti. öteki hiçbir şeyden şüphelenmeden geldi. Akin Akimiç bölüğünü sıraya dizdi; bölüğün önünde, kabahatini prensin yüzüne vurdu, onu azarladı. Kalelere kundak sokmanın ne kadar ayıp bir şey olduğuna deliller sıraladı. Arkasından, barışta bulunan bir prensin ilerde nasıl hareket etmesi gerektiğine dair öğütler verdi. Sonunda da kurşuna dizdi. Yaptığını hemen ve bütün ayrıntılarıyla yüksek makama haber verdi. Akim Akimiç’i harb divanına verdiler Hakkında idam karan verildi. Ama bu karar hafifletildi.
Akim Akimiç, Sibirya’da, kalede, ikinci sınıf sürgün olarak on iki yıl ikamete mecbur edildi.
Bana söylediği gibi, prensi öldürmeden önce de kanunsuz hareket ettiğini biliyordu. Barışta bulunanların yargılanmasının, kanun hükümlerine göre yapılacağını biliyordu. Bunları bilmekle beraber, kabahatini de gereği gibi anlamıyormuş gibiydi.
*Dostoyevski, gözleri bağlı bir şekilde idam mangasının karşısında vurulmayı beklerken, Çar tarafından son anda bağışlanmış ve cezası hafifletilerek dört yıllık kürek mahkûmiyeti ve peşinden de beş yıllık zorunlu askerî hizmete çevrilmişti. Dostoyevski edebiyat dünyasına bu sürgün yıllarının ardından yazdığı Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ve Ölü Bir Evden Hatıralar’la döndü. İnsani derinliği, gözlem gücü ve otobiyografik kökeniyle Ölü Bir Evden Hatıralar Dostoyevski’nin en sıradışı kitaplarından biridir.