Özgün adı: Rebel
Cities
From the Right to
the City to the Urban Revolution
Çeviri: Ayşe Deniz
Temiz
Yayına Hazırlayan:
Özge Çelik
Kapak Fotoğrafı:
Markus Schreiber
Kapak Tasarımı:
Semih Sökmen
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Mart
2013
ABD'de 2001'den
beri spekülatif bir biçimde şişirilmekte olan gayrimenkul ve ona bağlı finans
sektöründe 2008'de iktisadi bir kriz patlak verdi ve kısa sürede tüm Avrupa'yı
girdabına aldı. Krizin nedenlerini çözmeye çalıştığımız sırada, spekülatif
sermayenin sözcüleri kendi içine kapalı bir jargonu tedavüle sokuyor, meselenin
bizlere izah edilemeyecek kadar karmaşık olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. Bu
nedenle sorunun ne olduğu açıklığa kavuşmasa da, maddiyatın çarpmasını doğrudan
yaşamlarında hisseden kitlelerin, oturduğu eve haciz konan, işinden çıkarılan,
kemer sıkma politikaları ve özelleştirmeler sonucunda kamu hizmetlerinden
mahrum edilen kitlelerin sokağa inmesi uzun sürmedi.
İşte Asi Şehirler,
neoliberal iktisat tarafından kurgulanan kriz anlatısı ile krizin kendi
üzerlerinden telafi edildiği kitlelerin konumu arasındaki makasın giderek
açıldığı bu zaman kesitini tahlil ediyor. Bir ayağı sokakta olan kitap,
doğrudan eylem lehine uzun vadeli bir kavramsal analiz de sunuyor. Harvey,
1980'lerin ikinci yarısından bu yana olgunlaştırmakta olduğu kentsel iktisat
anlayışını burada özlü bir biçimde ortaya koyarken, bir yandan da kavramsal
soru ve çözümlemelerin kentsel toplumsal hareketler açısından ne gibi yeni doğrultulara
işaret edebileceğini irdeliyor.
Sokaktaki
antikapitalist eylemliliğe yaslanan Asi Şehirler, dil ve üslubuyla da akademi
dışından okuru başköşeye buyur ediyor.
Önsöz, Henri
Lefebvre'in Vizyonu, s. 29-39
1970’lerin
ortalarında Paris'te, çevreye daha duyarlı bir şehir yaşantısını örgütlemek
için uğraş veren Ekolojistler adındaki radikal bir mahalle hareketinin dolaşıma
soktuğu bir afişe rast gelmiştim. Bu harikulade afiş, çiçek süslü balkonları,
insanlar ve çocuklarla dolup taşan meydanları, dünyaya açılan küçük dükkân ve
atölyeleri, sayısız kafeleri, fıskıyeli havuzları, nehir kıyısının tadını
çıkaran insanları, aralara serpiştirilmiş mahalle bahçeleri (gerçi bu detayı
kafamdan ekliyor da olabilirim) ve sohbet etmek yahut birer puro tüttürmek için
(Ekolojistlerin iyice dumanaltı bir odada yapılan mahalle toplantısına
gittiğimde ceremesini çekerek öğrendiğim üzere, o sıralar bu alışkanlık henüz
lanetlenmemişti) bol vakti olan insanları ile eski Paris'in mahalle yaşantısını
yeniden canlandırıyordu. O zamanlar çok sevdiğim bu poster yıllar içinde öyle
yırtık pırtık hale geldi ki maalesef atmak zorunda kaldım. Geri almak keşke
mümkün olsaydı! Birileri onu tekrar basmalı.
Ortaya çıkmakta
olan ve eskiyi boğmakla tehdit eden yeni Paris ise bu manzarayla çarpıcı bir
tezat arz ediyordu. Place d'Italie çevresindeki dev gibi yapılar eski şehri
istila etmekle ve o korkunç Montparnasse Kulesi'ni dahi sollamakla tehdit
ediyordu. Nehrin sol yakasında inşası önerilen ekspres yol, 13. Bölge'de ve
banliyölerde inşa edilen ruhsuz çok katlı habitation à loyer modéré'ler (HLM),
yani düşük kiralı sosyal konutlar, tekellerin buyruğuna girip ticarileşen
sokaklar, bir zamanlar Marais'deki küçük atölyelerde zanaatkârlık etrafında
gelişmiş olan canlı mahalle yaşantısının düpedüz tahrip edilişi, Belville'de
harabeye dönüşmüş binalar, Place des Vosges'un harikulade mimarisinin bir
harabeye dönüşmesi. Bulduğum bir başka karikatür ise (çizeri Batellier)
Paris'in bütün eski mahallelerini öğüterek yutan bir biçerdöverin arkasında
yalnızca çok katlı HLM'lerden oluşan dümdüz bir hat bırakarak ilerleyişini
resmediyordu. Bu karikatürü Postmodernliğin Durumu kitabımda bulabilirsiniz.*
1960'ların
başından itibaren Paris kendini düpedüz varoluşsal bir krizin ortasında
bulmuştu. Eski olan daha fazla ayakta kalamazdı, fakat yeni olan da göze
fazlasıyla berbat, ruhsuz ve bomboş görünüyordu. Jean-Luc Godard'ın 1967 yapımı
filmi 2 ou 3 choses que je sais d'elle/Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey, bu
ânın hissiyatını çok iyi yakalar. Parasal ihtiyaçlardan olduğu kadar sıkıntıdan
fahişeliği gündelik iş edinmiş çocuklu ve evli kadınları tasvir eden filmin
arka planında, Amerikan şirket sermayesi tarafından işgal edilmiş bir Paris
şehri, Vietnam savaşı (ki başlangıçta Fransızların meselesi iken o sıralarda
Amerikalılar tarafından devralınmıştır), karayolu ve çok katlı konut
inşaatındaki patlama, ve şuursuz bir tüketiciliğin baskınına uğramış şehir
sokakları ve dükkânları karşımıza çıkar. Gelgelelim Godard'ın felsefi yaklaşımı
—bilmeceyi andıran, nostaljik, postmodernizmin Wittgensteincı bir öncülü— bana
pek hitap etmemişti.
İşte Henri
Lefebvre de "Şehir Hakkı" üzerine denemesini aynı yıl, yani 1967'de
yazmıştı. Lefebvre bu hakkın hem bir haykırış, hem de bir talep olduğunu ileri
sürüyordu. Haykırış, şehirde gündelik hayatın girdiği derin krizin yarattığı
acıya verilen bir tepkiydi. Talep ise, bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece
yabancılaşmış olmayan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği
yaratma yetkisiydi aslında. Lefebvre için böyle bir seçenek aynı zamanda daima
çatışma barındırır; oluş ve rastlantıların (ister korkutucu olsun isterse
memnuniyet verici) diyalektiğine ve önceden tahmin edilemez yeniliklerin
sürekli peşinden gitmeye açık olmalıdır.(1)
Biz akademisyenler
fikirlerin şeceresini çıkarmak konusunda bir hayli uzman sayılırız. Lefebvre'in
bu dönemdeki yazılarını biraz kazıyacak olursak şurada Heidegger'den, ötede
Nietzsche'den, beride Fourier'den bir parça, Althusser ve Foucault'ya isim
vermeden yapılan eleştiriler, ve tabii kaçınılmaz olarak Marx'tan ödünç alınan
çerçeveyi ortaya çıkarabiliriz. Bu makalenin Kapital'in ilk cildinin
yayımlanışının yüzüncü yılı kutlamaları için yazıldığını da belirtmek gerek,
zira ileride göreceğimiz gibi siyasi bir önem taşıyor bu. Gelgelelim biz
akademisyenlerin çoğu kez unuttuğumuz nokta, bizi çevreleyen sokaklardan
yükselen hissiyatın oynadığı roldür: yıkımların kaçınılmaz olarak yol açtığı
yitirme duygusu, Paris'in Les Halles kesimi gibi koca bir semtin baştan başa
yeniden inşası yahut birdenbire peyda olan büyük bina kompleksleri karşısında
duyulan şaşkınlık, diğer yandan şu veya bu amaçla düzenlenen mitinglerin
yarattığı coşku veya öfke, göçmen grupların bir mahalleye yeniden yaşam
getirmesiyle yeşeren umutlar (13. Bölge'de, HLM'lerin ortasında boy gösteren o
şahane Vietnam lokantaları), marjinalleşmenin neden olduğu umutsuzluk, polis
baskısı, ve gençlerin artan işsizlik ve ihmalden doğan bitimsiz bir sıkıntı içerisinde
kaybolduğu ruhsuz banliyölerin gitgide ayaklanmalarla çalkalanan yerlere
dönüşmesi.
Lefebvre bütün
bunlara karşı eminim son derece duyarlıydı, üstelik bu duyarlılığının ardındaki
tek sebep daha önceleri Sitüasyonistlere beslediği açık hayranlık, onların
şehrin psiko-coğrafyası fikrine olan teorik bağlılığı, şehri boydan boya
katetme, temaşayı soluma deneyimi vb. değildi. Rambuteau Sokağı'ndaki evinin
kapısından dışarı şöyle bir adım atmak kuşkusuz bütün duyularında bir kıpırtı
yaratmaya yetmiş olmalı. Bu nedenle The Right to the City'nin (Şehir Hakkı),
'68 Mayısı'nın "infilak"ından (Lefebvre'in daha sonraki bir kitabına
verdiği ad, l'irruption) önce yazılmasını hayli manidar buluyorum. Bir şeylerin
infilak etmesinin yalnızca muhtemel değil, neredeyse kaçınılmaz olduğu bir
durumu tasvir eder (ki Lefebvre de bunun gerçekleşmesi için üzerine düşen
mütevazı rolü Nanterre'de yerine getirmiştir). Ancak '68 hareketinin şehirdeki
kökleri, hadiseye dair daha sonraki anlatımlarda fazlasıyla ihmal edilen bir
tema olarak kalmıştır. Kanaatimce, dönemin mevcut kentsel toplumsal hareketleri
—sözgelimi Ekolojistler— o ayaklanmayla hemhal olmuş, ve onun siyasi ve
kültürel taleplerini şekillendirmede alenen değilse de kritik roller oynamış
olsa gerek. Bunun yanı sıra, elimde hiçbir kanıt olmamakla birlikte, olayların
akabinde şehir yaşantısında meydana gelen, çıplak sermayenin kendisini meta
fetişizmi içinde gizlemesi, piyasada niş alanları yaratılması ve kentin
kültürel olarak tüketilmesi gibi kültürel dönüşümlerin, '68 sonrası
edilginleştirme operasyonları içerisinde hiç de masum olmayan bir rol oynadığı
kanaatindeyim (örneğin Jean-Paul Sartre ve diğerleri tarafından kurulan
Libération gazetesi '70'lerin ortasından itibaren yavaş yavaş kültürel açıdan
radikal ve bireyci bir hal aldı; siyasi açıdan ise, ciddi sol ve kolektivist
siyasete yönelik düşmanca bir tutum içine girmediys de, ılımlı bir mecraya
kaydı.
Bunlara
değinmekteki kastım, eğer şehir hakkı fikri geçen on yıl zarfında yeniden bir
canlanma sürecine girdiyse bunun açıklamasını Lefebvre'in entelektüel mirasında
aramamak gerektiğidir (bu miras her ne kadar önemli de olsa). Sokakta kentsel
toplumsal hareketler içinde cereyan etmekte olan şeyin önemi çok daha büyüktür.
Büyük bir diyalektikçi ve gündelik şehir yaşantısının içkin bir eleştirmeni
olan Lefebvre de bize bu noktada kuşkusuz hak verecektir.
Örneğin 1990'lar
Brezilyası'nda neoliberalleşme ve demokratikleşmenin tuhaf çakışmasının 2001
Brezilya anayasasında şehir hakkını güvence altına alan maddelerle
sonuçlanması, kentsel toplumsal hareketlerin, özellikle de konut hakkı
etrafındakilerin, demokratikleşmeyi destekleyici gücü ve önemiyle açıklanabilir.
Bu anayasal ânın (James Holten'ın deyimiyle) aktif bir "başkaldıran
yurttaşlık"ın somutlaşmasına ve desteklenmesine yaptığı katkı, Lefebvre'in
mirasıyla değil, gündelik şehir yaşantısının niteliğini kimin belirlediği ile
yakından ilişkilidir.(2) Sıradan şehir sakinlerinin belediye bütçesinin
demokratik bir karar verme süreci ile dağıtılmasında rol almasına olanak veren
"katılımcı bütçe düzenlemesi" gibi bir uygulamanın bunca heves
uyandırması, 1990'ların başından beri hoyrat bir neoliberalleşme süreci içerisinde
gündelik yaşamın niteliği üzerindeki saldırısını gitgide yoğunlaştıran
uluslararası kapitalizm karşısında pek çok kimsenin bir tepki arayışı içinde
olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu modelin Dünya Sosyal Forumu'nun merkezi olan
Brezilya şehri Porto Allegre'de ortaya çıkmış olması da şaşırtıcı olmasa gerek.
2007'nin Haziran
ayında ABD Sosyal Forumu'nda bir araya gelen her tür toplumsal hareket, kısmen
Brezilya'daki kentsel hareketlerin elde ettiği başarılardan esinlenerek (New
York ve Los Angeles gibi şehirlerde aktif birimlere sahip olacak) ulusal bir
Şehir Hakkı İttifakı oluşturmaya karar verdiklerinde Lefebvre diye birinden
büyük ölçüde bihaberdiler. Tek tek hepsi kendi davası için (evsizlik,
mahallelerin "mutenalaştırılması" ve yerinden edilme, yoksulların ve
farklı olanların suçlu gibi damgalanması gibi) yıllarca bir başına mücadele
verdikten sonra, bir bütün olarak şehir konusunda verilen mücadelenin kendi
mücadelesine çerçeve oluşturduğu sonucuna varmıştı. Birlikte bir şeyleri
değiştirmenin daha kolay olabileceğini düşündüler.
Ve eğer benzer
türden hareketler başka yerlerde de ortaya çıkıyorsa, bu durum Lefebvre'in
fikirlerine bağlılıktan değil, kendi fikirleri gibi Lefebvre'in fikirleri de
esasen hastalıklı şehirlerin sokaklarından ve mahallelerinden doğduğu içindir.
Nitekim son dönemde yayımlanan bir derleme şehir hakkı hareketlerinin (farklı
yönelimlere sahip olmakla birlikte) dünya çapında onlarca şehirde faal olduğunu
bildiriyor.(3)
Öyleyse bir
noktada anlaşalım: Şehir hakkı fikri birtakım entelektüel heves ve modalardan
değil (her ne kadar etrafta bunlardan bol miktarda bulunsa da), aslolarak
sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım
ve destek çığlığından doğmaktadır. Peki akademisyen ve entelektüeller
(Gramsci'nin tabiriyle ister geleneksel olsun isterse organik) bu çığlığa ve
talebe nasıl yanıt veriyorlar? İşte burada Lefebvre'in verdiği karşılığa
bakmakta fayda var. Bu yanıt bize doğrudan ipuçları sağlayamayacak olsa da
(zira içinde bulunduğumuz durum 1960'lardakinden çok farklı, tıpkı Mumbai, Los
Angeles, Sao Paolo ve Johannesburg sokaklarının Paris'inkilerden çok farklı
olduğu gibi), Lefebvre'in içkin eleştiriye dayalı diyalektik yöntemi bu çığlık
ve talebe karşılık verirken feyzalacağımız bir model önerebilir.
Lefebvre,
özellikle 1965'te yayımlanan (kısmen Sitüasyonistlerin bu konudaki tezinden
mülhem) The Paris Commune (Paris Komünü) çalışmasının ardından, devrimci
hareketlerin çoğunlukla, hatta daima bir kentsel boyutu olduğunu pekâlâ
anlamıştı. Bu konum onun, fabrika merkezli proletaryanın devrimci dönüşümün
lokomotif gücü olduğuna inanan Fransız Komünist Partisi'yle ters düşmesine yol
açtı. Marx'ın Kapital'inin yüzüncü yılını şehir hakkı üzerine bir risaleyle
kutlayan Lefebvre, Paris Komünü'ne kendi tarihi içerisinde merkezi bir statü
atfederek onu efsaneleştirmekle birlikte, devrimci strateji içerisinde şehre
hiçbir zaman pek önem vermemiş olan alışılageldik Marksist düşünceye meydan
okuma niyetindeydi kuşkusuz.
Metin boyunca
"İşçi sınıfı"nı devrimci değişimin faili addeden Lefebvre, alttan
alta devrimci işçi sınıfının salt fabrika işçilerinden değil kentsel işçilerden
müteşekkil olduğunu ima ediyordu. Daha sonraları tespit ettiği üzere, bu çok
farklı bir sınıfsal oluşumdur — parçalı ve bölünmüş, amaç ve ihtiyaçları
bakımından çoklu, genelde seyyar, iyice kök salmış değil de düzensiz ve
akışkan. Benim daima hemfikir olduğum (Lefebvre'i henüz okumadan önce bile) bu
tezi, Lefebvre'in ardından gelen şehir sosyolojisi çalışmaları (en başta
Lefebvre'in bir zamanlar öğrencisi olan fakat hiçbir zaman takipçisi olmayan
Manuel Castells olmak üzere) daha yüksek sesle dile getirdi. Öte yandan
geleneksel solun şehir menşeli toplumsal hareketlerin devrimci potansiyelini
kavramakta hâlâ güçlük çektiği de bir gerçek. Bu hareketler çoğu defa, bazı
kısmi (sistemik olmaktan uzak) meselelere yoğunlaşan reformist hareketlerden
ibaret oldukları, dolayısıyla ne devrimci ne de sahici anlamda sınıf hareketi
sıfatını hak etmedikleri gerekçesiyle gözardı ediliyorlar.
Öyleyse
Lefebvre'in durumsal polemiği ile bugün şehir hakkını reformist değil devrimci
bir perspektiften ele almak isteyenler arasında belli bir süreklilikten
bahsedebiliriz. Lefebvre'in konumunun altında yatan mantık, içinde yaşadığımız
dönemde olsa olsa pekişmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin pek çoğunda
fabrikalar ya büsbütün kaybolmuştur ya da o denli azalmıştır ki klasik sanayi
işçi sınıfının ortadan kalktığına hükmedilebilir. Şehir yaşamının üretim ve
idamesi gibi önemli ve kapsamı genişledikçe genişleyen bir iş giderek
güvencesiz, çoğu yarı-zamanlı ve örgütsüz ucuz emeğin sırtına yüklenmektedir.
Yarın ne halde olacağını bilmeden yaşayan, güvencesiz, geleceksiz çalışan
"prekarya" geleneksel proletaryanın yerini almıştır. Eğer içinde
yaşadığımız devirde herhangi bir devrimci hareketin (örneğin sanayileşen Çin'de
değilse de) en azından dünyanın bizim yaşadığımız kısmında doğmasını
bekliyorsak, sorunlu ve örgütsüz prekaryanın hesaba katılması gerekecektir. Bu
tür dağınık grupların kendi kendisini örgütleyerek devrimci bir güce nasıl
dönüşebileceği önemli bir siyasi sorun olarak karşımızda durmaktadır. Burada
üzerimize düşen görevlerden biri, onların haykırış ve taleplerinin çıkış
noktasını anlamaktır.
Ekolojistlerin
afişinde tasvir edilen vizyon karşısında Lefebvre ne tepki verirdi, merak
ediyorum. Herhalde benim gibi o da bu nostaljik bakışa gülümseyecekti; fakat
The Right to the City'den La Révolution Urbaine'e (Şehir Devrimi, 1970) uzanan
tezleri, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir kentleşmeye duyulan bu nostaljiyi
muhtemelen eleştirirdi diye düşündürüyor. Zira eskiden bildiğimiz, hayal
ettiğimiz şehrin yeniden inşası mümkün olmamacasına, hızla yok olmakta oluşu,
Lefebvre'in vardığı temel sonuçlardan biriydi. Bu noktada ona katılıyor, hatta
bunu daha açıklıkla ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum, çünkü Lefebvre
sevdiği geçmişin şehirlerinden bazılarında (örneğin Toskana bölgesindeki
Rönesans dönemi İtalyan şehirleri) yaşam koşullarının kitleler için ne denli
bunaltıcı olduğunun tasvirine pek fazla girmiyor. Keza 1945'te çoğu Parislinin
yıkıntıya dönmüş mahallelerde kanalizasyonu olmayan, kışın soğuktan donup yazın
sıcaktan kavrulduğu viran haldeki evlerde yaşadığından ve bu durumu telafi
etmek için bir şeyler yapılması gerektiğinden bahsetmiyor — ki 1960'larda bir
şeyler yapılmaya başlanmıştı, ancak sorun, Fransız merkeziyetçi devlet anlayışı
tarafından bürokratik olarak düzenlenip uygulamaya konan bu süreçte demokratik
katılımdan, hayal gücünden eser olmayışı, sınıf imtiyazı ve tahakkümüne dayalı
ilişkilerin şehir peyzajına taşınmasıydı.
Aynı zamanda
kentsel ile kırsal, veya İngilizlerin sevdiği tabirle, kır ve kent arasındaki
ilişkinin de kökten dönüşüm geçirmekte olduğunun farkındaydı Lefebvre.
Geleneksel çiftçilik ortadan kalkıyor ve kır kentleşmeye başlıyordu, ki bu da
doğayla olan ilişkiye, tüketime dönük yeni bir yaklaşım getirmekteydi (hafta
sonları ve tatillerde gidilen kırsal kesimden, şehrin çeperinde giderek yayılan
yeşili bol banliyölere). Şehir pazarlarına tarım ürünleri tedarik etmeye
odaklanan kapitalist üretkenlik yaklaşımı, kendi kendine yeten küçük
çiftçiliğin yerini alıyordu. Dahası, bu sürecin küresel bir boyut kazandığını
ve bu koşullar altında şehir hakkı meselesinin yerini şehir yaşantısı hakkına
ilişkin daha muğlak bir soruya bırakması gerektiğini ferasetle fark etmişti.
Kendi düşüncesinde (1974 basımı aynı adlı kitapta ifadesini bulan)
"mekânın üretimi"ne dair daha genel bir mesele biçimini alacaktı bu.
Şehir-kır
ayrımının silikleşmesi dünya çapında farklı hızlarda ilerlemiş olsa da, sürecin
Lefebvre'in tahmin ettiği doğrultuda seyrettiği şüphe götürmez. Son dönemde
Çin'in geçirmekte olduğu alelacele şehirleşme süreci buna örnektir. Kırsal
bölgelerde yaşayan nüfus 1990'da yüzde 74 iken, 2010'da yüzde 50'lere düşmüş,
Chongqing bölgesinin nüfusu ise geçen yarım yüzyıl içinde 30 milyon artmıştır.
Küresel ekonomi içerisinde bu sürecin tamamlanmaktan uzak olduğu pek çok mekân
kalmışsa da insanlığın büyük kısmı şehir yaşamının çalkantısına ve çapraz
akıntılarına kapılmış durumdadır.
Burada bir sorun
çıkıyor karşımıza: Şehir üzerinde hak talep etmek, aslında artık varolmayan bir
şey üzerinde hak iddia etmek anlamına gelir (ki daha önce varolduğu da
şüphelidir). Kaldı ki şehir hakkı boş bir gösterendir. Ona kimin nasıl anlam
yükleyeceğine bağlıdır her şey. Finansörler ve müteahhit firmalar şehri talep
edebilirler, ki buna hakları vardır. Fakat evsizlerin ve orada yaşamasına izin
verilmeyen kaçak statüsündeki mültecilerin de bir o kadar hakkı vardır şehir
üzerinde. Marx'ın Kapital'de dile getirdiği, "eşit haklar arasında son
kararı belirleyen güçtür" (Bkz. Kapital, 8. Bölüm, 1. Kısım:
"İşgününün Sınırları") şiarını akılda tutarak, burada tanımlanan
hakkın kime ait olduğu sorusuyla kaçınılmaz olarak yüzleşmemiz gerekir. Bu
hakkın nasıl tanımlanacağı başlı başına bir mücadele konusudur ve söz konusu
hakkı yaşama geçirme mücadelesi ile el ele ilerlemelidir.
Geleneksel şehri
dizginsiz kapitalist gelişme öldürdü, sermayenin aşırı birikimini yatırıma
dönüştürmek için duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç, toplum, çevre ve
siyaset açısından doğacak sonuçları gözetmeksizin, şehri bitimsizce yayılan bir
kentsel büyümeye kurban etti. Üzerimize düşen siyasi ödev, Lefebvre'e göre,
çığrından çıkmış bir halde küreselleşen, kentleşen sermayenin tiksinti verici karmaşası
içinden bambaşka bir şehri tahayyül ve inşa etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise
gündelik şehir yaşamına odaklanan güçlü bir antikapitalist hareketin
yaratılmasına bağlıdır.
Lefebvre'in Paris
Komünü'nün tarihinden gayet iyi bildiği gibi, sosyalizm, komünizm ve hatta
anarşizmin tek bir şehirde gerçekleşmesi imkânsız bir önermedir. Burjuvazinin
gerici güçleri açısından şehri kuşatmak, tedarik hatlarını keserek açlığa
mahkûm etmek gayet kolaydır, hatta şehri istila edip karşı koyan herkesi
katletmek dahi (Paris'te 1871'de olduğu gibi). Fakat devrimci fikir, ideal ve
hareketlerin kuluçka mekânı olarak şehre sırtımızı dönmemiz gerektiği anlamına
gelmez bu. Ancak siyaset, şehir yaşamının üretimi ve yeniden üretimini,
devrimci dürtülere meydan veren kilit bir emek süreci olarak ele aldığı zaman,
gündelik yaşamı derinden değiştirmeye muktedir antikapitalist mücadeleleri
harekete geçirmek mümkün olacaktır. Ancak şehir yaşamını kuran ve idame
ettirenlerin kendi ürettikleri şey üzerinde temel bir hakka sahip olduğu ve
taleplerinden birinin şehri gönüllerince şekillendirme hakkı olduğu anlaşıldığı
zaman şehir üzerine makul bir siyaset anlayışına ulaşacağız. "Şehir ölmüş
olabilir," der gibidir Lefebvre, ama "yaşasın şehir!"
Öyleyse şehir
hakkının peşine düşmek bir serabın ardından gitmek midir? Salt fiziksel mekân
anlamında düşünürsek elbette öyledir. Fakat siyasi bir mücadele enerjisini
somut hedefler kadar vizyonlardan da alır. Şehir Hakkı Koalisyonu'na üye
gruplar arasında, kendi arzu ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir kentsel
gelişimin kavgasını veren, beyaz olmayan mahallelerdeki düşük gelirli
kiracılar; barınma hakkı ve temel kamu hizmetleri için örgütlenen evsiz
kimseler; ve güvenli kamusal mekânlara erişim hakkı için uğraş veren beyaz
olmayan LGBTQ gençliği sayılabilir. New York için tasarlanan kolektif
platformda koalisyon, bu kamunun daha açık ve daha geniş bir tanımını yaparak
hem kamusal alan denen mekâna hakikaten ulaşabilecek hale hem de sosyalleşme ve
siyasi eylem için yeni ortak alanlar yaratma konusunda yetkin hale gelmesini
hedefledi. "Şehir" tabiri, siyasi anlam arayışlarında derin rol
oynamış simgesel ve ikonik bir tarihçeye sahiptir. Tanrının şehri, tepedeki
şehir, (İncil'de bahsi geçen şehir, bkz. Matta 5:14.) şehir ve yurttaşlık
(city-citizenship) arasındaki ilişki; ütopik bir arzu nesnesi olarak şehir, hiç
durmadan değişen bir mekân-zaman düzeni içinde belirgin bir aidiyetin mekânı —
bütün bunlar şehre çok önemli bir siyasi tahayyülü harekete geçiren bir siyasi
anlam yükler. Lefebvre' in geldiği nokta —Sitüasyonistlerden ödünç almadıysa
bile kesinlikle katıldığı fikir— şehrin içinde zaten mevcut olan çoklu
pratiklerin alternatif olanaklarla dolup taştığıdır.
Lefebvre'in
heterotopya kavramı (ki Foucault'nunki ile derin farklılıklar içerir) ile tarif
ettiği liminal toplumsal mekânlar, "farklı bir şey"i olanaklı
kılmanın ötesinde, devrimci bir güzergâhın tanımlanmasında bu farklılığa temel
önem atfeder. Bu "farklı şey"in bilinçli bir plandan doğmuş olması
şart değildir; insanların salt yapıp ettikleri, hissettikleri, duyumsadıkları
ve gündelik yaşamlarındaki anlam arayışının parçası olarak ifade ettikleri
şeylerden doğar. Bu tür pratikler her yanda heterotopik mekânlar üretir. Bu tür
mekânların ortaya çıkması için büyük devrime bel bağlamamız gerekmez.
Lefebvre'in devrimci hareket teorisi bunun aksini söyler: bir an için bile
olsa, dağınık heterotopik grupların kolektif eylemin kökten farklı bir şey
yaratma potansiyelini görüp bir "infilak" ânında kendiliğinden bir
araya toplanması.
Lefebvre bu bir
araya gelişi merkeziyet arayışı olarak simgeleştirir. Şehrin geleneksel
merkeziyeti tahrip edilmiş durumdadır. Fakat onu yeniden tesis etme yönünde bir
itki ve arzu tekrar tekrar ortaya çıkar ve bunun siyasi sonuçları —yakın
dönemde Kahire, Madrid, Atina, Barselona ve hatta Madison, Wisconsin'deki ana
meydanlarda ve şimdi de New York şehrinde Zuccotti Park'ta gördüğümüz gibi— pek
çok alanda hissedilir. Ortak haykırış ve taleplerimizi ifade edebilmek için
başka nasıl ve nerede bir araya gelebiliriz?
Fakat işte bu
noktada, çoğu kimsenin Lefebvre'e atfettiği ve ona duyulan hayranlığın nedeni
olan kentsel devrimci romantizm yine bizzat Lefebvre'in kapitalist gerçeklere
ve sermayenin gücüne dair anlayışına çarpıyor. Kendiliğinden gelişen alternatif
vizyoner hareket gelip geçicidir; selin içindeyken yakalayamazsanız, hiç
kuşkusuz yanınızdan geçip gidecektir (Lefebvre'in 1968'de Paris sokaklarında
ilk elden tanık olduğu gibi). Aynı durum devrimci hareketin filizleneceği toprağı
oluşturan heterotopik fark mekânları için de geçerlidir. The Urban Revolution
(Kentsel Devrim) kitabında Lefebvre, heterotopya'yı (şehir pratiklerini) hem
izotopya (kapitalizmin ve devletin gerçekleşmiş, akılcı mekânsal düzeni), hem
de dışavurumcu bir arzu olan ütopya ile gerilim içerisinde ele alır (bunların
alternatifleri olarak değil). "İzotopya ile heterotopyanın farkı"nın
"ancak dinamik olarak anlaşılabileceğini" öne sürer. "Düzendışı
gruplar heterotopik mekânlar inşa eder, bunlar da nihayetinde hâkim praksis
tarafından ele geçirilir."
Lefebvre baskın
pratiklerin kuvvetinin ve iktidarının farkındaydı, nihai amacın bu pratikleri
çok daha geniş bir devrimci hareket ile ortadan kaldırmak olması gerektiğini
görüyordu. Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan
sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir.
Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır. Her ne kadar
gitgide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı
başına bir amaç olamaz.
Notlar
(1) Henri
Lefebvre, La Proclamation de la Commune, Paris: Gallimard, 1965; Le Droit à la
Ville, Paris: Anthropos, 1968; L'Irruption, de Nanterre au Sommet, Paris:
Anthropos, 1968; La Révolution Urbaine, Paris: Gallimard, 1970; Espace et
Politique (Le Droit à la Ville, II), Paris: Anthropos, 1973; La Production de
l'Espace, Paris: Anthropos, 1974. Yukarı
(2) James Holston,
Insurgent Citizenship, Princeton: Princeton Univ. P., 2008. Yukarı
(3) Ana Sugranyes
ve Charlotte Mathivet (haz.), Cities for All: Proposals and Experiences Towards
the Right to the City, Santiago, Şili: Uluslararası Habitat Koalisyonu, 2010;
Neil Brenner, Peter Marcuse ve Margit Mayer (haz.), Cities for People, and Not
for Profit: Critical Urban Theory and the Right to the City, New York:
Routledge, 2011.