Tuesday, September 4, 2012

Belleğini Yitiren Toplum


Konformist Psikolojinin Eleştirisi

Russell Jacoby
 
Belleğini Yitiren Toplum

Ayrıntı Yayınları, 1996

Psikoloji toplumsal ve nesnel etkenlerin gizlendiği bir görünüşün pozitivist şemalarla ifade edilme pratiği haline geldi. Bu durumu anlamlandırabilmek açısından bu kitap elzem bir okuma olabilir diye düşünüyorum. Alt başlığı  ‘Adlerden Laing’e konformist psikolojinin elştirisi’ olan bu kitapta Jacoby,  Freud’un devrimci yönünün unutturulmasını psikolojinin konformist bir anlayışla kurgulanmasına dayandırıyor ve bu durumun sonuçlarına dikkati çekiyor. Jacoby aslında bir tarihçi, ama bu kitabın derdi psikanalizin tarihsel gelişimini anlatmak değil.  Psikanalizin, daha çok da marksizmi ve psikanalizi yan yana getirmeye çalışan kuramların konformizme yenik düşme sürecini anlatmak.  Temel argüman şu: psikanalizi unutmayı seçtik çünkü psikanaliz rahatsız ediciydi.

Psikolojinin toplumsal ilginin bir odağı haline gelmesinin rastlantı olmadığını, bunun içinde yaşadığımız dönemin bireyi yok olmaya mahkûm eden bir dönem olmasından kaynaklandığını belirterek başlıyor yazar.  Belleği olmadan yaşayan, şimdisini yadsıyarak kendini gelecek bir zamana endekslemiş olan birey yok oluş içerisinde. Her alanda devinim olumlanıyor, yeni eskinin önüne geçiyor. Düşünce ve değerler de zamanın felsefesinden nasibini almış durumda, onlar da kullanılıp atılıyorlar.  Bunun en olumsuz sonucu ise fikir ve değerlerin yeni olduğu yanılsamasının onların dönüşüme fırsat vermemesi, yani ilerlemeyi engellemesi ve var olan toplumsal sistemi desteklemesi.

Psikoloji de dinamik teorileriyle bu yok oluşun bir parçası haline gelmenin açmazını yaşıyor. Yeni kuramlar, yeni müdahale biçimleri hızla eskilerinin yerini alıyor. Psikanaliz özelinde incelendiğinde konformizm gayet açık görülüyor: psikanaliz pozitivizme uyarlanmaya çalışıldığı ölçüde konformizme yenik düşüyor.

Jacoby ilk olarak,  psikanalizin revizyonizm, ortodoksluk gibi kavramlarla konformist psikolojinin egemen kültürel yönelim içindeki yerini ortaya koyuyor. İkinci bölümde Adler’in Freud’un teorisinden kopuşunu ve bu kopuşun tarihi boyutunu ele almış. Aynı zamanda Frankfurt Okulu ve Erich Fromm, Karen Horney, Clara Thomson ve Harry S. Sullivan’dan oluşan Neo-Freudcular arasındaki sorunları ele alıyor. Bu noktada özellikle karşı durduğu görüş, burjuva toplumunun kendi yarattığı marazın o koşullar değişmeden ortadan kaldırılabilir olduğu görüşü.

Hümanist psikolojiyi, ‘insanlık dışı koşulları yok etmeyi değil, insancıllaştırmayı amaçlamak’ la eleştiriyor. Bu çok haklı bir vurgu çünkü ‘dönüşüm’ iddiasına rağmen psikoloji bu dönüşümün niteliğini ne toplumsal ne de bireysel alanda anlayabilmiş, tanımlayabilmiş değil. Bu dönüşüm tasavvuruna göre, toplum insani değerler üzerine eğitim ya da işbirliği yoluyla iyileştirilebilir. Bu kurgunun ileri boyutu da toplumun bütün öğelerinin bir odada toplanması ve daha iyi olana yöneltilmesine kadar gidebiliyor.

Üçüncü bölümde Abraham Maslow, Gordon Allport, Carl Rogers gibi daha çok varoluşçu bir psikoloji geleneğine yakın isimlerin konformizmine değiniyor. Bu kuramların psikanalizi fazla entelektüel, fazla uzak hale getirmesinden yakınıyor. Ona göre ‘sentetik bir toplumun parolası haline gelen otantiklik,  önüne geleni yıkarak yolu açtı’, bu noktada varoluşçuluk ve onun kurguladığı özne modeli öne çıktı. Genel iflasa karşı bireysel çözüm vurgulandı ve işin dolayımı gözden kaçtı.Kısaca, doğa bilimlerindeki yasalar toplumsal yasalarla eş tutulmaya çalışıldı ve ikincil doğanın, yani çökelmiş tarihin diyalektik analizi gözden kaçtı.

Dördüncü bölüm olumsuz bir psikoanaliz, ya da öznel olmayan bir öznellik kuramı ortaya koyuyor. İçinde yaşadığımız toplumun kendi karakter biçimlerini yaratıyor, hatta dayatıyor.  Bu durumdan sıyrılmak adına özne,  kendini marazlı hale getiren maddi ve toplumsal koşullar hakkında içgörü kazanmalı diyor Jacoby. Yani ‘birey olmak için önce birey olmadığının farkına varmalı’. Daha ötesi için de toplumsal sınıf gibi belirleyici dolayımları da içine alan bir duruş gerekiyor.

Diğer bölümler R.D.Laing ve D. Cooper’ın radikal psikolojisi üzerinden kuram ve terapi diyalektiğini ve sorunlarını ele alıyor. Psişik ilkyardımın özgürleşme olamayacağını ve bu ikisini aynı şeylermiş gibi kurgulamanın tehlikelerinden bahsediyor.

Adorno ve Marcuse’nin Freud hakkındaki yorumlarından faydalanan yazar, psikanalizin pazarlamak adına ego-psikolojisine, bir iyileştirme metodolojisine dönüştürülmesine karşı çıkıyor. Kitap, bu dönüşümün bireyi özgürleştirme adının arkasında nasıl gizlendiğini anlamak açısından çok önemli bir kaynak. ALINTI
***
 
Şizofrengi-Otomatik Portakal-Gugukkuşu

Daima kara sayfalar vardır. Kara sayfalarla başlar ve kara sayfalarla kapanır. Sözün başlamadan önceki ve bittikten sonraki hâlidir kara bir anlamda. Kaos adlandırılamaz; adlandırılamaması nedeniyle karadır. Bu nedenle ak sayfalarda faşist öğretmen belirir; eğitilecek olanın karayı unutması gerekmektedir; Tanrı belirir, Tanrı sözdür; rahip belirir, karaya bulaşmış olan vaftiz edilir; polis belirir, karaya bulaşan suçludur; ya da herhangi bir otorite figürü belirir. Çünkü psikoanalizin, daha doğru bir ifadeyle Freud’un kuramının temel noktası olan Oedipus’un “…mit ve temsil üzerine kurulmuş bir kuram” olması ve herkesin ona inanmak zorunda bırakılmasıdır. (s. 87) Kısaca “oedipus… herhangi bir otorite figürüdür.” (s. 86) Kara sayfalar anarşidir; ancak bu, Perez’e göre, asla politik bir anarşi anlamına gelmez ki bu nedenle ‘–arşi’ paranteze alınmıştır.

Stanley Milgram bir deney yapmıştır; bunu çoğumuz hemen hatırlarız: faşizm, nazi Almanya’sına özgü bir durum mudur; yoksa belirli bir insan tipinin kaçınılmaz eğilimi midir? Deneyin sonucu, ikinci soru öbeğinde dile getirileni destekler niteliktedir. Hem de demokrasinin kalesi olan Amerika’dan alınan örneklemde… Ancak bu araştırmanın sonucundan herhangi bir ders çıkarılır mı? Hayır; aksine Milgram’ın araştırması etik kuralları hiçe saymış olduğu gerekçesiyle bilimsel araştırma literatüründen dışlanır. Neden mi? Malum… Ancak zaman, tüm karşı çıkmalara rağmen Milgram’ı haklı çıkarmıştır. Çünkü özellikle American Psychology Association ve American Psychiatry Association gibi yerleşik sisteme içkin organların yapmış olduğu yorumlar boşa çıkmıştır. Aslında Reich bu konuda bizi çok daha erken sayılabilecek bir tarihte uyarmıştır: “…modern Faşist devlet, dış güçlerle değil; aksine kitlelerin kendisiyle kurulur.”(s. 44)

Versus Kitap, ülkemizde anti-psikiyatri alanında zaten az sayıda olan kaynaklara bir yenisini ekleyerek önemli bir işlev yerine getirmiştir. Az olan bu kaynakların birçoğunun, okunmuyor gerekçesiyle baskısı yapılmaz. Örneğin Cooper ve Laing’in kitaplarına hâlâ ulaşabilmek zordur. Şizofrengi dergisi artık çıkmıyor. Bu alanda okuma yapmak isteyenler Russel Jacoby’nin Belleğini Yitiren Toplum’u (Ayrıntı Yay: 1996) ve Gündüz Vassaf’la (Ayrıntı Yayınları) yetinmek durumundadır eğer ki Nietzsche, Reich, Guattari ve Deleuze’dan çıkarsamalarda bulunamayacak bir durumdaysa. Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum; akademisyen Üstün Öngel’in ki kendisi bir anti-psikiyatristtir, 1999’daki bir konuşması Prozac firması yetkilileri tarafından provoke edilmişti. Nedeni araştırılmalı…

Araştırılsa da biraz bahsetmemiz yararlı olacaktır. Çünkü kapitalizm gücünü “aksiyomatiğinin hiçbir zaman doymamasında, yani her zaman öncekilere yeni bir aksiyom ekleyebilmesi”nden alır. (s. 46) Böylece bir zaman için kendi (yani kapitalizmin) köklerini tehlikeye atan tutumları kontrol altına alabilir. Sınırın dışına taşan her zaman bir tehlikeye işarettir; Otomatik Portakal’da anlatıldığı gibi. Kontrol altına alınması gerekmektedir; Guguk Kuşu’ndaki ıslah etme yöntemleriyle… Marjinal hareketleri bekleyen tehlike budur! Murathan Mungan’ın da ifade ettiği gibi “ya içindesindir çemberin, (…) kafan dışındaysaaa…” Gum!

Ne yapılabilir o halde? Perez buna net bir cevap verir: insanın, arzu akışlarını denetimli bir şekilde serbestleştirmesi gerekmektedir. Denetimli; çünkü denetimsiz serbestlik faşizme yol açabilir. Oedipus’un unutulması ve onsuz bir hayatın kurulması gerekmektedir. Çünkü Oedipus kavramının üretilmesiyle Avrupa’da “ebeveyn otoritesinin kaybıyla ilgili hukuki düzenlemenin aynı döneme denk…” gelmesi manidardır. (s. 88) Yakından bakıldığında, bu durumu gerekli kılan nedenler kolaylıkla anlaşılır: insanın denetim altına alınması gerekmektedir.

Kapitalizm toplumun hazırlanmasında ailenin işlevini artık yetersiz bulmaktadır. Bu nedenle aileden öte maliyeti düşük ve daha az formalite gerektiren toplumsallaştırma ajanları bulmalıdır. Bu noktada eğitim simülatörler üzerinden yürütülmektedir. Günümüzde internetin böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir. Düşük maliyetle, sistemin devamlılığını sağlayacak kitleyi yetiştirir. Çocuk, çok erken yaşta, türlü silahları kullanabileceği kadar tanır; hem de kullanabilmesini koşullayan nefret ve saldırganlıkla doldurulmuş olarak. Nietzsche’nin bir kehaneti daha gerçekliğe kavuşmuş bulunuyor artık: “insanlar çok çalışıyorlar, bir çocuğun idare edebileceği bir makine icat etmek için kafa patlatıyorlar.” Bu makine şu an var: bilgisayar… Bilgisayar birçok faydasının yanında, modern orduların personellerini daha ucuz eğitmelerine olanak sağlayan simülatif eğitim ortamını sunmaktadır. O halde kim bu makineyi kullanan çocuklara “Parçala onu! Parçala onu!” (s. 22) direktifini verecektir.

Kitabı okuduğu anda okur, bu konuda elbette bir fikir sahibi olacaktır. Ya da bu kitap bu fikre sahip olmasını sağlayan bazı yolları açacaktır. Çünkü An(arşi) ve Şizoanaliz, sadece spesifik bir bilgiden değil; aynı zamanda, bu bilgiye dair genel bir toplamdan da haberdar etmektedir okuru. Bu yön oldukça önemlidir. Perez’in geniş bir ortamda; felsefi, psikolojik, sanatsal, politik bir zeminde konuyu tartışması ufuk açıcıdır. Anti-psikiyatristlerin Freud’u ve onun Oedipus kavramını eleştirmelerinin nedeni sadece ruhbilimle açıklanamaz. Aksine birey ve toplum diyalektik olarak ele alınır. Toplumdan soyutlanan bir ruhbilim, ruhbilim olamaz. Bu nedenle anti-psikiyatrinin eleştirisi sadece bireye yönelmez. Bireyle birlikte tüm totaliter yapıları eleştirir. Çünkü bir reis’in olduğu her yerde diğer bireylerin baskı altında tutulması söz konusudur. Bunun ilk örneğiyle hemen herkes kendi ailesinde karşılaşır. Hangi aile reisine bakarsak bakalım,  “her aile reisinin cebinde gizli bir bıçak vardır. İlkel kabilelerdeki aile reisleri onları kullanırlardı.” Ayrıca, reisin bu tavrının entelektüel yönden de haklılaştırıldığını unutmamamız gerekir: “bizim “medeni” Freud’u unutmamalıyız: onun da bir bıçağı vardı ve kullandı, sadece onun kullanma tekniği farklıydı.” (s. 86)

(Rolando Perez, An(arşi) ve Şizoanaliz, çev. Şervan Adar Avşar, Versus Kitap: 2008)

Kuyudaki Koro, S. 3

Faşist Olmayan ya da An(arşik) Bir Yaşam Biçimine Doğru

Godard’ın ‘’Alphaville’’ filminde, şiddetin ve Devlet’in baskısının göstergeleri daireseldir (Örneğin  polis arabasındaki amblem)*. Aksine özgürlüğün ve kaçışın (bir kaçış çizgisindeki gibi) göstergeleri çizgiseldir. Çünkü an(arşi) kendisini çizgisel düzeyde gösterir…  uçuş/kaçış düzeyinde… atomaltı düzeyde. Bununla birlikte daire kapalı geometrik bir figürdür ve dolayısıyla bir baskı ve zulüm sembolüdür(hatta bazen bunların aracıdır) : sınır ve limitler ile göndergeselliğin sembolüdür. Dolyısıyla an(arşist)  kendi hayatına evrensel bir Gönderge’ye göre-katı bir şekilde bölümlenmiş sınırlar ve bölgeselliklere göre – yön vermeyen kişidir. Aksine aktif bir biçimde her sabah kendi dünyasını yeniden yaratan kişidir.
Eldridge Cleaver, Buz üzerindeki Ruh’u (Soul on Ice) yazarken hayatında artık kendi üstünde gördüğü kimsenin bilgisine güvenmediği bir noktaya geldiğini söyler. ‘’Düşündüm ki’’ der,
kendi cehalet ufkumun ötesinde sözbirliği mevcuttu. Her ne kadar evrende ne olduğunu bilmesem de diğer insanlar muhakkak biliyordu. Bütün ABD’nin ayrılma/birleşme konusunda bir anlaşmazlık kaosu içinde olduğunu henüz keşfediyordum. Bu şartlarda benim için en güvenli olan şey kendimle devam etmekti. Şu netleşti ki benim inisiyatif almam mümkündü: sadece tepki vermek yerine kendim eyleme geçebilirdim. Tek taraflı olarak -başkaları bana katılsın katılmasın- bütün bağlılıkları, ahlakı ve değerleri –toplumda var olmaya devam ediyor olsalar bile- reddebilirdim.
İşte bir kelime bile Nietzsche okumadan, tüm akademisyenlerden ve Nietzscheci yazarlardan daha Nietzscheci, yani daha an(arşik) birisi var burada.
An(arşi) öğretilemez. O bir teori değildir. Bir yaşam biçimidir, dünyada olma biçimidir, bir tavırdır. Slyvere Lotringer bir an(arşist)tir. İtalyan ‘’otonomcular’’ an(arşist)tir. Ve Rastafaryanlar da kendi dilleri (bölgesel dilleri) ve yaşam biçimleriyle an(arşist)lerdir. An(arşi) ne kadar birey tipi varsa, o kadar farklı biçim alır.
Anti-Oedipus, aynı anda hem herkes hem de hiç kimse için yazılmış olması itibariyle Nietzscheci bir etik kitabıdır. Bu yüzden Deleuze, eleştirilerden birine yanıtında, kendilerinin- kendisi ve Guattari’yi kastederek- bizim bireyler olarak Anti-Oedipus’la ne yaptığımızı umursamadıklarını söyler. Deleuze şöyle der:
Biz bir kitabı, küçük bir göstergesel-olmayan makine olarak görüyoruz: tek sorun şudur-Çalışır mı ve nasıl çalışır? Sizin için nasıl çalışır? Eğer çalışmazsa, eğer hiçbir şey olmazsa başka bir kitap alın.Diğer okuma yolu yoğunluklar üzerine kuruludur: bir şey olur ya da olmaz.Açıklanacak, anlaşılacak,yorumlanacak hiçbir şey yoktur.Bu bir elektriksel bağlantıyla karşılaştırılabilir.Organsız bir beden: Bunu anında anlayan insanlar biliyorum, -kendi ‘’ alışkanlıkları’’ sayesine.
Kısacası, bunların hepsi, genel olarak dünyayla ne çeşit duygulanımsal bağlantılar kurabileceğimize gelir. Hala kıvrak hareket edebilir miyiz? Hala diğer arzu-makineleriyle ikindi gezintileri yapabilir miyiz? Berenger denedi. Gerçekten yaptı. Fakat ailesi onunla uçmayacaktı.
Geçenlerde birisi bana benim an(arşi) tanımımı sordu. Cevap vermedim: çünkü an(arşi) hayattır.
*Daireselliğin şiddetinin başka bir örneğini Foucault'un Disiplin ve Ceza(Dicipline and Punish,Vintage Books, N.Y söz ettiği panoptikonda bulabiliriz.

An(arşi) ve Şizoanaliz, Rolando Perez,Faşist olmayan ya da An(arşik) bir yaşam biçimine doğru ,syf:53