Friday, July 20, 2012

Haydar Karataş’ın On İki Dağın Sırrı adlı romanı hakkında

"Haydar Karataş’ın On İki Dağın Sırrı adlı romanı hakkında
 
Haydar Karataş, küçük bir kızın gözünden 1938’de Dersim’de yaşananları anlattığı Perperık-a Söe’de olduğu gibi, 1938 öncesini anlattığı On İki Dağın Sırrı’nda da masalsı bir dil kullanmayı yeğlemiş. Yaşanmış çok büyük acıları, yakın zamana kadar doğru dürüst anlatılamamış, hakkında söz söylenmesi yasaklanmış katliamları masalsı bir dil ve kurgu ile anlatmanın hem yararları hem de sakıncaları olabilir. Cemal Şakar, geçenlerde, Bir Dersim Hikâyesi bağlamında değinmişti: “Böylesi ağır acıların yaşandığı temaları, olayın aynı sıcaklığıyla canlılığıyla anlatabilmek muhaldir. (…) Bu tür durumlarda yazarlar, genellikle olayla arasına ‘soğuk bir mesafe’ koyarlar, işte bu soğuk mesafe sayesinde olay anlaşılabilir ve anlatılabilir,” diyerek masalsı formun sunduğu böylesi bir mesafe yaratma imkânının altını çizen Şakar, “masal aynı zamanda tahkiye ettiği temayı kendi sisli puslu ve olağanüstü dünyasında yumuşatır, esnetir ve böylelikle gerçeklik buharlaşır,” sözleriyle de masalsı formun yol açabileceği sakıncaları vurgulamıştı (“Ve Dersim Dile Gelir”, Yeni Şafak Kitap, 13 Haziran 2012).
Masallarla ilgili olarak bu dilin başka işlevlerinden söz edilebilir. Bir masalı masal yapan, anlatılan olağandışı olaylar ve başka masallardan bize aşina gelen varlıklarla, kurgularla, yapılarla karşılaşmamız olduğu kadar, hatta onlardan önce, masalların dilidir. Olan biteni bize o metin bağlamında olağanmış gibi hissettiren, yaşadığımız evrenden bizi çekip masalın evrenine taşıyan, abartıdan, yinelemelerden, ses benzerliklerinden yararlanılarak oluşturulmuş, kendine özgü bir müziği ve büyüsü olan bu dildir. Bu dil algılarımızı da altüst eder. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan tekerlemeler örneğin, bir yandan masal evreninin kapılarını bize açarken bir yandan da babamızın beşiğini tıngır mıngır sallıyor olabileceğimize ikna eder.
Günümüzde masalların, hikâyelerin gündelik hayatta pek yeri kalmadı; sınırlı ve belirli alanlara hapsolmuş durumdalar. Modern dünyanın yerleşikleri için kaskatı neden-sonuç ilişkilerinin dışındaki her türlü algıya kapılarımız kapalı – dolayısıyla masallara da. Gezegenler, aylar, güneşler basit birer gök cismi; tekmil hayvan ve bitkileriyle doğa işlevsel bir şey, bizi doyurur, ısıtır; insanlar, başkaları, onlar da işimize yaramıyorlarsa kuru kalabalıktır sadece. Bizimki gibi olmayan bütün yaşam biçimleri, alışkanlıklar, gelenekler ilkel. Masalların da işlevi değişti. Bir zamanlar kültürel bir aktarım yolu olarak bir yaşam biçimini, deneyim ve görgüyü, hatta dünya algısını kuşaklardan kuşaklara taşıyan masalların bugün çocukları uykuya hazırlamak dışında bir iş görüyor olabileceklerine pek inanmıyoruz.
Perperık-a Söe ve On İki Dağın Sırrı’nda Haydar Karataş’ın kullandığı masalsı dilin ise başka bir anlamı var. Masalsı dil ve anlatım Karataş’ın metinlerde içeriğe ilişkin de bir şeyler söylüyor, anlatılan olayların geçtiği dönemin ruhunu ve roman kişilerinin dünyayı nasıl algıladıklarını da gösteriyor bize. Bu romanların ilk cümleleriyle içine girdiğimiz bir tür “masal evreni” çünkü. Dünyanın, kâinatın, insanın gezegendeki yer ve öneminin modern dünyanın hâkim algısından çok farklı biçimde algılanıp yaşandığı bir evrenden hikâyeler anlatıyor Haydar Karataş. Dolayısıyla masalsılık sadece metnin biçimine, kurgusuna dair değil, içeriğine, anlatılana da dahil bu romanlarda.
MASALIN RUH BULDUĞU YER
On İki Dağın Sırrı’nın başında anlatıcı, roman boyunca roman kişilerinin atlarla ya da yayan yapıldak gidip gelecekleri, telaşla ya da hayaller kurarak geçecekleri muazzam vadilerin, dağların, subaşlarının, ceviz, yabani armut ve türlü çeşit meyve ağaçlarının arasından geçen kağnı yolarının, ziyaretlerin, vadilerin içine kurulmuş gizli köylerin, tırmanması imkânsız tepelerdeki konakların arasından hızlı bir gezintiye çıkarıyor okuyucuyu. Daha bu kısa ve hızlı gezinti sırasında doğanın mekândan, metnin arka fonundan öte anlamları olduğunu anlıyoruz. “Bebek yüzü misali gülen pınarlar”dan geçiyoruz ya da bir tapınak olduğunu ancak suyunu kana kana içtiğimizde anlayacağımız kaynaklarda yüreğimizi hoplatan yılanlarla karşılaşıyoruz. Suyun ansızın sessizleşmesiyle içimizdeki korku yerini merhamete bırakıyor. Şu cümleler bütün bunların kısacık bir özeti gibi:
“Bir masalın bu dağların ardında ruh bulduğu hissine kapılırsınız. Ne yapacağınızı bilemezsiniz; ağlamak istersiniz, ağlayamazsınız; bağırıp isyan etmek istersiniz, edemezsiniz; eliniz kolunuz bağlanır, dünyanın durduğunu, kahkahalar attığını sandığınız pınarın ağladığını duyarsınız…”
On İki Dağın Sırrı’nda gerek anlatıcının aktardığı, gerek roman kişilerinin birbirlerine anlattıkları hikâye, masal ve efsaneler bir bütünlük, birlik evrenine işaret ediyorlar. Pınarların sadece pınar olmaması gibi, saz da sadece müzik aleti değildir, “dünyanın sessizliğine ağlıyor,” dünyayı merhamete çağırıyordur. Rüzgârın merhamet çağrısı ise taşadır: “Taş ki taştır, rüzgârın sesinde dile gelip toprağa döner. Belki yüz bin yılda toprak olur. Bizimkisi taşı merhamete çağıran rüzgâr gibi. Yüz bin yıl taşa ağıt yakacaksın ki, toprağa dönsün, dur durak bilmeden acıyı söze dökeceksin ki, çiçekler açsın.” Turna da güzel bir kuş değildir, o da varlığıyla sazın gördüğü işi görmekte, “dünyadaki adaletsizliğe boyun eğerek, fesatlığı merhamete çağırmaktadır.” Sadece bunlar değil, bu evrende kavak ağacının hışırtısı da bin sazın vurduğu şelpe etkisi yaratmaktadır; yanan odun ateşine bakmak da pınar başında, kavak ağacının altında oturmaktan farksızdır. Ayinlerin içinde masal sesi, hikâyelerin içinde başka hikâyeler vardır bu evrende.
Roman boyunca böylesi bir birlik evrenine düşen ateş topunun nasıl ayrılıklara yol açacağını sezen insanların telaşı anlatılıyor. Albeg’in atına atlayıp ulaştırmaya çalıştığı haberde ya da Sebır’ın dere tepe aşarak taşıdığı pusulada bu telaşın nedeni saklıdır; Hese Gaj ile Rayber’in sohbetlerindeki yaslı ton ya da dağ başında birbirlerine üstünlük taslayan Pırço ile Çöyt arasındaki türlü çeşit yarıştan ötürü Ermeni köylüleri alıp Rusya’ya götürecekken yolundan geri kalan Gagım’ın kaygısı aynı telaş nedeniyledir. Rüzgârların, su seslerinin, yılanların, hastaların, sağların, ölülerin söylemeye korktukları, kendilerine bile ifade edemedikleri şey de böyle bir felaketin gelmekte olduğu gerçeğidir. On İki Dağın Sırrı’nı, bu nedenle masalsı bir dille kaleme alınmış, bir “masal evrenini” anlatan bir yapıttan çok, masal-evreninin çözülüşünün, masalsız bir dünyaya geçişin anlatıldığı bir roman olarak tanımlamak daha doğru olur. Masallar evreninde korku yerini sazın sesi ve turnanın uçuşuyla merhamete bırakırken, burada yeni bir dünyanın, merhametin korkuyla yer değiştirdiği bir dünyanın nasıl oluştuğunun kaskatı hikâyesi anlatılıyor.
Haydar Karataş’ın roman dilindeki masal kipi merhametsiz bir dünyayı yumuşatan bir şey değil; aksine bu kip ancak yasaklanarak, dilsizleştirilerek anlatılmaması, üzerinin örtülmesi sağlanmış acıları ve trajedileri, masalların bizi etkilediği o en derinlerimizdeki yerden duymamızı, görmemizi, bilmemizi sağlıyor – etki gücünü bizi vurduğu yerden alıyor roman. Karataş’ın masal dili gerçekliği ve acıyı yumuşatmıyor, yüreklerimizin katılığına dokunuyor. Aslında bu acıların doğrudan anlatımı değil Karataş’ın dile getirdikleri, bu acıların az öncesinde olanları göstermekle; çok büyük acılar yaşanacağından kesinkes emin olmuş yüreklerdeki korku, kaygı ve telaşı duyurmakla yetiniyor.
KÖTÜ BİR ŞEYLER OLACAK
“Kötü bir şeyler olacak” hissinin sadece insanları değil, dağı taşı, subaşlarını, ziyaretleri, terkedilmiş köyleri, ağaçları, yılanları da sarmış olduğu bir dönemde olan biten anlatılıyor romanda. “Sebır’ın anlamadığı bir şeyler oluyordu[r], sanki toprağın dahi rengi değişiyor; ağaçlar eski neşeyle rüzgâra meyil vermiyor gibi[dir].”
İnsanların ve doğanın çok yakında olacak kötü şeyleri sezmelerinin nedeni ise benzer şeylerin yaklaşık yirmi beş yıl kadar önce de yaşanmış olmasıdır. Saz âşığı Hese Gaj’ın Rayber’e, “Bana öyle geliyor ki, bizim göçümüz varıp karışır Ermeni göçüne,” demesi bundandır. O zaman da ikrar bozulmuş, verilen sözden dönülmüştür; insanlar topraklarından, insanlar insanlardan kopartılmıştır. Daha fenası insan insana düşman kılınmış, komşunun komşuya itimadı yıkılmıştır. Toprakların dengesi, köylerin kasabaların düzeni bozulmuş, taş terbiye edilmez, tohum toprağa düşmez olmuştur. İşte yine böylesi bir şeyler olacağını, yeni bir fesadın kurulduğunu hissedenlerin yüreklerinde derin bir korku duydukları, başlarına geleceklerin işaretlerini görüp kokusunu aldıkları dönemde geçiyor On İki Dağın Sırrı. Üstelik, bütün bu fesat, insanı ve dünyayı kutsal bir birlik içerisinde algılayan, korkunun karşısına merhametle çıkmaktan, yaşadığı acıların yasını tutmaktan başka umar aramayan Dersimlilerin kutsiyet düşmanı gösterilmesi ve bu düşmanlık algısından beslenen bir tür korku hükümranlığı ilan edilerek hayata geçirilmiştir. Mal mülk ve iktidar düşkünlüğü her şeyin önüne geçmiştir; sürgüne gönderilen ve katledilen Ermenilerden kalan mala mülke göz dikenler, bunları komşularının emaneti olarak gören Dersimlilerin karşısına kutsiyet kisvesi altında çıkmışlardır.
On İki Dağın Sırrı’nda tarihi gerçekliklerden ve gerçek kişilerden söz ediliyor olsa da, romanda “o zamanlar şunlar oldu, bunlar yaşandı” şeklinde özetlenebilecek bir tarih aktarımı ya da tarihi olaylarla ilgili tezler yok. O dönemde olup bitenler, dağı taşı kaplayan korkunun insanların yüreklerine nasıl düştüğüne, gündelik yaşantılarda nelerin nasıl değiştiğine dair hikâyeler anlatılarak aktarılıyor. Roman sıklıkla rivayet kipiyle sürüyor; olan biteni başkalarının ağzından –anlatılmış bir şey olarak– okuyoruz, ama Haydar Karataş’ın roman kurgusu içerisinde bu dolaylı anlatım, “masal evrenlerinin” merhamet çağrısını duymamız için bir olanak aynı zamanda. Çünkü insanlar sadece birbirine anlatmıyor bunları, dağlara taşlara, ermişlere, keşişlere, ziyaretlere, hatta gıyaplarında paşalara anlatıyor. Olmayacak dualardaki kederi, büyük acıların içe atılmış çığlıklarını duyuruyor."
(Taraf Kitap‘ın 13 Temmuz 2012 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır.)