Yuvadaki Şeytan / Milena Jesenska
“Bana öyle geliyor ki iki insan birbiriyle birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği an da işte tam da o an da kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış bu ihtimalin önüne geçmiş olur. Mutlu olmak için evlenmek tıpkı iki milyon için bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kar amaçlıdır ve o iki milyon araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır.
Bir insanı tanımak inanılmaz zor bir iştir. Bir insanı ilk olarak başbaşa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez ancak on yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem sanırım abartmış olmam. Ayrıca şuna inanıyorum ki iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. Birisi ötekinin bütün davranışlarını bütün fikirlerini tutkularınıkanaatlerini inançlarını bilse bile çorapları uykuda çapaklanmış gözleri her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur – çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. Kısacası her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: hepsini daha baştan üstlenmek.
Her insan kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. Aksine bir insan ne kadar kendine has olursa bütünselliğe o kadar yakındır. İmkanları yetenekleri ne kadar azsa bu imkan ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. Ve eğer tek bir yeteneği varsa en değerlisi de budur.
Bir yerlerde bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. Hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. Mutlulukmuş! Sanki mutluluk imkanı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! Sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme yazma politika ya da ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi!
Bizlerin bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia edilmelerinin nedeni nedir ki? Sual günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu etrafında odaklanmıştır, ciddi olmayan kaynaklara göre de , konu five o’clock tea’lerin dedikodularının merkezini oluşturmaktadır. Konu, her yüzü ile, monden gevezeliklerin olduğu kadar felsefe denemelerinin de ilgi odağıdır, biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile ilgilenen ne ilk ne de son kişi olacağız. Vurgulamak isterim ki , bu konu beni gerçekten hep şaşırtır. Bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini bilmediğimizden kaynaklanmış değildir. Benim, esas olarak , kendime hep sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının gerekliliğidir.
Zira, işin esası, budur! İki varlık… iki küçük insan larvası…Yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde… Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı… aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı… Ve, bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
Bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar. Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. Kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır. Başka türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın…. Bu, her gün olabilir… Aşk veya diğer herhangi başka ne ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur. Ne var ki , pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
İki kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler. Evet… Bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak, neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? Ama, neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? Neden yaldızlanmış yalanlar ararlar? Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar? Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? Neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir? Neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya “mutluluk vermek” gibi zorlamalar da yapılır?
Şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek… Mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu… Kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir… Nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde Avustralya’ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma… Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri gerekecek olanlar arasında doğru-dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
Karşındakini tanımak kadar güç bir şey yoktur. Birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem, abartmış olmayacağımı zannediyorum. Aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim. Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri, coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.
Zira, biri bizi derinliklerde aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman aldatamaz. Aynı şekilde, bir evlilik bin bir beklenti yıkımı tehlikesini beraberinde getirdiği gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi bir kurtuluş simidinin bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da getirir. Beraber yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin yumağında ki her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha bir çok şeyi affetmemizi ister. Bu konuda biraz daha ileri gidersek, karşımızdakinin ufak tefek hatalarını da affedelim. Karenina’vari bu modern histeriden kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi duran kulaklara, kocaman bağlanmış şu kravata bakalım. Herkesin, kendi içinde kendine özgü bir dünyası vardır; o dünya ne kadar kendine özgü ise o kadar tamdır; yetileri ve yetenekleri sayıca ne kadar az ise, onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir; ve şayet tek bir yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır. Ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün esmer olmasını istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan shimmy dansını sevmesini, bir aptaldan Kierkegaard’ı anlamasını, bir ressamdan matematik ile ilgilenmesini, melankolik bir kimseden şansonetlere katılmasını, yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini de isteyemeyiz.
İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden beklenen bir kendinin olma durumunun kabülü mevcuttur. Burada, “buna rağmen”ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o “buna rağmenler”dir. Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.
Zira, gerçekten, bir ev, bir “yuva”nın “koruma amacı”ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel “ayna”ya karşı “koruma”dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; “Seni hiç terk etmeyeceğim!” Bu söz, “ölüme kadar seni seveceğim” veya “ebediyen sana sadık kalacağım”dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar “ilgisiz ve uzak” kalmayacakları vaadinde bulunmazlar ?
Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan “ufak-tefek şeyler”in vaadinde bulunmazlar?
Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek. Oh , Tanrım! Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz? Hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz. Veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın. Ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. Mutluluk! Sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi… sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi! Bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz… Kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla… isteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz… Ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. Bir başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz… ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.
İki yaşam şekli mevcuttur. Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmede ki imkanlarla imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler… Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır.
Not: Genelde Kafka’nın sevgilisi olarak tanınan Milena, II.Dünya Savaşı öncesinin Orta Avrupa kültürünün önde giden entelektüellerinden birisiydi. Yaşamının tümünü gerçek bir varoluşçu olarak geçirdiği gibi, gerçek bir varoluşçu olarak da öldü. Zamanın Prag’ının önde giden sosyalist gazetecilerinden biri olan Milena Jesenka’nın Tribuna gazetesinde yayımlanmış 1930 tarihli, Yuvadaki Şeytan adlı makalesi:
Milena Jesenka
ALINTI