Godot’yu bekler gibi.
Tanca’da Bir Çay, Tahar Ben Jelloun’un Beckett ve Genet’yi bir yaz günü Hafa kahvesinde buluşturan düşsel hikâyesi. Bir tarafta tüm ekşiliği ve enerjisiyle Jean Genet, diğer tarafta heykeltıraş Giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif Samuel Beckett. Ve ikisinin nefis, hayali diyalogları…
Sel Yayıncılık, 1987 yılında Kutsal Gece adlı romanıyla Goncourt ödülünü kazanan Tahar Ben Jelloun’un, Beckett ve Genet-Tanca’da Bir Çay’ını Işık Ergüden’in güzel çevirisiyle yayımladı. Pierre Chabert’in anısına sunulan kitap, 1944 Fas doğumlu Jelloun’un Godot’yu bekleyen düşsel bir hikâyesi gibi. Diyaloglarla çatılmış hikâye. Bir yanda Beckett, diğer yanda Genet. 1974 yılında Jean Genet ile tanışan ve ölümüne değin dostluğunu sürdüren Jelloun’un bu ilginç hikâyesinin mekânı, Fas’ın Tanca şehrinde, âşıkların, turistlerin ve entelektüellerin müdavimi olduğu denize nazır ünlü Hafa Kahvesi. “Taraçalardaki masalarda naneli çaylarını yudumlayan gençlerin arasında tanıdık bir sima, Jean Genet, tüm ekşiliği ve enerjisiyle siyah tarafta hayata diklenmekte. Heykeltıraş Giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif, Samuel Beckett, bu hayali karşılaşmanın beyaz tarafında. Godot’yu beklercesine hayali bir metin...”
Godot aslında kim?
Editör’ün alıntısına bakalım ilkin:
“GENET: Haydi, haydi, kaçıyorsunuz, Samuel, hiç fikriniz olmadığını söyleyecek değilsiniz ya bana? İngilizce öğrenmemekle övünsem de, herkes gibi ben de biliyorum ki Godot’da ‘God’ var, TANRI!
BECKETT: Benim piyesimde eğer Godot Tanrı olsaydı ona Tanrı derdim, Bay Genet. Başka şeyden söz edelim, bu Allahın belası piyesten gına geldi. Eğer devam ederseniz sizi cezalandıracağım: Sizin yazdığınız en tumturaklı bölümlerden küçük bir demet okuyacağım size. Claudel’den beter.”
Claudel’i tumturaklı bulan Beckett’ın nasıl bir ‘tumturak’ ürettiğini, absürt olandan neyi anladığını tartışmalı bir sorun olarak açık uçlu bırakıyor, Genet’nin Godot’daki ‘God’u nasıl çıkarsadığını düşünüyorum. Eliot, Rilke ve Claudel’in, Nietzsche’nin pazaryerinde, “Tanrı’yı öldürdünüz, onu çürüttünüz, çürüyorsunuz!” diye bağırarak gezen meczubunun kehanetini haklı çıkarırcasına, ruhsuz bir dünyanın ruhu, merhametsiz bir dünyanın iniltisi olmaya çalıştıklarını söz konusu bile etmek istemiyorum.
Tanca’da Bir Çay, bir yaz günü, öğleden sonra Hafa kahvesinde başlıyor. Genet ve Beckett başroldeler. Moha, Muhammed, Giacometti’ye benzeyen bir adam, Fahişe, Jacky, Vladimir’i oynayan aktör, Estragon’u oynayan aktör, kahvenin yaşlı garsonu ve bekçi kadın ikinci-üçüncü derece rollerdeler. Kahvenin genel görünümü ve yıl boyunca aldığı başkaca hallerin tasvirinden sonra o nefis diyaloglara sıra geliyor. Genet’nin Tanca’yı niçin sevmediğine ilişkin girişinde Moha’nın Hırsızın Günlüğü’nden yaptığı alaycı seçim göze çarpıyor. Nuri Pakdil’in piyeslerini andıran bu kışkırtıcı/düşündürücü ve betimleyici diyaloglar boyunca kişileri ve onların dünyayı nasıl algıladığını öğreniyoruz. Genet’nin İmam Humeyni’ye ilişkin düşünceleri örneğin: “Baksana, kahvelerin duvarlarında artık Humeyni portreleri yok! Fas, İslam devrimi istemiyor. Ah, Humeyni, Batılıların ağzının suyunu akıttı. Onların salyasının aktığını görmek hoşuma gidiyor. Onlardan kurtuldu ama.” Bir siyasetbilimcinin “Amerika’nın söndürülemez balonunu patlattı” nitelemesini çağrıştırıyor. Lakin Genet’nin dileği de örtük olarak dile gelmiş oluyor: Fas, İran devriminden etkilenmemeli. Moha acımasız: “Özellikle kendi halkını boğdu. [Humeyni için söylüyor.] Ve çok uzak çağlara geri gönderdi. Fas’ın dini bir diktatörlüğe ihtiyacı yok. Hem Sünnilerde dini hiyerarşi yok. İmam, Ayetullah yok...”
Jelloun’un düşsel görünen metni bir sinema-göz izleyicisi, yönetmenin objektifi gibi her şeyi kaydediyor ve insanların üzerinde gezinmeyi sürdürüyor. Nihayet Beckett beliriyor ve Genet’yle söyleşi başlıyor. Bir yerde Godot’yu Beklerken’in hangi saik ile yazıldığını da öğreniyoruz:
“Beckett: Dinleyin, Jean, ben burada Tanca’da, eski deyimle sayfiyedeyim. Kısacası denizden ve güneşten yararlanmak için, gevşemek için geldim. Bana tiyatrodan, edebiyattan, teoriden söz etmezseniz sevinirim. Tiyatro üzerine hiçbir teorim yok. Tiyatroyu bilmiyorum. Hiç gitmem, kendi piyeslerim üzerine de hiçbir fikrim yok. Şu Godot’yu yazdım, nedendir bilmem başarılı oldu. Bir hata ya da yanlış anlama olduğunu düşünmek için çok nedenim var...” Sonrasında Beckett, Godot’yu eğlenmek için yazdığını söylüyor. Kendisini tüketen romanların ağırlığından kaçmak için bir firar anında piyesin belirdiğini öğreniyoruz. Uyumsuz veya absürt, bu dil’in neye karşılık geldiğini, Beckett’ın nihilist veya ‘avangart ustası’ olarak nitelenmeye de ironik bir itirazı oluyor. Genet’yi tatmin etmiyor bu açıklama, Beckett’ın hiçbir fikrinin olmamasını anlamlı bulmuyor. Beckett’ın paraya ve Fransız kimliğine ilişkin düşünceleri izliyor bunu. Ve bir ‘oyun’ başlıyor.
Genet’nin Filistin’de Gördükleri :
İkinci sahnede kahve boşalmıştır. Godot’yu Beklerken’in son sahnesini Arapça tekrarlayan oyuncular görüyoruz. Beckett’ın Genet’yi daha çok hırpaladığına tanık oluyoruz. Dördüncü sahnede, Genet’nin Kara Eylül katliamlarının hemen ardından Filistin mülteci kampları ziyaretinin akabinde, Filistinlilerin uykuda öldürüldüğü Sabra ve Şatila kampına gidişinden sonraki bir gelişmeden söz ediliyor: “Claude Mauriac, Figaro’da bana bir sayfa ayırmıştı. Ona şöyle dedim: ‘Ben edebiyattan asla söz etmem. Sayfanızı Filistin’de kendi gözlerimle gördüklerimle dolduracağım. Çocukların susuzluktan öldüğü kamplarda, annelerin onları ağlamadan gömdüğü, çünkü acıları öyleydi ki, bu kadınları gözyaşları bile teselli edemiyordu, evet, bu kamplarda gördüklerimi. Bunun üzerine Claude bana, o yumuşak, nazik sesiyle şöyle dedi: (Taklit eder) ‘Hayır Jean, yapamam...’”
Tanca’da Bir Çay’da böylesi konuşmalar kitap boyunca sürüyor. İsrail, Lübnan saldırılarında insanların evlerini başlarına yıkarken, gazetelerindeki köşelerinde yemek tarifleri ve moda trendleri yazan, tarihin çöp sepetinde gizlenmiş arkaik konuları eveleyip geveleyen ediplerin kulakları çınlasın! Sel Yayıncılık’a ve Işık Ergüden’e Jelloun’un bu kitabını bize ulaştırdıkları için teşekkür borçluyuz. ALINTI