Sunday, May 12, 2013

Sivil Toplumu Yönetmek / Devlet İktidarı Kuramına Doğru (Mark Neocleous)

mark-neocleousBu kitap, devlet kuramına dönük önemli çalışmalarıyla uluslararası planda tanınan ve İngiltere’de Brunel Üniversitesi Siyaset ve Tarih bölümünde ders veren Marc Neocleous’un devlet kuramıyla ilgili en derinlikli çalışması olarak göze çarpıyor.
Daha Giriş bölümünün ilk cümlesinde “bu kitap devlet kuramına ilişkin Marksist bir yaklaşım önermektedir” diyerek iddiasını çıplak biçimde ortaya koyan Neocleous, bugüne dek Marksist bir devlet kuramı inşa edilemediğini ve bunu inşa etmek gereği üzerinden yola çıkıyor. Marksist devlet kuramına ilişkin yaklaşımların, tüm tarihsel süreç boyunca büyük çalkantılar geçirdiğini ileri süren yazar, bu çalışmasında bir yandan devleti ve sivil toplumu bağlamından tamamen kopartan yapısalcılık ve sonrasında gelişen “post” akımlarla hesaplaşmaktadır. Ancak “bu çalışma, hem devleti, hem de sivil toplumu birlikte dikkate almamız gerektiğini ileri sürerek, Marksizm içinde bu ayrımı görmezden gelen ya da kabaca ekonomistik altyapı – üstyapı modeline indirgeyen belirli geleneklerden de ayrılır.”
Neocleous kitabında Hegel’i yeniden yorumlamakta; Gramsci’nin olumlu katkılarını eleştirel bir süzgeçten geçirmekte; Foucoult, ve Althusser’e yönelik önemli eleştiriler yöneltmekte ve konuya ilişkin pekçok düşünürü ele alarak, onları yeniden anlamlı bir çerçeveye oturtmaktadır.
Siyaset bilimi, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi ve Marksizmle ilgilenen herkesin kütüphanesinde bulunması gereken bir kitap…
Kitap adı: Sivil Toplumu Yönetmek / Devlet İktidarı Kuramına Doğru
Yazar: Mark Neocleous
Çeviren: Bahadır Ahıska
Yayınevi: NotaBene

Sıkıyönetim kanunu nedir? Tutuklular ve olağanüstü halin mantığı -Mark Neocleous

“Tutuklunun sosyal statüsünü bir köpeğinkine indirmek için otur, gel ve havla gibi dersler vererek başlandı. Tutuklu çok tedirgin oldu.”
Guantánamo gardiyanın günlüğü, 20 Aralık 2002
Tutukluk hali nedir? Terim, devletin sorgusuz sualsiz sayısız insanı gözaltına aldığı Dünya Ticaret Merkezine yönelik saldırıların ardından ortaya çıkan otoriterciliğin bir sonucu olarak yeni bir tanıma kavuştu. “Tutuklu” etiketi bu insanları hem hükümlü hem de “savaş esiri” statüsünden ayırmaya yarar ve serbest bırakılmaları ya da kendilerine yönelik muameleyi eleştirilmeleri için yasal manipülatif girişimlerin esası olmuştur. Bu tutukluların asıl meselesi, tutuklananların birçoğunun işkence gördüğü ve neredeyse hepsinin insanlık dışı muameleye tabi tutulduğu açık gerçeğini bir yana bırakırsak, liberal demokrasinin temel taşları sayılanlardan biriyle, mahkemeye çıkarılma hakkıyla ilişkili olmasıdır. Sorgusuz sualsiz gözaltına alınan tutuklu figürü, bu temel özgürlük hakkına ve bununla ilintili her türlü tutukluluk biçiminin hukukun üstünlüğüne riayet etmesi gerektiği inancına açıkça hakarettir. Tutukluluk hali, devletin temel insan hakları normlarını kaçınılmaz olarak geçersiz kılmasını gerektirir. Tutukluluk hali bu anlamda, liberal demokrasinin kendisini konumlandırmak istediği kanun türü (genellikle “totaliter” yönetim ya da “polis devleti” biçimleri) açısından kesinlikle esastır. “Tutuklu” kelimesi bize Fransızca détenus‘dan gelir ve asıl dayanak noktası on sekizinci yüzyıl Fransız “polis devleti”dir. Özellikle, daha geniş olarak “teröre karşı savaş” bağlamında düşünüldüğünde, tutukluluk hali aynı zamanda yönetim biçimini kontrol etmenin bir aracı olarak orduyu kullanan rejimleri andırır. Semptomatik bir şekilde tutuklular ordu tarafından kontrol edilen uzamlarda, kamplarda ya da hapishanelerde tutulur. Tutuklu, bir başka deyişle sıkıyönetim kanunun sembolik bir figürüdür.
O halde “tutukluluk hali nedir?” sorusu bir başka soruyu göz ardı eder: “Sıkıyönetim kanunu nedir?” Daha önemlisi, şimdi bu kadar çok insan, bir sıkıyönetim kanunu ilanı olmadan kendilerini gözaltına alan bu egemen kendilikler tarafından nasıl “tutuklu” olarak alıkonulabilmektedir? Gerçekten de bir yönetim biçimi olarak sıkıyönetim kanunu nedir? Bu noktada sıkıyönetim kanunun eleştirel soykütük tarihi yoluyla kanunun çağdaş mantığına uzanıyorum. Bu mantık ve soykütük, çağdaş kapitalist devletlerdeki kanunun doğası hakkında ilginç şeyler ortaya koyar. Bu kanunun, sıkıyönetim kanunun liberal demokrasilere uygun bir biçime dönüşümü içerdiğini varsayıyorum. İzini sürdüğüm şey kısmen sıkıyönetim kanunun liberalleşmesidir. Bu liberalleşme, liberal terimlerle daha kolay bir şekilde savunulan bir formda, sıkıyönetim kanunun uygulanacağı en önemli pratiklere olanak veren yeni kavramların (olağanüstü hal kuvvetleri ve milli güvenlik) oluşumuyla ortaya çıkmıştır. Sıkıyönetim kanunun tarihini yeni liberal otoriterciliğe bağlayan bu iki fikrin örtüşen bazı tema ve varsayımlarını birbirine bağlıyorum. Bu tür bağlar kurmanın arkasında yatan politik maksat güvenliğin eleştirisini daha ileri götürmektir. Bu, böyle bir eleştiri geliştirmekten ziyade, güvenlik konusundaki çoğu güncel tartışmanın liberal zeminini kabullenmeye meyilli sol açısından ivedi politik bir görevdir. “Hukukun üstün kılınması” amacıyla liberal taleplerin vurgulanması ya da özgürlük ve güvenlik arasında daha iyi bir “denge” ortaya konması çok daha fazlasının yapılmasını imkansız kılmıştır.[1]

Askeri Hukuktan Sıkıyönetim Kanuna

1830′lara kadar sıkıyönetim kanunu, askeri alandaki silahlı kuvvetleri yönetme usulleri, askeri hukukla eşitleniyordu. Terimin asıl anlamı bu yüzden kraliyet askeri ve yabancı düşmanlar üzerindeki yargı yetkisini kastediyordu. Örneğin 1628 Haklar Bildirisi, sıkıyönetim yasasını yalnızca askerlere uygulanabilir hale getirerek monarşik güçlerin suiistimalini sınırlamaya çalışmış ve bu nedenle Kraliyetin barış zamanı boyunca ülkede askeri hukuku uygulamaya hiçbir yetkisi olmadığını ileri sürmüştür. Aynı şekilde 1689 İsyan Hareketi, askerlerin sıkıyönetim mahkemeleri tarafından davalarının görülmesi ve cezalandırılmalarına imkan tanıdı ve kralın barış ve savaş sırasında ordunun idaresi amacıyla “sıkıyönetim ilan etmesine” olanak verdi. Hiç kimse sivillerin giderek bu kanuna tabi olacağını aklına getirmedi. Bu kanun on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda aynen kaldı.
Bununla birlikte on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kavram, yavaş yavaş yeni bir anlam kazandı. Yeni anlamın gerisindeki başlıca unsur, işgal edilen toprakların idaresinde giderek sıkıyönetim kanunun uygulanmasıydı. Britanya devletinin düzeni sağlamak için zaman zaman İsyan Kanunu yoluyla işin içinden çıktığı her toprak parçasında sıkıyönetim kanunu, giderek standart politik deneyim yeri olan sömürgelerde (1805 ve 1816′da Barbados, 1823′te Demerara; 1831-32 ve 1865′te Jamaika; 1837-38′de Kanada, 1817 ve 1848′de Seylan Adası; 1848-49′da Kefalonya; 1834-35, 1849-51 ve 1852′de Ümit Burnu; 1863′de Vincent Adası ve her fırsatta İrlanda’da[2] ) uygulanmaya başladı. Bu tür ilanlar arttıkça, sıkıyönetim kanunun bir tür hukukun askıya alınmasını içerdiği açıklık kazandı. 1838 Kanada Olağanüstü Halinin ilan edilmesinden sonraki hukuki bir mütalaada Kraliyet hukuk danışmanları, “Lort Hale tarafından ortaya konan sıkıyönetim kanunun doğrusu bir kanun olarak kabul edilmesinden ziyade müsamaha gösterilen bir şey olduğu” yorumunu yapıyordu.[3] Nisan 1851′de Seylan Adasındaki isyanın bastırılmasıyla ilgili Avam Kamarasındaki hararetli bir tartışmada, Wellington ve Earl Grey dükü, sıkıyönetim kanunu orduyu kumanda eden generalin istencinden ne fazla ne de eksik olduğu için, sıkıyönetim kanunun aslında yasa anlamına gelmediğinde hem fikirdi.[4] Bu tür iddialar, zamanın anayasal otoritelerinin kriz zamanlarında anayasal normların terk edilebileceğini tartışmaya başlamasıyla hiç kuşkusuz destek gördü. Yaygın bir okuyucu kitlesi olan Henry Halam Constitutional History of England eserinde şu yorumda bulunuyordu:
Herkesin korunmasının azınlığın yasal haklarının feda edilmesini gerektirdiği, gerçekten de acil tehlike anları olabilir; anayasal biçimlerin geçici olarak terk edilmesini mazur göstermenin yanı sıra bunu gerektiren koşullar olabilir. Fiili bir isyan sırasında sıkıyönetim ilan etmek ya da sivil yargı yetkisinin askıya alınması bütün hükümetler açısından olağandır.[5]
Başka bir deyişle sıkıyönetim kanunun ordunun yanı sıra düzeni korumak üzere ordu için kullanımında da uygulanabilir olması ve bazı temel özgürlüklerin askıya alınması fikri yaygınlık kazanıyordu.
Bunun bir benzeri, 1841′de devletin yazılı bir anayasayı benimsemesi için militan Rhode Island’lıların can alıcı tartışmasının etkilediği ABD bağlamında bulunabilir. Rhode Island’lıların halk egemenliği arzusu, bir anayasa tasarlayarak, bu anayasayı onaylamaya sunup daha sonra bunu ilan ederek halkın seçtiği bir sözleşmede birleşmelerine neden oldu. Otoritelerin buna yanıtı sıkıyönetim ilan etmek ve devlet milislerini seferber etmek oldu. Hiçbir haklı neden gösterilmeksizin yüzlerce insan tutuklandı ve net bir suç isnadı olmaksızın hapsedildi. Birçok Rhode Island sakini, ordu Amerikan tarihinde daha önce görülmemiş bir biçimde kullanıldığı için bunun fiili yasaya tabiiyet testini kesinlikle desteklemeyeceğine inanıyordu ve bu yüzden 1843′ün sonu 1844′ün başında iki dava açtıla
r. Davalardan birisi özellikle sivil otoritenin yerini ordunun almasının meşruluğuna ve yargı sürecinin kasıtlı askıya alınmasına odaklandı. Seyyar Mahkeme üstünkörü oturumlardan sonra davalara son verdi, ancak söz konusu mesele o kadar önemli sayıldı ki 1849′da Anayasa Mahkemesine götürüldü.
Müdahale yıllarında sıkıyönetim kanunun tanımıyla ilgili bir tartışma çıktı. 1846′da sıkıyönetimi askeri hukuktan ayırmaya çalışan ve olağanüstü hal koşullarında sivil kurumlar kapanıp bastırıldığında tek savunma aracı olarak anayasanın aslında sıkıyönetim kanuna müsaade ettiğini ileri süren William C. Dehart’ın Observations on Military Law ve John Paul Jones’un Treatise on American Military Laws isimli iki kitabı yayınlandı. Bu arada 1846′daki savaş, şu anda sözümona Amerikan kurumlarına yabancı ve görünüşte öz-yönetimden aciz epeyce “yabancı” bir nüfusu barındıran sendikanın büyüklüğünü neredeyse iki misli arttırdı. İster istemez şu soru gündeme geldi: Sıkıyönetim kanunu bu tür bir durumda ve böyle bir halka yakışık alır mıydı? Rhode Island davası 1849′da kararlaştırılana kadar, Yargıç Joseph Story 1842′deki durumun “son derece ivedi olduğunu ve Rhode Island yasama organının en olağanüstü kaçınılmaz direniş araçlarına karar verdiğini ve bu nedenle sıkıyönetim ilan ettiğini” iddia edebiliyordu. Joseph Story “Sıkıyönetim kanunun, orduya acele yetki verme maksadıyla genel hukukun askıya alınması olduğunu” öne sürmeye devam ediyordu. Dahası mahkeme, isyanın “bir savaş durumu” yarattığını ileri sürüyordu ve Yargıç Taney’e göre, “bir devlet silahlı bir ayaklanmayı bastırmak için kendi askeri gücünü kullanabilirdi.” Mahkeme ayrıca devletin kendisinin böyle bir kararda nihai söz sahibi olduğunu ileri sürüyordu. Mahkeme bu yüzden, bu tür hükümet eylemlerinin bir mahkemede sorgulanmaması gerektiğini ekleyerek, sıkıyönetim ilanının Rhode Island ayaklanmasını bastırmak için münasip olduğuna karar verdi.[6] Bu hüküm -Luther’in ilk olarak evinde aramaya ve tutuklanmaya karşı çıktığı Luther-Burden davasından sonraki Luther hükmü- 1830′ların başından beri gerçekleşen bir süreci doğrulayarak, Amerika’da sıkıyönetim kanuna ilişkin anlayışı değiştirdi: Sıkıyönetim kanunu artık bir tür olağanüstü hal krizini meydana getirdiği düşünülen durumlarla ilgili ayrıcalıklı hükümet güçlerinin oluşturulmasını ima ediyordu. İsyanlar bir savaş biçimi meydana getirdikleri için, sıkıyönetim kanunun uygun hale geldiği temel özgürlüklerin askıya alınabildiği bir tür krizi biçimlendirmeleri gerekir. Bu sav o zamanlar ulusal düzeyde kolayca uygulanabilirdi. Neticede Lincoln yönetimi ve yirminci yüzyıl boyunca sıkıyönetim kanunun Luther hükmü içerisinde uygulamaya konduğu görülür.
O halde on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan sıkıyönetim kanunun mantığı ve odak noktasıyla ilgili muazzam bir tarihsel dönüşüme, devlete “kamu güvenliği ve düzenin” tehlikede olduğunun düşünüldüğü durumlarda özel, anayasal olarak saptanmış güçleri kullanma hakkı tanıyan bir dönüşüme tanık oluyoruz. Bu dönüşümün bir benzeri, medeni hukukun içerisindeki “örfi idare” anlayışında oldu. Örfi idare kendi emsali olarak hem Roma diktatörlüğünü hem de kuşatılmış bir kalenin komutanına verilmiş mutlak yetkili güçlerin tarihini seçti. Ancak on dokuzuncu yüzyıl boyunca kavram askeri alandan politik alana kaydı ve olağanüstü kriz dönemlerinde sivillere uygulanabilir oldu. Örneğin 1815 Ek Sözleşmesi, genel istisna halini tanımlamak için “örfi idare” terminolojisini benimserken, 1800 Fransız anayasası “devletin güvenliğinin icap ettiği” zaman ve yerlerde sivil özgürlüklerin ve hakların askıya alınmasına imkan tanıyordu. Ancak asıl değişim Paris’te 1848 Haziran ve Ekim ayları arasında örfi idarenin dayatılması ve bu tür devletleri çevreleyen meseleleri düzenlemeye çalışan 9 Ağustos 1849 tarihli yeni bir “Örfi İdare Kanunu”yla başladı. O zamana kadar hukuka içkin olan mantık, örfi idarenin sıkıyönetim kanununki gibi benzer süreçleri (yasama ve yargı organıyla karşılaştırıldığında yürütme gücündeki artış ve gözaltına alma yetkisini içeren temel özgürlükler ile hakların askıya alınması) gerektirdiği yönündeydi. Sıkıyönetim kanunun gelişimiyle birlikte “örfi idare”, giderek düşman güçlerle daha az askeri mücadelelere ve daha fazla iç karışıklık sorunlarına değinerek, yavaş yavaş askeri üsluptan politik bir üsluba kaydı.[7]
Hem sıkıyönetim kanunu hem de örfi idarenin tarihi, devlet yapısındaki ordunun düzenlenmesinden devlet adına bütün toplumsal düzenin ordu tarafından düzenlenmesine geçişin tarihidir. “Sıkıyönetim kanunu” ve bununla ilişkili “örfi idare”, askeri gücün iç yönetişim yönetmeliğinden temel özgürlük ile hakların ve hatta kısacası hukukun askıya alındığı toplum nezdinde, askeri gücün kullanımı yönünde bir rasyonalizasyona geçer. Bu birkaç kilit davayla gösterildiği gibi, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar rahat bir şekilde yürürlükte kaldı. 1902′de Kraliçenin Hukuki Danışma Kurulu Ex Parte D.F. Marais, savaş çok yayıldığı ve olağanüstü hal koşulları çeşit çeşit olduğu için, sıkıyönetim yasasının ancak sıradan mahkemeler artık maddi olarak işlevsel olmadığında başvurulabilir olduğuna karar verdi. Law Quarterly Review‘da yazan Fredrick Pollock’a göre, “sıkıyönetim kanunu, ülkede savaş olduğunda devletin korunması zorunluluğuyla yapılan eylemlerin” adı olduğunda; yargı, “sıkıyönetim kanunun askeri hukukla benzer ya da mantıksal olarak bağlantılı olduğu yönündeki temelsiz fikri canlı tutmaya” çalışıyordu.[8] ABD’de Vali Peabody 1903 ve 1904′de, ihzar emrini askıya alarak, sokağa çıkma yasağı uygulayarak ve madenci sendikasının başkanı Charles Moyer’i davası görülmeden hapsederek Colorado’da sıkıyönetim ilan etti. Moyer özgürlükten mahrum edildiğini ileri sürerek, davası görülmeden hapsedilenler için tazminat davası açtı. Moyer-Peabody (1909) davasında Anayasa Mahkemesi, valinin haklı olarak nihai hakim olduğunu ve özgürlük yönündeki her türlü bireysel hakkın anın gerekliliklerine tabi olması gerektiğini öne sürerek, kararın reddini olumladı. Mahkeme böylece 1849 Taney hükmünün büyük kısmını bağlayıcı yasaya dönüştürdü.[9]