Thursday, July 26, 2012

“Doğunun Limanları”nda bir küçük hayat

Resmi tarih kitapları şan ve şöhretleri büyük kitleler tarafından tanınmış büyük adamların hikayeleriyle doludur. Siyasi veya askeri önderlerin, devrimcilerin, kaşiflerin, bilim adamlarının… Neredeyse herkesin kahramanıdır onlar. Sıradan olmayanın peşinde koşmuş, sıradan olmayan şeyler yapmışlardır çünkü. Edebiyat ise tam tersine kalabalıkların sıradan bir parçası olan, yalnızca kendi küçük dünyalarında kurban veya kahraman olma potansiyelindeki küçük adamların hikayeleriyle örülü bir dünya sunar okuyucuya.

Edebiyat kahramanlarının hayatları gösterişsiz ve sadedir. Ancak asla durağan değildir. Bazen yaşadıkları hayatın kurbanı olurlar, bazen de birilerince kahraman ilan edilirler. Hayatın keskin iniş çıkışlarını dolaysız olarak deneyimlerler. İçine sığınacakları veya ardına saklanacakları gösterişli apoletlerden yoksundurlar çünkü. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un Doğunun Limanları adlı romanı, parçası olduğu kalabalıktan ancak yüzündeki saf heyecanı ve masum çizgileriyle ayırt edilebilen eski bir Fransız direniş örgütü üyesinin büyük ölçüde savaşla şekillenen inişli çıkışlı hayatının öyküsüdür. Bazen kahraman, bazen kurban ama her daim insan bir genç adamın Beyrut, Hayfa ve Paris ekseninde gidip gelen hikayesi…
Adı İsyan. İki büyük savaşa tanık olmuş bir yüzyılda köklü bir Osmanlı ailesine Türk bir Osmanlı prensi ile Ermeni bir annenin üç çocuğundan ikincisi olarak doğar. “Bir insan hayatının doğumu ile başladığından emin misiniz?” sorusuyla anlatmaya başladığı hikayesi boyunca, asla kendi hayatının bağlı olduğu bu tarihsel gelenekten ayrı düşünülemeyeceğini aksettirir. O “devrimci” bir babanın “devrimci” olmakla mükellef büyük oğludur. Ondan bağımsız bir şekilde babasınca çizilmiştir yolu. Ancak İsyan’ın başka idealleri vardır. Taşıdığı ad bile ağır bir yüktür onun için. Bilindik şekliyle isyan etmek, devrim yapmak peşinde değildir; kendi deyimiyle “lider” veya “kahraman” olacak bir kişilik yapısı yoktur. Ona göre, devrim yapmak insan hayatı kurtarmaktır. Bu bakımdan evet o da “değiştirecektir dünyayı” ancak savaşarak değil, tam aksine iyileştirerek.. Ablasının da yardımıyla tıbbın da bir tür devrim yaratabileceği fikrine kani olmuş babasını henüz yirmi yaşında Fransa’nın Montpellier kentinde tıp tahsili görmek üzere terk eder. Baba evinden ayrılışı bir nevi kurtuluştur İsyan için. Kimden veya neden kurtuluş? Bunu şu sözlerle anlatır:
Kendi kendime işte mutluluk! demiştim. Başka bir yerde olma mutluluğu. Aile sofrasına oturmama mutluluğu! Ağız kalabalığı ya da bilgileri ile parlamaya çalışan davetliler yok! Baba gölgesi yok. Bakışlarıma, tabağıma, düşüncelerime dikilmiş bakışları yok! Mutsuz bir çocukluğum olmadı, yo hayır! Şımartılmış, yoksulluk çekmemiş! Ama bir bakışın ağırlığını sürekli üzerimde hissetmek. Muazzam bir sevgi, umut dolu bir bakış, ama aynı zamanda beklenti dolu bir bakış. Ağır. Tükendirici.
İsyan’ın idealindeki Fransa’da tıp tahsili görme fikri işte böyle ağır bir yükten kurtulmak ve özgürlüğe açılmak anlamına gelmektedir. Ancak hayat onu kendi arzuladığı türden bir özgürlüğe değil de babasının hayal ettiği türden bir özgürlük mücadelesinin içine taşıyacaktır. Kendini bir anda Özgürlük adlı bir Fransız direniş örgütünün içinde bulur. Nazi işgalcilerine ve işbirlikçi Vichy hükümetine karşı mücadele edecektir artık. Bir de savaş adı edinir: Bakü. Örgütteki görevi ise kuryeliktir. Kendi ifadesiyle, pek öyle önemli olmasa da, gerekli bir görev.
Sahte belge ihtiyacını karşılamak üzere irtibata geçtiği Kalpazan Jacques’in ofisinde, o anda farkına varamasa da hayatının kadınına rastlayacaktır İsyan. Clara adında ufak tefek, kısa kesilmiş simsiyah saçlı, her gülümseyişinde kapanan çekik yeşil gözlü genç kız İsyan’ın gözlerini esir alacaktır. Ofisteki bekleyiş sırasında ikili arasındaki diyalog savaşın gidişatı, kamuoyunun durumu, direnme ruhu ve birtakım parlak eylemlerin ötesine geçemez. Ancak o akşamı birlikte geçirecekler, geçmişe dair pek çok şeyden konuşacaklardır. Geleceğe dair ise neredeyse hiçbir şey konuşulmayacaktır. Savaş sayesinde kesişen iki hayat ve sonrasına dair koca bir belirsizlik…
Örgütü ele vermemek için gizli bir gemi yolculuğuyla döndüğü Beyrut’ta bir kahraman gibi karşılanır İsyan. Örgütteki konumu, mücadelesi daha o gelmeden çok önce dört yanına yayılmıştır kentin. Babasının rüyası gerçekleşmiştir bir nevi. Günlerini savaşa ve mücadeleye dair konferanslar vererek geçirir. Söylevlere alışmış bir halk, bu türden içi dolu ve alçakgönüllülükle yapılan konuşmaları en başta yadırgamış fakat zamanla benimsemiştir. Karşılıklı bir etkileşim başlamıştır İsyan ve dinleyicileri arasında. Bir yandan da henüz savaşın patlak vermediği bu görece sakin günlerde, kader ağlarını örmüş Clara ve İsyan’a bir şans daha vermiştir. Clara, bir röportaj için geldiği Beyrut’ta İsyan’ı bulmayı başarır. Bu ani ziyaret karşısında şaşkına dönen İsyan ne yapacağını bilemez bir halde sımsıkı sarılır Clara’ya. Bir defa daha her şeyi tesadüfler tanrısının eline bırakamayacağına karar verip, Clara’ya olan duygularını açıkça ifade eder. Aldığı olumlu yanıtla bir Müslüman ve bir Yahudi savaşa inat birleşmeyi başarır. Gerçek bir başkaldırı gerçekleşir.
Ancak 1948’de patlak veren Arap-İsrail savaşı, İsyan’ın kişisel savaşının da başladığı yıl olur. Babasının ölümcül hastalığı nedeniyle geldiği Beyrut’ta sınırın tamamen kapatılması sebebiyle esir kalan İsyan, Hayfa’daki hamile eşinden ayrı düşer. Karı kocanın ve doğacak çocuk ile babanın arasına geçit vermez bir sınır çizilir. Böylece geleceği asla öngörülemeyen bir ayrılık süreci başlar. İsyan savaş nedeniyle içine sürüklendiği ruh halini şu sözlerle ifade eder:
Ben, bu aşılmaz sınırın öbür yanında, dünyadaki en değerli varlığımı bırakmıştım. Yazgının karşısında, kedinin öldürmeden önce oynadığı fare gibiydim. Farenin, o anda, çıldırarak, kaçmayı beceremeyerek, bir çıkış yolu bulamayarak, kendi çevresinde dönüp durduğu söylenmez mi? Başkaları, savaştaki gelişmeleri izlemekteydi, ben değil. Kim kazanacak? Kim kaybedecek? Umrumda değildi. Kendi savaşımı, diğeri başladığı anda yitirmiştim.
Böylesi bir kayıp, sonu birilerince “delilik” olarak tanımlanan büyük bir ruhsal çöküntü sürecine sokacaktır İsyan’ı.. Uzun klinik yıllarının eşlik ettiği bir süreç. Çeşitli ilaçlarla uyuşturulduğu, bir kadavradan farksız yaşadığı uzun yıllar.. İçine kapatıldığı “Yeni Yol Malikanesi” adındaki modern klinik, “çitli bir ağıl”dan farksızdır İsyan’ın gözünde. Bakıcılarının birer hayvan terbiyecisinden, hastalarının da hapsedilmiş, zincirlenmiş hayvanlardan farksız olduğu bir ağıl. İsyan her ne kadar akıl sağlığını tam anlamıyla yitirmiş olmasa da, başeğmek veya isyan etmek arasında hür iradesiyle kendi kararını veremez bu yıllarda. Eylemsizliğe yazgılanmıştır. Sorumlusu ise uyuşturucu ilaçlardır. Tek yapabildiği umut etmek ve beklemek olur. Kızını beklemek, karısını beklemek, savaşın bitmesini beklemek, iyileşmeyi beklemek… Kabusa dönmüş bir hayatın mucizevi bir şekilde rayına oturmasını beklemek. Ya da Godot’yu beklemek… Ancak Beckett’in kahramanları Vladimir ve Estragon’unkinin aksine Godot’su gelmiştir İsyan’ın.. Öyle ya da böyle mucize gerçekleşmiştir, ama nasıl?
Okuyup görmeli.

Neşe Aksoy