Tuesday, July 24, 2012

Azınlıklar


Baskın Oran
İstanbul gayrimüslimlerinin öyküsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni Müslüman Türkleştirmenin ve ülkede bir “milli/Müslüman burjuvazi” yetiştirmenin öyküsüdür.
II. Mehmet 1453’te Bizans’ın başkentini fethetti ve onun hemen dibindeki Galata kolonisinin anahtarları Cenovalılar (Cenevizliler) tarafından kendisine sunuldu. Bir anda –Osmanlı Rumları ilk defa fethetmiyordu, ama– kendisini o zamana kadar görmediği yoğunlukta (uygarlık, vs.) bir gayrimüslim tebaaya sahip buldu. Kentin nüfusu, çok az miktarda Müslüman sayılmazsa tamamen gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu nüfusun azdan çoğa doğru genel bir dökümünü yapmak gerekirse: Ortodoksluğun bir kolu olan Süryaniler, “Romaniot” olarak bilinen Museviler/Yahudiler, genelde “Cenevizli” olarak bilinen İtalya yarımadası kökenli Katolikler, günümüzde “Gregoryen” olarak bilinen Ortodoks Ermeniler ve tabii ki İstanbul’a esas ekonomik, toplumsal ve kültürel rengini veren Grek Ortodokslar (Rumlar).
Sadece silaha dayanarak fetheden galipler, mağlupların kültürünü edinirlermiş. Bu kural  İstanbul’da tam anlamıyla işledi. Osmanlı, Rumlardan sayısız olumlu ve olumsuz kültür
öğeleri edindi: Harem-selamlık, kardeş öldürme, bürokratik yapı, devletin din üzerinde egemenlik sağlaması anlamında laiklik, vb.
Bu durumun yanısıra, imparatorlukta gayrimüslim oranının birdenbire artması fethin hemen ertesi yılı (1454) Osmanlı için yepyeni ve çok temel bir düzenin başlatılmasını gerektirdi:
Millet Sistemi. Tebaa “Millet-i Hâkime” ve “Millet-i Mahkûme” olarak iki temel bölüme
ayrıldı. Yani hüküm veren cemaat, Müslümanlar bir yanda; kendisi hakkında hüküm verilen
cemaat(ler), gayrimüslimler diğer yanda.
Bu terimlerden de anlaşılabileceği gibi, bu düzen tam bir “eşitsizlik” getiriyordu. Fakat aynı zamanda da, gayrimüslimlere çok ciddi bir “özerklik”. O kadar ki, patrikler ve hahambaşı gibi dinsel liderler, yönetim, eğitim, dindaşlardan vergi toplama ve hatta dinden çıkmaya kalkanları Sultan’a şikâyet edip cezalandırtmaya kadar çok sayıda özerk yetkiye sahip kılınmıştı. Çünkü başka türlüsü olamazdı. İmparatorluğun doruk noktasında toplam nüfusun 1/3’üne ulaşan gayrimüslimleri şeriat temelli hukuk kurallarıyla yönetmek mümkün değildi.
Zaten bütün gerçek imparatorluklar (Eskiçağ ve Ortaçağ) ulus-devlet ortaya çıkıp da
insanların ve cemaatlerin A’dan Z’ye her şeyine karışmaya başlayana kadar yaşamlarını bu
özerklik ilkesi üzerine kurmuşlardır.
Fakat, özerklik düzeninin ötesinde, Osmanlı bu insanları kadife eldivenle tuttu. Çünkü,
Anadolu’nun kıraçlığı ve o dönemde tarımın sadece “doyumluk” olduğu düşünülürse,
Osmanlı Müslümanı değer üretmiyordu. Müslümanlardan oluşan ordu (gayrimüslimler silah
taşıyamıyordu) ilkbaharda çıktığı seferlerle Güneydoğu ve Doğu Avrupa’nın artıdeğerini
yağmalayıp ve yönetimlerini haraca bağlayıp geri dönüyor, Osmanlı da onunla geçiniyordu
(zaten bu yüzdendir ki bu yayılma durduğu anda otomatik olarak gerileme başlayacaktır).
Oysa gayrimüslimler, Batı Avrupa tüccarı ile Doğu ve Güneydoğu Asya üreticisi arasındaki ticaret köprüsü ve ayrıca, sanatkâr ve zanaatkâr olarak yüzyıllardır değer üreten unsurlar olagelmişlerdi. Batı Avrupa tüccarının coğrafi keşifler sonucu (1492’de Amerika, 1498’de de Ümit Burnu yolu) ticareti artık buradan geçirmeyeceği korkusu ve gerçeğidir ki imparatorluğun en güçlü döneminde (Kanuni) en önemli kapitülasyonların verilmesine yol açacaktır (1536).
İşte bu nedenle Osmanlı politikası İstanbul gayrimüslimlerini hep iyi tutmaya çalıştı. Nitekim fetihten hemen sonra bugünkü Fener Rum Ortodoks Patrikliği’ni ferman çıkartarak ihya etti.
Arkasından, Bursa’daki Ermeni ruhani liderini 1461’de Samatya’ya getirterek patrik ilan etti (Patrikhane 180 yıl sonra Kumkapı’ya geçecektir). Yine arkasından, 1493’te İberya
yarımadasına gemi yollayarak buradan kovulan “Sefarad” Yahudilerini Selanik ve özellikle
de İstanbul’a yerleştirdi. Anadolu’daki gayrimüslimler de zaman zaman İstanbul’a göçürülmüşlerdir.
Bizde çoğu insan bütün bunları “Osmanlı’nın hoşgörüsü”ne yorar. Oysa bütün olay
imparatorluğun atardamarları olan ticaret, sanat ve zanaatı kesintiye uğratmama çabasından ibaretti. Tabii bu arada Osmanlı’nın geleneksel denge politikası İstanbul içinde de sürdürüldü:
Tek bir gayrimüslim cemaatin tekel sahibi olmaması için üçü birden güçlendirilmişti.
Osmanlı’nın yıkılıp yerine 1923’te bir “ulus-devlet” kurulması üzerine durum tam tersi yönde değişti.
 “Ulus-devlet”, yaratmaya giriştiği ulusun tek bir etnik/dinsel/kültürel birimden olduğunu farz eden devlet türüdür. Tabii, böyle bir durum olmadığı için de ulus-devlet onu bir biçimde gerçekleştirmeye girişir. Bunun için iki temel yöntem kullanır: Asimile edebileceğini asimile etmeye koyulur, edebileceğini gözünün kesmediğini de kovmaya çalışır. Din’in kimlik saptamada tek unsur olduğu bir ortamda Türk ulus-devleti de Türk olmayan Müslümanlar için (Boşnaklar, Çerkesler, Kürtler, Araplar, vb.) birinci, gayrimüslimler için de ikinci yöntemi kullanacaktır.
Hemen aşağıda, gayrimüslimlere Türkiye’yi terk ettirme amacını taşıyan devlet politikası
özetlenecektir. Hatırlatmak gerekir ki, bu politika toplumsal gücünü ve esprisini, yukarıda sözü edilen Millet-i Mahkûme’nin eşitsizliği ilkesinden almıştır. Buna iki unsur daha katkıda bulunmuştur. Birincisi, laik ulus-devlet’in dinsel cemaat özerkliğine tahammülü olmaması, ikincisi de azınlıkların (özellikle Rumların ve Ermenilerin) yabancı devletlerin Beşinci Kol’u olarak hain, hatta bizzat “yabancı” oldukları varsayımı. Yani, Osmanlı’dan TC’ye geçişte “özerklik” unsuru tamamen kaldırılırken “eşitsizlik” unsuru korunmuş ve üzerine de “tehlike” unsuru eklenmiştir. Bu ortamda İstanbul’un gayrimüslimleri yavaş yavaş eriyeceklerdir.
Eritileceklerdir.
Eritileceklerdir ama, gayrimüslimlerin temel işlevi, yani ekonomi ne olacaktır? Birinci
paragrafa dönüyoruz: Ulus-devlet bunların yerine Türk ve Müslüman bir burjuvazi yaratmaya girişecektir. Bu zaten İttihatçılardan beri süregelen temel politikadır. Bundan dolayıdır ki bu süreç İstanbul gayrimüslimlerinin üzerine bir çizgi çekmek anlamına gelecektir. Şimdi bu süreci görelim.
Aşağıda sözü edilecek baskılar yalnızca devlet tarafından yapılmış veya devlet destekli
baskılardır. Halk tarafından spontane olarak yapılmış ihlaller, saldırılar vs. anlatılmayacaktır.
Diğer yandan, dikkate alınması gereken bir husus da, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kurulması,
anarşi dönemleri ve özellikle de Kıbrıs sorunu gibi konjonktürel unsurların bu hüzünlü süreci
tetikleyici ve hızlandırıcı rol oynamış olduğudur.
Baskılar:
Tümü de Lozan Barış Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” başlığı altındaki 37.-43.  maddelerinin ihlali niteliğinde olan bu baskılar şöyle özetlenebilir:
1) 1924’te çıkarılan Avukatlık Kanunu uyarınca İstanbul Barosu’na kayıtlı tüm avukatların
dosyaları “iyi ahlak” gibi öznel ölçütlere göre incelenmiştir. Bu arada Rum avukatların yüzde 75’inin, Ermenilerin ise yüzde 73’ünün mesleğe devam edemeyeceğine karar verilmiştir.  Müslüman avukatlar arasında bu oran yüzde 47’dir. Böylece Rum ve Ermeni avukatların sayısı eskiye oranla dörtte birine inmiştir.
2) 1924’te Kayserili Karahisarlıoğlu ailesinden Keskin Piskopos Vekili Pavli’nin (I. Papa
Eftim, Zeki Erenerol) “Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi”, Fener’e rakip olarak
desteklenmiştir. Cemaati birkaç yüzü aşmayan bu kilisenin Galata’da Fener’e ait üç kiliseye el koyması sağlanmıştır. Fakat Erenerol ailesinden ibaret bu kuruluş özellikle 1940’lardan sonra unutulmaya terk edilecektir.
3) 1920’lerde ve 30’larda yarı resmî Türk Ocakları liderliğinde “Vatandaş, Türkçe Konuş!”
kampanyaları düzenlenmiştir. Sokaklarda gayrimüslimlere müdahale edilmiştir. 1940’larda
bir milletvekili TBMM’de şöyle demiştir: “Evlerinde istedikleri dili kullanabilirler… Fakat
umumi yerlerde… Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen, Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide et me.”
4) Şubat 1925’ten 1932’ye kadar süren idari bir yasakla, gayrimüslimlerin İstanbul il sınırları dışına izinsiz çıkmaları engellenmiştir. Bu yasak, özellikle Anadolu’ya mal satan gayrimüslim toptancı tüccarı sarsacaktır.
5) 1925 sonunda Medeni Kanun’un yapılması üzerine Rumlar başta olmak üzere İstanbul’un bütün gayrimüslimleri Lozan’ın 42/1. maddesiyle kendilerine tanınmış “gelenek ve görenek” ayrıcalıklarından (özellikle de kilise nikâhından) vazgeçmeye zorlanmışlardır. Bunun için tutuklamalara girişilmiştir. Yahudiler hemen, Ermeniler epey direndikten, Rumlar ise çok direndikten sonra kabul etmişlerdir. Bu zorlamanın (ve sonucunun) hiçbir uluslararası ya da ulusal dayanağı yoktur ve azınlık hakları teorisine de aykırıdır.
6) 1926’da yabancı şirketler, personellerinin yüzde 75’inin Müslüman-Türk olması için idari baskıya maruz kalmışlardır. Yine 1926’da, 788 sayılı Memurin Kanunu memuriyete giriş koşullarında vatandaşlıktan hiç söz etmeyip “Türk olmak” şartını getirmiş ve gayrimüslimlere devlet kapısını kapatmıştır. Çünkü devlet için “Türk vatandaşı” ve “Türk” terimleri farklı anlamlar taşımaktadır (nitekim 1924 Anayasası’nın 88. maddesi “…vatandaşlık itibariyle Türk denir” demektedir. Bu şart ancak 1965’te “Türk vatandaşı olmak” biçiminde
değiştirilecek, fakat pratikte bir şey fark etmeyecektir. 2008 itibariyle, sanat (ör. opera) ve bilim (üniversite) dışında Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslim memur yoktur. 1940’ların sonuna kadar Avrupa’ya öğrenci olarak gitmek, veteriner okuluna girmek, özellikle de askeri okullara girmenin şartı duruma göre “Türk olmak”, “Türk soyundan olmak”, hatta “Türk ırkından olmak” olarak kalmıştır.
7) 1927’de çıkarılan 1151 sayılı yasanın 14. maddesiyle, İmroz ve Bozcaada’daki Rum
okullarında Rumca tedrisat yasaklanmıştır. Bu yasak Demokrat Parti gelince 1952’de 5713
sayılı yasayla kaldırılacak, 1964’te İsmet İnönü hükümeti gelince 502 sayılı yasayla tekrar
konacaktır. Zaten arkasından 1960’ların sonunda, aşağıda sözü edilecek 1936 Beyannamesi
uygulaması başlatılarak bu iki adadaki Rum köylüler Yunanistan’a gitmek zorunda bırakılacaktır.
8) 16 Mayıs 1929’da çıkartılan 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları
Kanunu’na (ve Nizamnamesi’ne) göre, borsa acentesi kurucusu ve çalışanlarının Türk
vatandaşı değil, “Türk olması” gerekmektedir. Gayrimüslim işadamının önüne çıkarılan bu
engeller yaklaşık aynı tarihlerde “Vatandaş Türk Malı Kullan” kampanyalarıyla devam edecek, sonradan “Vatandaş Yerli Malı Kullan” biçimini alacak bu kampanyalar Kıbrıs sorununun etkisiyle 1950’lerde “Türk olmayanlardan alışveriş etmeyin” kampanyalarına dönüşecektir.
9) 1930’da Yunanistan’la yapılan ve iki taraf vatandaşlarına da serbest dolaşım, ticaret ve ikamet hakkı getiren uluslararası antlaşmadan hemen sonra, 4 Haziran 1932’de onaylanan 2007 sayılı yasayla kapıcılıktan şoförlüğe ve konsomatrisliğe kadar çok sayıda meslek “güvenlik nedenleriyle” Türk vatandaşlarına tahsis edilmiştir. Bu yüzden, 19. yüzyıl sonundan beri Yunan uyrukluğunda bulunan kimi İstanbullu Rumlar başta olmak üzere binlerce insan Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu, özellikle Rumların ilk toplu gidişidir.
10) 1934’te Trakya illerindeki Yahudiler tek parti CHP’nin il örgütlerinin desteğinde
tehditlere ve tecavüzlere uğramışlar, evlerini ve işyerlerini terk ederek İstanbul’a
sığınmışlardır. Aslında 1923’ten beri süregelen bu tacizler Yahudileri İstanbul’da da takip
etmiş, basında Türk tüccarların bir araya gelip örgütlü şekilde Yahudilere karşı mücadele
etmelerini isteyen yazılar çıkmaya başlamıştır. 14 Temmuz 1934 tarihli bir hükümet bildirisi,
 “Yahudilerin yabancı dil ve harsta kalmakta ısrar ettikleri ve içlerinde demilitarize
mıntıkalarda memleketin emniyeti için zararlı ve casus adamlar bulunduğu hakkındaki zanlar
mevcuttur” denmektedir.
11) Mayıs 1941-Temmuz 1942 arasında İstanbul ve Trakya’daki gayrimüslim erkeklerin 18- 45 yaş arasında olanları, askerliklerini yapmış olanlar da dahil, askere alınmıştır. Buna “Yirmi Kura İhtiyatlar Olayı” denir. Bunun ilk sinyali, Kasım 1940’taki bir CHP grup toplantısında “…tehlikeli unsurları Anadolu’ya transfer etmeliyiz. Bu unsurların terk ettiği evleri, özellikle Beyoğlu’ndakileri, Türklere vermeliyiz… Türklerin kanını emen bu unsurlar en güzel evlerde otururken…” diyen Kâzım Karabekir’den gelmiştir. Bu insanlar, silahsız olarak “amele taburları”na yol inşaatı için gönderilmişlerdir.
12) 11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi kanunu gayrimüslimlere en büyük darbeyi
vurmuştur. Vergi, kanunda bulunmayan M (Müslüman), D (dönme), G (gayrimüslim) ve E
(ecnebi) kategorilerine, yani din esasına göre alınmıştır ve itirazı yoktur. Fahiş ve eşitsiz
vergileri ödeyemeyen, tümü İstanbullu gayrimüslimlerden oluşan ilk kafile Ocak 1943’te
Erzurum Aşkale’de taş kırmaya doğru yola çıkmıştır. Verginin gayrimüslim vatandaşları
“yabancı” olarak algıladığı Başbakan Saraçoğlu’nun 16 Ocak 1943 tarihli Times gazetesine
verdiği şu demeçte açık biçimde görülmektedir: “…Bu memleket tarafından gösterilen
misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçan kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle tatbik edilecektir.” Miktarı varlıklarını bile aşan vergileri ödeyemeyenlerin işyeri ve evleri, eşyalarıyla birlikte yok pahasına satılacak, Müslüman tüccar tarafından alınacaktır. Türkiye’de gayrimüslimden Müslüman’a en büyük sermaye “transferi” budur.
13) Selanik’teki Atatürk evinin bahçesine bir MİT ajanı eliyle attırılan ses bombası İstanbul ve İzmir’de Levantenler (gayrimüslim mukim yabancılar) dahil bütün gayrimüslim evlerinin, işyerlerinin, kiliselerinin, hatta mezarlıklarının 6 ve 7 Eylül 1955’te tahrip edilmesi ve yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. Ölümlere ve tecavüzlere de yol açan bu olaylara polis aldığı talimat gereğince tamamen seyirci kalmıştır. “Pogrom” terimine tam uyan 6-7 Eylül’den sonra dışarıya ciddi bir gayrimüslim göçü olmuştur. Kıbrıs olayının Türk-Yunan ilişkilerini zehirlemesinin de başlangıcı ve başlıca hadisesi olan 6-7 Eylül’ün acısı Yunanistan’daki Batı Trakya azınlığından çıkarılacaktır.
14) 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, Londra ve Zürih anlaşmaları yeni imzalanıp
Yunanistan’la ilişkiler düzeldiği halde Aralık 1962’de gizli bir kararnameyle “Azınlık Tali
Komisyonu” kurulmuştur. Türkiye gayrimüslimlerinin yaşamı bundan sonra daha
zorlaşacaktır. Ancak Ocak 2004’te yine gizli bir kararnameyle kaldırılacak (veya “Azınlık
Sorunlarını Değerlendirme Kurulu”yla değiştirilecek) olan bu kuruluş zamanında, Aralık
1963’te Kıbrıslı Türklere yaşatılan kanlı olayların da etkisiyle, Türkiye’de gayrimüslimlere
karşı özellikle eğitim alanında yasadışı mukabele bilmisiller başlamıştır.
Azınlık okullarında ilk defa Şubat 1937-Ağustos 1949 arasında yaşanan “Türk müdür
yardımcısı” uygulaması 1962’de yeniden uygulamaya konmuştur. Bu görevli Haziran 1965’te çıkartılan 625 sayılı kanunda “Türk asıllı ve TC uyruklu” olarak tanımlanmaktadır ki, bu tanım ancak Şubat 2007’de 5580 sayılı yasayla kaldırılacaktır.  Kasım 1964’te 3885 sayılı genelge çıkartılarak Rum okullarında sabah duası yasaklanmıştır.
Fener’in 1672’den beri faaliyette olup yalnızca ilahiyat kitapları basan basımevi “ancak özel
ve tüzel kişiler basımevi kurabilir” gerekçesiyle kapatılmıştır. Temmuz 1971’de Fener’e bağlı
Heybeliada İlahiyat Okulu “özel üniversite kurulamaz” gerekçesiyle kapatılmış ve sonradan
özel üniversiteler açıldığı halde kapalı tutulmuştur.
1968’den 2000’lere kadar kimliğinde Rum, Ermeni gibi nitelikler yazılmamış çocuklar azınlık
okullarına kaydedilememiş, mahkeme kararıyla sonradan yapılan düzeltmeler de kabul
edilmemiştir. Lozan’ın 40. maddesinin açık hükmüne rağmen okul açmalarına izin
verilmeyen Süryanilerin çocuklarının da Rum okullarına kaydı 2000’lere kadar
yasaklanmıştır. Öğrencilerin oturdukları çevre dışındaki başka bir okula kaydedilmesi
önlenmiş, böylece kimi okullar öğrencisiz kalarak kapanmıştır. 1980’den itibaren de
gayrimüslim azınlık okullarında müdürün pratikte bir yetkisi kalmayacak, maaş bordrolarının
imzalanması dahil yetkiler “Türk müdür yardımcısı”na verilecektir.
15) Kıbrıs yüzünden girişilen en radikal resmî eylem, 1930 antlaşmasının tek taraflı olarak 1964’te feshedilmesi sonucu, Yunan uyruklu İstanbullu Rumların yanlarında yalnızca 200 dolarla, mal varlıkları ve banka hesapları da bloke edilerek sınırdışı edilmesidir (bu mal varlıkları ancak 1988’de iade edilecektir). Sayıları 12.000 olan bu insanlarla birlikte, akrabaları olan gayrimüslim Rum vatandaşlar da gidecektir. Bu, ikinci ve büyük gidiştir.
Bundan sonra İstanbul’da Rum neredeyse kalmayacaktır. 1974’teki Kıbrıs çıkartması bu süreci tamamlayacaktır. Bunun da acısı yine Batı Trakya’daki azınlıktan çıkacaktır.
16) Gayrimüslimler üzerinde çeşitli yöntemlerle uygulanan dinsel baskılar 1971 ve 1980
darbeleri sırasında artmış, 1990’dan sonra azalarak devam etmiştir. Ekim 1993’te Ermeni
okullarında müfredat dili olarak Ermenice M.E.B. tarafından yasaklanmış, din dersinin bile
Türkçe okutulması istenmiştir, fakat ortam daha farklı olduğundan kamuoyu tepkisiyle yasak
kısa sürecektir. 1998’de Ermeni patriği seçimleri aylarca engellenmiş, fakat sonunda yapılmıştır.
Bununla birlikte 2005’ten sonra yükselen “Sevr Paranoyası”nın sürüklediği Batı
düşmanlığının bir görünümü olarak, İslami propagandanın yasak olmadığı laik Türkiye’de
Hıristiyanlık propagandasına müdahale başlamıştır. Hıristiyanlık literatürü dağıtmak ve
Protestanlığı yaymak nedeniyle misyonerler mahkemeye verilmiş, ayrıca kendilerine
“Türklüğe hakaret”ten davalar açılmıştır. Hıristiyanlığı “tehdit” sayan bu resmi atmosferden
cesaretlenen kimileri, Hıristiyanlığa geçen çok az sayıda vatandaşa ve misyonerlere
2000’lerde saldırmaya başlayacaklardır. Bu arada gazeteci Hrant Dink, Ermeni diasporasını
eleştirdiği yazı dizisinin “Türklüğe hakaret” (TCK md.301/1) olarak yorumlanarak TCK md.301/1’den mahkûm edilmesinin ardından Şubat 2007’de gazetesi Agos’un önünde öldürülecektir.
17) En önemlisi, 1960’ların sonunda başlayan ve bugün hâlâ halledilmemiş olan bir gasp
sürecinden söz etmek gerekir. Bu süreç bir azınlığın ekonomik, toplumsal ve kültürel
kimliğinin temel direği olan vakıfları hedef almıştır. 1960’ların sonlarından itibaren devlet,
gayrimüslim vakıf mallarına bedel ödemeksizin el koymaya başlamıştır. Kullanılan yöntem,
“1936 Beyannamesi” olarak bilinir. O tarihte, İslamcı vakıfların mallarına el koymak isteyen
Atatürk bütün vakıflardan bir mal sayım beyannamesi istemişti. Bunun ardından kendisi
ölünce uygulamaya geçilememişti. Kıbrıs olayları alevlenince devlet Yunanistan’ı sıkıştırmak
için İstanbul’da kalmış Rumları da göçe zorlamak istemiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü
(VGM) bütün gayrimüslim vakıflarına bir yazı göndermiş ve vakıfnameleri istemiştir. Buna
göre, vakıfnamede “mal edinebilir” ibaresi yoksa, 1936 Beyannamelerinde bulunmayan
mallara el konacaktır. Oysa, bütün gayrimüslim vakıfları Cumhuriyet’ten önce padişah özel
fermanlarıyla kurulmuştur; vakıfnameleri bulunmamaktadır. Bu durumda VGM vakıfname
yerine re’sen 1936’daki mal sayımını geçirmiş ve bu tarihten sonra herhangi bir biçimde
edinilmiş mallara bedel ödemeksizin el koymaya başlamıştır.
Vakıfların mahkemeye başvurması üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kesin karar
çıkarmıştır: “Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz
mal edinmeleri yasaklanmıştır” (1971/2-820 Esas, 1974/505 Karar s. 08.05.1974 t. Karar).
Böylece, Türk adaletinin en yüksek organı gayrimüslim vatandaşların “yabancı” olduğunu
tescil etmiştir. Bu uygulama ancak 2001-2004 arası kabul edilen AB Uyum Paketleri’nde üç
kere üst üste çıkarılan yasalarla durdurulacaktır. Bununla birlikte, bu yasaların icabı 2008
yılına kadar yerine getirilememiştir. Sonunda, kaçınılmaz netice ortaya çıkmıştır: Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, Temmuz 2008’de Büyükada Rum Yetimhanesi konusunda Türkiye’nin mülkiyet ihlalinde bulunduğuna karar verdikten sonra birbiri ardına verdiği kararlarla, gayrimüslim vakıf mallarının iadesini veya tazminat ödenmesini istemeye başlamıştır. Son olarak Haziran 2010’da, Yetimhane’nin (tazminat ödenmek yerine)
mülkiyetinin Fener’e devrini istemiş olmakla, Patrikhane’nin tüzel kişilik sahibi olmasının
kapısını da açmış bulunmaktadır.
18) Yine 2000’lerde, çıkartılan AB Uyum Paketleri’ne rağmen Fener üzerinde çeşitli baskılar
devam etmiştir. Örneğin, mahkemelerde Patrik gayrimeşru çocuk sahibi olmakla, ayrıca
Bulgar kilisesine (Demir Kilise) müdahale etmek istemekle suçlanmıştır. Tamamen Ortodoks
ilahiyatına ilişkin bir sıfat olan Ekümeniklik devlet tarafından bugüne kadar sürekli reddedilmiştir.
Büyük oranda bu sistematik politikalar sonucu bugün İstanbul gayrimüslimlerden
boşaltılmıştır. Toplam nüfusun yaklaşık 13,5 milyon olduğu 1927 nüfus sayımında
gayrimüslimler 339.486 kişi, yani toplam nüfusun yüzde 2,5’iydi. Bugün genel nüfus 72
milyona yükselirken bu insanlar 100.000 civarındaki nüfuslarıyla on binde 13,88’e, yüzdeyle
söylersek % 0,0014’e düşmüşlerdir. Bu korkunç bir düşüştür ve bu insanlar hâlâ “tehlikeli”
ilan edilmektedirler. Büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin tahminen
60.000 kadarı Ermeni (temelde Gregoryen, ayrıca Katolik ve Protestan), yaklaşık 23.000’i
Yahudi, yaklaşık 20.000’i Süryani, yaklaşık 2000’i Rum Ortodoks, bir miktarı da Bulgardır.
Fakat, son yıllarda gayrimüslimlere şimdiye kadar yapılan haksızlıkların düzeltilmesi
açısından olumlu çabalar göze çarpmaktadır. Son olarak Mayıs 2010’da çıkarılan ve bir ilk
olan Başbakanlık Genelgesi önemlidir. Burada, “… devlet önündeki iş ve işlemlerinde
kendilerine güçlük çıkarılmaması, haklarına halel getirilmemesi, ilgili mevzuat gereği olduğu
gibi, devletimizin ve Türk ulusunun bir parçası olduklarının kendilerine hissettirilmesi”
denerek, gayrimüslim vatandaşların çeşitli açılardan gözetilmesini istemiştir. Nefret söylemi içeren yayınların engellenmesi, gayrimüslim vakıflarının tapu dairelerindeki işleri, cemaat liderlerinin protokole dahil olması ve mezarlıklarının korunması, bu meyanda söz konusu edilen hususlar arasındadır.
Son iki yıl içindeki bu olumlu gelişmelere rağmen, artık İstanbul’un (Türkiye’nin)
gayrimüslim insanları, geriye dönüşünün muhtemelen olmadığı bir yok olma tablosundan
kurtulamamıştır. Genellikle üst kültürden olan bu İstanbul azınlıklarının yerini, “Tabiat
boşluk kabul etmez” kuralı gereği Anadolu’nun kırsal alanlarından göç eden Müslümanlar
doldurmuştur. Olayın İstanbul kenti açısından sonucu budur.
Türkiye açısından sonuçları ise çok çeşitlidir: 1) Devletin kendi vatandaşına yaptığı bu
muamele bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan insanları milliyetçilik icabı söküp atmış, bu insansal tablo Türkiye’ye ciddi uluslararası prestij kaybettirmiştir; 2) Ekonomide hiçbir tecrübesi (ve yüzlerce yıl tarafından biçimlenen yeteneği) olmayan bir burjuvaziyi “tam bağımsızlık” amacıyla sıfırdan yaratmak, Türkiye’nin sınaileşmesini ve kalkınmasını en azından yarım yüzyıl geciktirmiştir; 3) Bu “pahalı” milliyetçilik bu amacına da ulaşamamıştır.Çünkü kârın maksimizasyonu uluslararası ekonomiye eklemlenmeyi gerektirdiği anda, burjuvazinin “milli” olanı veya olmayanı diye bir ayrım ortadan kalkmaktadır