Thursday, March 22, 2012

Dağın Ardına Bakmak


‘Kürt sorunu’nu anlamak açısından bu hikayelerin öneminden bahsedebilir misin?
Kürt sorunu ve PKK’yı ayırmakta fayda var. PKK yaşanan sorunun sonucu.
Bütün bu insanlar, tabanını oluşturan kesim bir adanmışlıkla PKK’ya yöneliyor.
O insanları dağa çıkaran sebepler nedir sorusunun cevabını vermeye çalışıyor kitap.
Ne kadar başarılı olduğunu okuyanlar takdir edecek.
Her şeyden önce o insanların dünyasını tanımıyoruz.
Nasıl bir dertleri var?
Kimlik sorunu diyoruz ama bu soyut bir kavram.
Kimlik nedir?
Bana kalırsa en temelde dili anlıyorum.
Kürt sorunu en temelde, Kürtçenin bastırılması ve yok sayılması sorunudur.
Bu yeterince kavranamıyor.
Batı kamuoyu tarafından ‘Kürtlerin derdi ne?’ sorusu çok sık telaffuz edilir.
Kötü niyetli değildir bu soru.
Naif bir biçimde, anlamaz, empati kuramaz.
Ama, Ferhat’ın telefonda yasaklı bir dil konuşuyor diye annesiyle konuşması kesildiğinde olanı duyduğunda empati kurulabilir.
Yani yaşananların ne olduğu bize yabancı…
Evet, yakınız, kardeşiz ama kardeşinin kim olduğunu bilmiyorsun. Derdini, inancını bilmiyorsun. Neye adanıyor?
Dağda ortalama yaşam süresi üç sene.
Bunu bilerek yola çıkıyorlar.
Ölümü göze alarak, geri dönmeyeceğini bilerek gidiyor.
17 yaşında bir genci ölümüne sürükleyen o motivasyonu anlamak gerekiyor?
Yaşadığımızı hissedebilmek için dağa çıktık diyordu biri.
Yani normal hayatında yaşadığına inanmıyor.
Bir varoluş aracı gibi onun için…bu kadar temel, psikolojik bir soruna sadece güvenlik odaklı bakan bir toplum iyileşebilir mi?
Peki, dağın ardına bakabilmek ne kadar zor?
Kolay değil.
O toplumdan gelen biriyim.
Onlardan biriyim.
Benim bu bağı kurmam görece daha kolay.
Ama o dünyayı tanıyan pek çok insanın bu tarafa aktarma şansı olamıyor.
Anlatabilme şansı yok. Çünkü bildiği dünyanın duygusal dili aşırı ideolojide hapsoluyor. Örseleniyor. Kelimelerin, hikayelerin hakikati propaganda tarafından örtülüyor.
Bilmiyorum belki de çizgiyi iki defa geçmek gerekiyor.
Bir şeyi anlamak için dışına çıkmak ve geri dönmek gerekiyor.
Belki de bu kitabın sırrı budur.
Çocukken de böyleydi; ilk okulda sınıf arkadaşlarımın derdini öğretmene ben anlatırdım.
Türkçeyi erken öğrenmiştim.
Belki de bir tercüman oluş benimki. Şimdi de devam ediyor… Olaylara o açıyı, mesafeyi kazanmanız gerekiyor.
Bir şeyin içinde kalarak onu anlatmanız çok zor.
Kavramlarınız yetemez.
O melezlik gerekiyor bir anlamda.
O dolayımı sağlamadan aktarabilmeniz çok zor.

O bağı kurmak anlamında kitap etkili olabilecek mi?
Benim kriterim kendimle alakalı. Yazı maceram da böyle… Niçin yazıyorum?
Benim politik bir beklentim yok.
O halde nedir benim dert edindiğim?
İnsanın kendisiyle ilgili konuşması zordur ve doğru da değil.
Ama şunu söyleyebilirim.
Ben haksızlık ve adalet konusunda kalbinin tartısı net biriyim.
Kendimi çok sınadım.
Haksızlığa tahammülüm yok.
Konu ne olursa olsun adalet duygumun incindiği yerde sözümü sakınmam.
Hesap yapmam.
Durduğum yer hiç de kolay değil aslında.O kadar ince bir hattan,öyle bir pozisyondan yazıyorum ki.Hiç bir konforu yok.
Hemen herkesin saldırısına açık bir yer.Herhangi bir yapının,cemaatin konforuna yaslanıp rahat edebilirdim.
Bunu seçmedim.Benim derdim kendimle.Kendime sadakatim yön veriyor yazdıklarıma.
Bana güç veren de bu.

“Bizim dağa çıkma gerekçemiz insanca yaşamaktı. Bacası tüten bir eve
baktığımda aklıma önce barınma gelir.
Ama barınma tek başına huzur vermez. İnsanın kimlik ihtiyacı var…”
(Baran)

Türkiye, Avrupa, Kandil… Farklı coğrafyalarda farklı ruh halleriyle mi karşılaştın?
Önsözde biraz değinmeye çalıştım.
Konuştuğum kişilerin dünyası gibi, ruh halleri de değişiyordu.
Türkiye’dekiler daha zor açılıyorlardı. Avrupa’dakiler daha bir acımışlıkla, daha sert konuşuyorlar.
Tepkililer. Çünkü hayatları tümden alınmış ellerinden.
Kendi coğrafyasında değil her şeyden önce.
Bir gurbet yaşanıyor.
Kandil’dekiler diğerlerine kıyasla çok daha rahattı.
PKK geniş bir coğrafyaya yayılmış koca bir yapı.
Daha önce okuduklarımızla ‘Dağın Ardına Bakmak’ arasındaki fark nedir?
Bu akademik bir çalışma değil.
Sadece gazetecilik de yok burada.
Bir tür psikanalitik göz var burada.
Yani yaşanan büyük sorunun arka planındaki duyguya odaklanıyor.
Bir anlamda bir sosyal psikoloji, diğer yanıyla bir sosyal tarih çalışması… İstatistiklerle, verilerle, siyaset biliminin kavramlarıyla konuşmuyor bu kitap.
PKK’yı değil PKK ile kurulan bağı anlatıyor.
Nasıl bir motivasyon, nasıl bir adanma bu insanları PKK ile ilişkilendiriyor. Ve vazgeçilmez kılıyor… Bu kitap onu anlatıyor.
“Bana göre devlet bizi dağa gönderdi. Panzerle bilmem kaç kilometre hızla bir kasabanın içinden geçersen o panzeri izleyen gençleri dağa gönderirsin…”
(Kendal)
Kafandakilerle ile karşılaştığın resim arasında bir fark var mıydı?

Özellikle Kandil’e gidince bunu çok net gördüm.
Kandil benim için bir finaldi.
Benim için de merak konusu olan bir düğüm orada çözüldü.
Şunu gördüm; sorunu çözümsüz kılan büyük bir adanma yaşıyorlar.
O adanmanın niteliğini bu taraf bilmiyor.
Tamam, insan inandığı şeye adanır ama o inanmanın boyutu konusunda bilgimiz çok zayıf.
O inanmanın derinliğini gördüğümde bu meselenin çözümün neden çok zor olduğunu gördüm.
Bu, bilinmeyen bir şey… Aliza Marcus ‘Kan ve İnanç’ ta yazmıştı.
Başka türlü yazılmış bir kitap o. Ama başlık kitabın içeriğinden daha çok şey anlatıyordu.
Kanla yoğrulmuş bir inanç var orada.
Koşulsuz bir itaat var, bu kolay anlaşılabilecek, anlatılabilecek bir şey değil. Konuşurken çok dikkat ettim; itirafçı olmamış, kendi hikayesine sahip çıkanlarla konuştum.
Çünkü gerçek ancak o hikayeye sahip çıkıldığında anlaşılabilir.
Bizi gerçeğe götürecek veriyi o hikayelerden çıkarırız. İtiraftan değil.
Dağda yapamamış, geri dönmüş olanlar bile o dönüşü şöyle anlatıyor.
‘Ben zayıftım, başaramadım’ diyor.
Davayı o kadar haklı görüyor ki.
Dönmüş olmayı kendi başarısızlığı olarak görüyor. Sürekli kutsanan bir bağ var.
Bu kutsallaştırmayı, mistifikasyonu Türkiye kamuoyu bilmiyor.
O bakımdan ne yaparsa yapsın o inanç, duygu değişmiyor.
Bildiğim bir dünya olduğu halde, duyduğum cümlelerin gücü yine de çok sarsıcıydı.
Mesela Hüseyin’in kız kardeşiyle konuşurken kurduğu cümleler beni sahiden şaşırttı.
Beraber büyüdük, sessiz, sakin bir kadındır.
Ama yaşadığı acıdan öyle bir dil kurmuş ki.
Çok yakınınızdaki insanın bile kendini ifade edişinde büyük ve sarsıcı bir etki oluyor.
Yaşanan acı yaratıyor o kelimeleri.
Cümleleri o acı kurduruyor.

Ülkenin bir tarafında bu kadar sert şeyler yaşanırken, diğer tarafın hiç haberdar olmaması büyük bir sorun. Her şeyden önce bu ülkenin gerçeklik duygusunun eksik olduğunu gösteriyor. O kadar büyük acılar var. Onca travma yaşanmış. Ölümler, köy yakmalar hepsini terör paketine atıp görmezden geliyorsun.

“Boş bir zeytin kutusu vardı.Kesilen parmaklarım oraya düşüyor.
Durmadan aklıma ilk düşen parmağım geliyor.Uzun yıllar aklıma geldi… ”
(Rewan)

Çok sert hikayeler… Duygusal açıdan zorlandın mı?

Ben bu kitabı ağlayarak yaptım.
Hala da ağlıyorum.
Okuyanların da ağladığını görüyorum şimdi.
Belki de hep beraber ağlamamız gerekiyor.
Ortak acının ortak yasını tutmamız…
Belki o zaman iyileşebiliriz karşılıklı…
Yola çıkmadan o hikayeleri dinlerken bir tür travmayı devralacağımı bilmiyordum.
Çoğu için bir dil yoktu.
Pek çoğu ilk defa anlattı. Bu kadar derine ilk defa gittiler.
En derine gitmeye zorladım hepsini. Hakikat orasıydı çünkü.
Yüzeydeki süslü propaganda cümleleri değil.
O derinliğe beraber indik.
Tabii anlatırken bir kez daha yaşadılar.
Bazılarını dinlemek benim için çok zordu.
Mesela Rewan’ın hikayesi; karda parmakları donduğu için kesilmişti.
Fotoğrafçı arkadaşım İstanbul’u arayıp ‘’Bejan’ı kaybedeceğiz galiba’’ demiş.
Sürekli ağlıyordum.
Yakınımı kaybetmişim gibi…
Bütün röportajlar bittikten sonra Türkiye’ye dönünce depresyona girdim, hayatımda ilk defa. Yazılara ara verdim.
Sonra yavaş yavaş toparladım.
Propaganda, arabesk, ajiteden arındırarak hikayenin en saf yanını ortaya çıkarmaktı niyetim. Tabii ajitasyon kısmı gidince geriye som bir acı kalıyor.
Bir yarayı açmak gibi. Zordu sahiden. Normalde yazdıklarımı okumam ama bu kitapta yazdıklarıma dönüp bakma ihtiyacı duyuyorum ve her okumada ağlıyorum.
Kitapta altını çizdiğin şeylerden biri de anne-babaların ‘dağ’ karşısındaki tepkileri.
Çocuklarını yollayan anne-babalar olamaz diyorsun…
Böyle bir kabulleniş mümkün mü?
Çocuğunun dağda olmasını kendi ölümü gibi yaşıyor hepsi.
Dağ ile ölümün eş olduğunu biliyorlar.
Hapiste olmasını tercih eden anne-babalar bile var.
Ama çocuğuna sahip çıkması başka…
Pek çoğu PKK’nın tabanını oluşturan değer aileleri dedikleri geniş bir kesimi toplumun.
Çocuğunun hikayesine sahip çıkarak teselli buluyor ancak.
‘Umutsuzluk ve isyan’ hepsinde ortak bir duygu.

Böyle bir genelleme yapılabilir mi?

Bir genelleme yapacaksam inkar kavramı çok önemli.
Bütün duygusal motivasyonlarının merkezinde o var sanki.
Dillerinin, varlıklarının inkar edilmesini sorun yapıyorlar.
Adam yerine konmamaya itirazları var …
Bir insan her şeyi tolere edebilir ama adam yerine konmamayı edemez.
Ortak gördüğüm temel motivasyon şuydu:
Bizi inkar ediyorlar. Onun yarattığı öfke ve isyanla hareket ediyorlar.
Devlete güvenmiyorlar.
Tarih boyunca aldatıldıklarını düşünüyorlar.
Hiçbir olumlu gelişme onları tatmin etmiyor.
Kendilerinin de etkili olmadığı, belirleyicisi olmadığı hiçbir gelişmeye güven duymuyorlar.
PKK en nihayetinde bir otorite arayışı.
Kendi otoritesini yaratmak için şiddeti gerekli gören bir yapı.
Kürt sorunun PKK sorunundan ayırarak düşünmek bu sebeple önemli. PKK’yı sisteme nasıl entegre edeceğini düşünmeli devlet.
Çözümün önemli bir ayağını bu oluşturuyor çünkü bu kadar kurumları, tabanı, silahlı gücü olan bir yapıyı nasıl kendi sistemine entegre edecek?
Edebilecek mi?
Bu soruyu cesaretle sormadığınız sürece çözümü yaklaşmış olmuyorsunuz!


Meraklısına…

Bejan Matur Kimdir?

Maraş’ta doğdu.
Ortaokul ve liseyi Antep’te okudu.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.
İlk şiirleri aralarında Defter ve Adam Sanat’ın da bulunduğu belli başlı edebiyat dergilerinde yayımlandı.
İlk kitabı Rüzgar Dolu Konaklar ile 1997 Orhon Murat Arıburnu ve Halil Kocagöz şiir ödüllerini aldı. 1999 yılında yayımlanan Tanrı Görmesin Harflerimi ile uzun soluklu bir şiirin habercisi olduğunu gösterdi.
2002 yılında Ayın Büyüttüğü Oğullar ve Onun Çölünde kitaplarını eşzamanlı olarak yayımladı.
Şiirleri İngilizceden Farsçaya 17 dile çevrildi, aralarında Grand Street Magazine (New York) gibi saygın dergilerin ve Language For a New Century (Norton P.) gibi önemli seçkilerin bulunduğu antoloji ve dergilerde yayımlandı.
Şiirlerinden yapılan bir derleme 2004’te İngiltere’de ARC Publications tarafından In The Temple of a Patient God adıyla, bir başka şiir seçkisi ise Lüksemburg’da PHI Publishing tarafından Winddurchwehte Herrenhauser adıyla yayımlandı.
2008 yılında yayımladığı İbrahim’in Beni Terketmesi kitabı eleştirmenlerce ‘Hanif şiir’ olarak değerlendirildi.
Fotoğraflı bir kent kitabı olarak tasarlanan ve 2009 yılında basılan Doğu’nun Kapısı Diyarbakır, şehrin tarihî, kültürel, mimari birikimini fotoğraf ve şiir eşliğinde anlatıyor.
Bejan Matur, Diyarbakır Kültür Sanat Vakfı’nın (DKSV) kurucu başkanlığını yürütmenin yanı sıra, günlük basında periyodik olarak siyasal ve kültürel yorum yazıları yazmaktadır. ALINTI

Yazarın Kitapları
Dağın Ardına Bakmak
Kader Denizi