Sunday, November 8, 2015

Panait Istrati: Trajik bir neşe, yaşlı bir çocuk

 08 Kasım 2015 11:16
Hakkı ÖZDAL
Fransızların büyük yazarı Romain Rolland, 1921 yılının kasım ayında Nice Hastanesinden bir mektup aldı. Onun tabiriyle, “Kendini boğazlamış olan bir ümitsizin” üzerinde bulunmuştu bu mektup. 37 yaşında, sefalet ve ihtiras içindeki 25 yıllık bir ‘avarelik’ macerasının ardından kapıldığı derin ümitsizlikle kendi boğazını keserek yaşamına son vermeyi denemiş ve iyileşme şansı tanınmayan bir Romanyalı tarafından Rolland’a hitaben yazılmıştı. Rolland mektubu “Deha uğultularından hayrete düşerek” okudu: “Ovada yakıcı bir rüzgar” dediği satırların sahibini, “Balkan memleketlerinden yeni bir Gorki” olarak selamladı. Bu sıra dışı adamın yaşama tutunması da sıra dışı oldu ve ümit kesilmiş hayatı, gelecek on yıllar boyunca onun kitaplarıyla hemhal olacak bizlere ‘bağışlandı’ adeta... Mektuplaştılar ve ardından tanıştılar. Bu ‘gaipten gelen dostunu, doymak bilmez bir iştahla anlattığı hikayelerini yazmaya ikna etti Rolland; ve Panait Istrati, en olanaksız koşullarda bile yüzeye yürüyecek bir su çatlağı bulmayı başarabilen o eşsiz dehaların bir timsali olarak insanlığın büyük ailesine katıldı.
ÇEYREK ASIRLIK BİR ‘AVARELİK’ MACERASI
Panait Istrati, 1884’te Romanya’nın Ibrail kentinde, hiç tanımadığı bir Rum kaçakçısı ile çamaşır yıkayarak bu tek oğluna bakmaya çalışan Rumen köylüsü bir anadan doğdu. Okuma yazması olmayan bu çilekeş köylü kadını aralıksız bir angarya yaşamına katlanarak oğlunu yetiştirmeye çalışıyor, küçük ‘Panayot’ da annesini sonsuzca seviyordu. Ama işte onun ruhunda, annesine duyduğu derin sevgiyi de -kendi ciğerini sökercesine- bir kenara bıraktıracak bir tutkunun alevleri yanıyordu, henüz bir çocukken bile... Ve daha 12 yaşındayken, gözü yaşlı ama bu durdurulamaz sel karşısında çaresiz anacığını gözyaşlarıyla ardında bırakıp, dünyayı ve insanları tanıma tutkusunun peşine düştü. Onun için, çeyrek asırlık bir ‘avarelik’ macerası başlıyordu; meyhanelerde ayakçı, çilingir, makinist, inşaat işçisi, hamal, uşak, sıvacı, gazeteci, fotoğrafçı olacak; güneşten kavrulup soğuktan titreyecek; evsiz ve aç kalacaktı… Sonunda, ıstıraplı geceler boyunca minnetle hatırladığı annesinin gömleğinin paçasına diktiği tek altını ve yüzünü hiç görmediği babasından kalan tek yadigar olarak paltosunda sakladığı nikel saatinden başka hiçbir şeye sahip değilken, Köstence Limanından kalkan bir yük gemisine gizlice bindi. Hayalini kurduğu özgür yaşamı, yazgısının pençeleri arasından çekip alabilmek için yeni ve bilinmez bir yola daha düşmüştü. Menzili Fransa’ydı ama daha açık denizdeyken yakayı kaptırdığı gemiden İskenderiye’de atıldı. Mısır’ı, Suriye’yi, Yafa’yı, Beyrut’u, İstanbul’u Şam’ı, Yunanistan’ı ve İtalya’yı dolaştı. 10 yıl sonra döndüğü Bükreş’te devrimci işçi hareketine katılıp komünist bir örgütçü olarak Rumen hükümetinin ölümcül gazabının sınırlarında meydan okumayı sürdürdü. Sonra yeniden yollara düştü. Ve nihayetinde Fransa’ya ulaştıktan sonra, tüm macerasının dönüm noktası olacak şekilde canına kastetti.
Bu uzun yıllar boyunca, sözcüğün gerçek anlamıyla ‘hiçbir şeyi’ yoktu, ama muazzam hayal dünyasını ateşleyecek şekilde, hatıralarını, insanların ruhlarını ve yüzlerini depolayan eşsiz bir hafıza deposu vardı. Ve olağanüstü bir azmi… İsviçreli badanacılarla birlikte karın tokluğuna duvar boyarken, onlarla anlaşabilmek için Fransızca öğrenmeye başlamış, sonra “Ahenkli nağmeleri başını döndüren bu cıvıltı”yı, bir lügat yardımıyla, Rousseau başta olmak üzere bu dilin klasiklerini deşifre ede ede sökmüştü. Romanlarını, öykülerini Fransızca yazdı. “En basit kelimeler için bile günde yüz kere Larousse’u açmak” zorunda kalacak, kendisini “Yakıcı bir merdiveni çıkmak zorunda kalan bir köstebek”e benzetecekti.
Panait Istrati, ülkesinden, orada yaşadığı yoksulluk ve umutsuzluktan göç ederek, aslında bir bütün olarak kendisinden göç etmişti. Yazgısını yenmeyi başardı ve bir ‘meyhane ayakçısı’ olarak ayrıldığı ülkesine meyhane ayakçısı çocukların acı yaşamını anlatan dünya çapında bir yazar olarak döndü.
20. yüzyıl başının bir başka büyük yazarı Oscar Wilde, “En önemli eserim hayatımdır” diyordu; “Dehamı hayatıma kattım, eserlerimde ise sadece yeteneğim var”… Bir İngiliz zengini olmayan Panait Istrati’nin ise böyle bir şansı yoktu; o, “Ben büyük arzular ve küçük imkanlarla doğdum” diyordu. Bu yüzden yaşamı da eseri de dahice oldu.

Panait İstrati - Akdeniz
Panait İstrati fırtınalı bir yüzyılın tanığıydı. Hanedanlıkların sarsılıp dağıldığı, iktidarların altüst olduğu, savaşların, büyük ekonomik krizlerin kapıda beklediği bir çağda, savrulmuş, acı çeken, dibe vurmuş insanların masalcısıydı. Onun öykülerinde hayat, en karanlık çukurda bile bir yandan tadına doyulmayacak bir serüven, bir yandan da kalemlerin yazmakta güçlük çektikleri bir trajedi olarak çıkar karşımıza. Bir dönem sosyalist hareket içinde yer almış olan İstrati, politikanın ?kurtarıcı? misyonundan kuşku duymuş, bu dünyayı ister Mısır güneşinin altında ister Romanya karlarının donduruculuğunda olsun, bir tür ?çilenin?, bireysel direnmenin sahnesi olarak sunmuştur. İstrati?de savrulma ile arayış iç içe geçmiştir