Thursday, January 30, 2014

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER-AMİN MAAOLUF






 Amin Maalouf, 1949’da Lübana’da doğdu. 1976’dan beri Paris’te yaşayan yazarın ilk kitabı “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”dir. Yazdığı romanlarıyla dünya çapında büyük bir başarı yakalayan Maalofu’un ülkemizde de, gerek kitaplarının çok satanlar listesende yer almasından gerek de yıllar sonra bile baskıya devam etmesinden, hatrı sayılır bir okuyucu kitlesine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ilk romanı “Afrikalı Leo”nun klasikler arasına girdiği belirten yazarın bazı eserleri şunlardır; Semerkant, Yüzüncü Ad, Doğunun Limanları, Işık Bahçesi ve son kitabı Çivisi Çıkmış Dünya.

         Yaşamı Lübnan’la Fransa arasında, neredeyse, eşit bir dağılım gösteren MAalouf’a sık sık “kendisini bir Lübnanlı olarak mı yoksa bir Fransız olarak mı gördüğü” sorulmaktadır. Bu tür sorular net cevap isteyen sorulardır. Yanı; Lübnanlı ya da Fransız. Ancak Maaoluf, kendisinin ne yalnızca Fransız ne de yalnızca Lübnanlı olamayacağını, gerçekte de böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, fakat aynı zamanda bunun yarı veya bölünmüş bir kimlik anlamına da gelmeyeceğinin altını çizmektedir. İnsanın kişiliğinin, bir çok bileşenden oluşan tek bir bütün olduğunu belirten yazar, dil, din, sosyal çevre gibi faktörlerle beslenen kimliğin heterojen bir bütünlük arzettiğini vurgulamaktadır


         Daha kitabın başında sorun tespiti yapan yazar, sorunu çok yakınımızdan bir örnekle somutlaştırıyor. Almanya’da doğan bir Türk’ün yaşadığı ve yaşatıldığı kimlik buhranını örnek olarak veren Maalouf, bu kişinin aidiyet olarak, kendisi bir sorun yaşamasa da-ki ben kesinlikle yaşadığına inanıyorum-, yaşayıp benimsediği toplum (Almanya) ile hem ırki hem de dini (hem de, eğer koruyabilmişse, kültürel) açıdan kendisini ait hissettiği toplum (Türkiye) tarafından tam olarak benimsenmediğini vurgulayarak sorunu netleştiriyor. Aslında bu tespit bize çok da yabancı değil. Çünkü neredeyse hepimiz, altındaki sosyolojik ve psikolojik karmaşayı düşünmeden, “Almanya da yabancı, Türkiye de Almancı” tabirini kullanmışızdır. Yazar bazen lokal örneklere yer vermiş olsa da şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu eser, yaşayan her insanı hem bireysel açıdan hem de toplumsal açıdan ilgilendirmektedir.

         Maalouf, bu eseri yazma amacını, “İnsanların dinsel, etnik ya da diğer aidiyetleri adına neden cinayet işleyebildiğini anlama çabası” olarak özetlemektedir.


         Her insanın birden fazla kimliği vardır.(modern, muhafazakar, İngiliz, Türk, Müslüman, Fransız…vs) Ancak insan, bu kimliklerin her hangi birini tehdit altında hissettiği zaman, o kimlik, diğer bütün kimliklerinin özeti ve ortak paydası(beklide yaşama şansı) haline gelir. Örneğin inançları tehdit altında olan insanın ön plana çıkardığı ve, hem şekilsel hem de yaşam biçimi olarak, temel belirleyici olan, dinsel aidiyetidir. Modern yaşamı benimsemiş bir birey, kendisini muhafazakar tehdidi altında hissederse, birincil ve vazgeçilmez kimliği modernizm aidiyetidir. Aynı şekilde ırki aidiyetini tehdit altında hisseden bireyler, eğer bu tehdit dindaşlarından geliyorsa, dindaşlarıyla bile kıyasıya savaşabilir. Görüldüğü üzere tehdit algılamasına göre, insanların aidiyetlerinin önceliği değişebilmektedir. Bu örneklerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, kimlik, düşmanın üzerine –ters yönde- inşa edilir.

         Kimliğimi tehdit altında hissettiğimiz zaman ilk tepkimiz “gizlemek” olur. Örneğin göçmenlerin en büyük rüyası ev sahipleri gibi olabilmek onları taklit etmektir. Göçmenlerin kimlik sorunlarının çözümünde hareket noktası “karşılıklılık” olmalıdır. Yani ben, ülkemi seviyor, onun parçası olduğumu hissediyor ve buna uygun yaşıyorsam, onu eleştirme hakkına da sahibim demektir. Buna karşılık ülkem, beni bir parçası olarak kabul ediyor ve benimsiyorsa, benim kültürümün onun yaşam biçimiyle ya da kurumlarının ruhuyla uyuşmayan niteliklerini reddetme hakkına sahiptir.

         Kimliklerimize saldırılar hep “öteki”lerden gelir ve böyle durumlarda ölümü bile göze alarak “sonuna kadar gitme” öfkesi ortaya çıkar.  Nasıl olsa “öteki” her şeyi hak etmiştir. Bu öfkeyle bir araya gelen insanlar katliamlara girişme noktasına gelince “kendi halklarının yaşamını kurtarmak” gerekçesine bağlanarak, en ufak bir suçluluk duymazlar yani bu bir meşru savunma halidir.


         İnsanlar dikey ve yatay olmak üzere iki tür mirasa sahiptir. Dikey mirasımız bize, atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait olduğumuz dini cemaatlerden gelirken; yatay miras çağımızdan, çağdaşlarımızdan gelmektedir. İnsanın kimliği üzerinde belirleyici olan yatay mirasıyken, insanlar daha çok dikey miraslarıyla ön plana çıkmak istiyor.

         Beklide şöyle sonlandırmak gerekiyor; İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır.(Marc Bloch)

Ölümcül Kimlikler - Deneme "…. insan toplumlarının farklılıklarını vurgulamak için, kendileriyle ötekiler arasına sınırlar çizmek için yüzyıllar boyunca uydurdukları her şeyin tam da bu farklılıkları azaltmayı , bu sınırları silmeyi hedefleyen baskılara boyun eğeceği söylenebilir. Sayısız uğultularla, sayısız şimşeklerle gözlerimizin önünde cereyan eden ve daha da süratle devam eden bu görülmemiş başkalaşım engelsiz ilerlemiyor. Çevremizi kuşatan dünyanın bizlere sunduğu birçok şeyi gerek bize yararlı göründüğü, gerek kaçınılmaz göründüğü için elbette hepimiz kabul ediyoruz; ama kimliğinin anlamlı bir ögesi - dili, dini, kültüründeki değişik simgeler ya da bağımsızlığı - üzerinde bir tehdidin ağırlığını hissettiği an , herkesin direndiği durumlar oluyor. Bu yüzden içinde bulunduğumuz dönem uyum ve uyumsuzluk gibi ikili bir atmosfer içinde geçiyor, insanlar hiçbir zaman bu kadar ortak şeye sahip olmamışlardı, bu kadar ortak bilgiye, bu kadar ortak referansa, bu kadar imaja, bu kadar söyleme, bu kadar paylaşılan araca; ama bu birilerini ve ötekilerini farklılıklarını daha da vurgulamaya itiyor.” …..

"çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla yer veriliyor, halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisine ise yeterince yer verilmiyor. Etkileşim karşılıklı, biliyorum; toplum dini biçimlendirir, din de toplumu; buna rağmen belli bir düşünce alışkanlığının bizi bu diyalektiğin sadece bir yüzünü görmeye sürüklediğini, bunun da bakış açısını özellikle çarpıttığını fark ediyorum. İslam söz konusu olduğunda , kimileri Müslüman toplumların yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu bütün dramlardan onu sorumlu tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu görüşü sadece haksız olmakla suçlamıyorum, dünyadaki olayları tamamen anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum. Sonunda modernleşebileceği keşfedilmeden önce, Hristiyanlık hakkında da yüzyıllarca benzer şeyler söylendi. Ben İslamiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum.(..)Engizisyoncuların odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşinin Hristiyanlığın ayrılmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çıktıysa, (...) az çok her yerde karşımıza çıkan şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu bu manzaranın da İslamın özüne has olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman, çok zaman, belki de birkaç kuşak geçmesi gerekeceğine inanıyorum."


"Kaç kuşaktan beridir, varlıklarındaki her adıma bir teslimiyet ve kendini inkar duygusunun eşlik ettiği Batılı olmayan çeşitli halkların nasıl bir duygu yaşamış olabileceği pekala hayal edilebilir. Bütün bilgi ve becerilerinin miyadını doldurmuş olduğunu; ürettikleri her şeyin Batı'nın ürettikleriyle kıyaslanınca değersiz kaldığını; (...) dinlerinin barbarlıkla suçlandığını; (...)ayakta kalmak, çalışmak ve insanlığın geri kalanıyla bir bağlantıları olmasını istiyorlarsa, başkalarının dillerini öğrenmek zorunda kaldıklarını kabul etmeleri gerekti onların...Bir Batılı'yla konuştuklarında bu neredeyse asla onların dilinde değil, daima Batılı'nın dilinde olmuştur; Akdeniz'in güneyinde ve doğusunda İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca konuşabilen milyonlarca insan bulabilirsiniz. Buna karşılık kaç İngiliz, Fransız, İtalyan ve İspanyol, Arapça ya da Türkçe'yi öğrenmekte yarar görmüştür? Evet, hayattaki her adımda bir hayal kırıklığı, umutsuzluk, aşağılanma yaşıyorsunuz. İnsanın kişiliği bütün bunlardan nasıl olur da örselenmeden çıkabilir?(...) Nasıl, başkalarına ait, başkaları tarafından konmuş kurallara dayanan bir dünyada, kendisinin bir öksüz, bir yabancı, bir asalak ya da bir parya gibi olduğu bir dünyada yaşadığı hissine kapılmaz?"


"Demokrasiden söz edebilmek için fikir tartışmasının göreli bir huzur ortamında gerçekleşmesi gerekir.(...)Cemaatlere dayanan ya da ırkçı ya da totaliter bir mantık içine girildiği an, dünyanın her yerinde demokratların rolü artık çoğunluğun tercihlerini en ön plana çıkartmak değil, gerekirse çoğunluk kuralına karşı, ezilenlerin haklarına saygı duyulmasını sağlamak olmalıdır.(...)Eğer genel seçim fazla adaletsizliğe yol açmadan özgürce gerçekleşebiliyorsa, ne ala; yoksa korkuluklar tasarlamak gerekir.(...)Birleşik Devletler'de bir milyon nüfuslu Rhode Island'ın iki senatörü varken otuz milyon Kaliforniyalı'nın da iki senatörü vardır, büyük eyaletlerin daha zayıf olanları ezmesini önlemek için kurucu ataların çoğunluk yasasına attığı bir çelme."