Wednesday, April 16, 2014

Marguerite Duras "The Lover"

 Duras: “Yaşamımın öyküsü yok!”
Benim de çocukluğum, varsıllık içinde yoksulluk yaşayarak geçti. Yoksunluğun, geleceksizliğin, ötekiliğin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum ben de Duras gibi. Yoksunluğun bir kokusu, bir izi vardır insan üzerinde; vücudunuzda görünmeyen, sizinle yaşayıp sizinle ölen, acı veren içsel bir yara gibidir. “Yoksunluk dışarı sızdırılmaz, özenle gizlenir”. Duras, çocukluğundaki büyük ama bulanık fotoğrafı ortaya çıkarmak istercesine birçok kitap yazar. Genç kızlıktan kadınlığa geçip, kendi ayakları üzerinde durduğundan beri, özyaşam anılarına yer vermiştir eserlerinde.
Duras, 1984 ilkbaharında, yetmiş yaşında yazdığı “Sevgili” isimli romanında, ilk gençlik günlerinin aşkını, tüm yoğunluğu ve derinliğiyle, yeniden zihninde resmetmek adına, tüm etik ve moralduvarlarını da yıkarak, uydurma ya da düşsel bir anlatıcı gibi değil de gerçek bir kadın gibi, içten-yürekli ve göz kamaştırıcı bir yöntemle, harikulade eksiltmeli cümlelerle anlatmıştır. Aynı yıl, Fransa’da büyük edebiyat ödülü Goncourt’ u da alır.  Sonraları, romandaki küçük kızın, hayatından kesitler taşıdığını -aslında bir bakıma kendisi olduğunu- itiraf eder.
Duras, ailesinin ne ten kokularını, ne göz renklerini, ne de akşam sohbetlerindeki neşeli kahkahalarını anımsar olur yaşlılığında. Hatırladığı tek şey, genç kızlık döneminin geçtiği yerlerdeki akşamların dinginliğidir. Anımsamaya çalıştığı, Fransa sömürgesi, Çinhindi Saygon’da, evlerinin avlusunda çekilen umutsuzluk fotoğrafıdır. Büyük ve bulanık bu fotoğrafın üzerine bir eskiz kâğıdı koyar. Bu eskize, usundaki en belirgin görüntüyü, “odak” noktasını işaretler. Sonra rastgele, kronolojik düzen kaygısı da olmadan, zaman içinde bir ileri bir geri gelgitler yaparak yeni noktalar belirler ve kalemiyle işaretler koyar eskiz kâğıdına tekrardan. Tüm kâğıt dolduğunda işaretlerle, adeta sihirli kalemiyle birleştirir tüm imgelemleri. Geriye çekilip baktığında, büyük fotoğrafı artık görmektedir, mutlu olur, kederiyle.
Romanında, aşkıyla ilk tanıştığı vapur yolculuğunda onun büyük arabası, limuzinini, ileride yazacağı tüm kitapların cenaze arabasına benzetir Duras. Otuzlu yıllarda, Fransız sömürgesiVietnam’ın Saygon şehrinde bir kız lisesinde öğrenci olan küçük-beyaz bir kız çocuğu, nehrin öteki yakasındaki kız yurdunda kalmaktadır. Beyaz çocuğun annesi kız okulunun müdiresidir. Kendinden büyük iki erkek kardeşi vardır. Arabalı vapurda, her sabah akşam, rutin seyahat eden, on beş yaşlarındaki bu cılız-toy-beyaz küçük kıza; Cholen’li zengin Çinli bir işadamının, Fransa’da -sözüm ona- çok iyi eğitim almış, utangaç 27 yaşındaki tek oğlu âşık olur.
Küçük kız, 27 yaşındaki Çinli sevgilisiyle cinsel bir aşka yelken açar. Bu küçük kız, sevgilisine, garsoniyerine getirdiği tüm kadınlara yaptığının aynısını kendisine de yapması için yalvarır. Çinli aşık, bir dediğini iki etmez küçük kızın, onu sonsuz bir aşkla sever, bu beyaz kızdan sevgisine asla karşılık bulamasa da. Küçük beyaz kız, tutucu babasına olan korkusuyla savaşmak adına kendisiyle bu kadar yoğun ve çok seviştiğini düşünür Çinli aşkının.
Beyaz-küçük kız, yaşamındaki herkese meydan okur; önce kendisine, sonra, hayatın seyrine tabii olan annesine, zengin babasından ölümüne korkan Çinli sevgilisine, hastalıklı-zayıf-edilgen ortanca kardeşine ve dolap hırsızı-kaybeden-kumarbaz-sefil büyük erkek kardeşine, vücudunu inanılmaz güzel bulduğu ve körpe göğüslerini bir meyveyi ısırır gibi yemek istediği kız yurdundaki ağlak kız arkadaşı Helene Lagonelle’e ve genç yaşta ölüp kendisiyle beraber iki kardeşini yetim bırakan babasına. Küçük kız ve erkek kardeşleri annelerini büyük bir tutkuyla sevmişler, lakin toplumun, güven ve sevecenlik dolu annelerine yaşattıkları yüzünden, üç kardeş de birbirlerine ve yaşamlarına nefret beslemişlerdir. Duras, romanında, ailenin ümitlerinin yok olduğunu anlatmak istercesine, annelerinin Kamboç’ta deniz kenarında aldığı ve gel-git yüzünden sürekli su basan toprakları için: “Umut bırakıldı, okyanusa karşı girişimler de bırakıldı” der.
Çok iyi bir anlatıcıdır Duras. Romanında, eksiltmeli cümlelerinde, beş duyuyu da çok iyi kullanır, özyaşam hatıralarını anlatmak için. Mesela: “Odaya sel gibi dolan kent gürültüsünde yoğunlaşıyor dikkatim” der. Başka bir yerde: “Bütün ev güzel kokar, fırtına sonlarının ıslak toprak kokusu yayılır ortalığa, hele bir de öteki kokuyla, arapsabununun, arılığın, namusluluğun, çamaşırın, aklığın, annemizin uçsuz bucaksız saflığının kokusuyla karıştı mı insanı deli eden bir kokudur” der. Ya da: “Işık, gökten bu arı saydamlık çağlayanlarının, bu sessizlik ve kımıltısızlık hortumlarının üzerine vururdu. Hava maviydi, avuca alınabilirdi. Mavi. Gökyüzü bu ışık balkımasının (parıldama) sürekli çırpınışıydı” der. Hatta tüm duyuları beraber aynı anlatımda hissettirir: “Yel dindi, ağaçların altında yağmur sonlarının doğaüstü ışığı var. Kuşlar çıldırmış gibi, bütün güçleriyle bağırıyor, soğuk havada gagalarını biliyor, neredeyse kulakları sağır edecek biçimde, çınlatabilecekleri kadar çınlatıyorlar havayı” der.
Romanın kahramanı, anlatıcısı, kâh “Duras”tır kâh “Okur”dur. Mekân, sadece Çinhindi Saygon’ da değildir. Geldikleri ve yine gidecekleri yer olan Fransa’ya, Paris’ e ve orada Duras’ın duyumsadığı tüm anılara da göndermeler vardır kitabın içinde. Sıkılmadan, erinmeden, duygudaşlık kurduğunuzda kendinizi kahramanın yerinde, o garsoniyerde, ya da tüm ailenin bir ritüel haline dönüşen duygusuz akşam yemeklerinde görebilirsiniz. Kendi ailenizle ve yaşamınızla da belki paralellikler ya da acı-tatlı hatıralar canlanabilir usunuzda. Duras, Uzakdoğu ve Batı kültürlerinin oluşturduğu derin birikimle, dobra dobra anlatıyor yaşadıklarını. İçsel yaralarımıza merhem olmak adına, bir ışık çakıyor benliğimize, Freud’un “Derinlik Psikolojisi” in izdüşümünde.