Wednesday, February 13, 2013

Selim İleri’nin merakla beklenen yeni romanı “Mel’un”



“Sayru! Geri dönemezsin!”
Selim İleri’nin merakla beklenen yeni romanı “Mel’un” mart başında Everest Yayınları’ndan çıkacak. O vakte kadar sabredemeyip romandan tadımlık bir bölümü sizlerle paylaşalım istedik.
Ne kadar sürdü, kaç gün, kaç hafta, kaç mevsim, kaç sene, bilmiyorum. Fakat ıstırap kasırgasından sonra büyük ümitlerle yeniden başlıyorum.
Güzel bir sabah. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyorlar. Kuşların korosunu dinleyerek balkonumda tek başıma oturuyorum ve bu satırları yazıyorum. İnsanın her şeye kırıldığı anlar gelip geçicidir. Benimkiler de işte gelip geçti. Mâzinin yaralarını unutmaya kararlıyım.
Kuşlar hep bir ağızdan ötüşüyorlar, “Evet! Evet!” diyorlar, “Unut artık!”
Çocukken bilhassa hanımların yanımda bağıra çağıra konuştukları kuş dilini bir türlü öğrenememiştim ama, şimdi hakikî kuşların söylediklerini açık seçik tercüme edebiliyorum.
Mesudum.
Asabım bozuk kalktım. Zira yelloz, cesaretimi kırmak için “Bu ‘büyük ümitler’, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ını çağrıştırıyor” diyecek. Adım gibi biliyorum. Memleketimizde kelimeler, taa Reji İdaresi’nden beri, yabancının tekelindedir.
Ne kadar kayıtsız kalmaya çalışırsam çalışayım, hatta, oradaki umudun bekleyiş olduğunu bilmeme rağmen, yine kaygılar kuşanacağım. Esasen bu sabah kuşlar ötmüyorlar.
Yellozlar ve et kafalı oğlanlar yazdıklarımı boyuna gözetliyorlar. Yayınevleri onlara teslim edilmiş. Alnımın kara yazısı!
Yelloz, tek kaşı kalkık, soracak: Nedir bu yazdıklarınız?!
Hayatımdan hakikî hayat sahneleri.
Kara cahillere Reji İdaresi’ni anlatmak, açıklamak gerekecek.
Dickens (1812-1870), para ve şöhret hırsıyla, ikinci sınıf okurların taleplerini göz ardı etmez; kapısına yapışıp kalmış matbaacılardan talepleri tek tek öğrenmeye çalışır, bu talepler çerçevesinde orta malı şeyler yazardı. Zannım odur ki, bugünün çok satan muharrirleri de aynı metodu uyguluyorlar.
A yelloz! A et kafalı oğlan! Peşinen yanlış tercüme etmişsiniz: Umutla bekleyiş aynı şey değildir. Umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir. Esasen bütün bekleyişlerim ümitsizdi.
İçim kapkaranlık.
Vaktiyle bu yellozlardan biri bana “Hayatın güler yüzünü yazınız” demişti. Bugünün okuru karanlık, karmaşık metinlerden hoşlanmıyormuş.
Bizde vaftiz ve aforozun olmayışına oldum bittim üzülürüm.
Dün yazdıklarımı okudum; Dickens dolayısıyla ecnebînin yazdıklarına karşı olduğum zannedilebilir. Ecnebînin yazdıklarını bilmez değilim. Hatta, ecnebînin yazdıklarına hayranlığım vardır. Fakat ortalığa düşmüş örneklerden hoşlanmam.
Meselâ hiçbirinin aklına Kızıl Oda gelmez. Bu eser bohem çevrelerin içyüzünü aksettirir. Uzaktan şatafatlı sanatkâr dünyası şimdi mercek altında bütün süflîliğiyle gözler önüne serilmiştir. Fransızca tercümesini bir türlü bulamadım -dilimize çevrilmemiştir-, bu sebeple Kızıl Oda’yı okuyamadım. Bununla birlikte, yazdıklarımda -on binlerce sayfa!- yer yer Kızıl Oda’nın havası eser. Strindberg’in Baba’sı yetip arttı bana.
Ibsen’e zaafımı da saklamam.
Muhsin, Baba’yı Cehennem yapmış. Bizans’ın müesseselerinden başlayarak, hayatımız bir adaptasyonlar silsilesidir.
Muhsin, Heinrich’e beş kuruş telif hakkı ödemeden, Mavi Melek’i -Profesör Unrad- Şehvet Kurbanı yapmıştır. Hoş, Profesör Unrad’ı okuyup okumadığı da meçhuldür.
Öyleyken, edebiyatımız ve sanat hayatımız çalıntılar üzerine kuruludur.
Cahide’yi ilk kez Şehvet Kurbanı’nda gördüm. Gördüm ve seyrettim. Cahide, Muhsin’in yuvasını yıkıyordu.
Defterimin sayfaları çok güzel. Yukarıdakiler ve şimdi yazdıklarımın dışında defterimin sayfaları bomboş. Yazdıkça hepsinin ırzına geçeceğim.
Libidom yüksekti. Hep elimde dolaşırdım.
Benim bütün derdim bir ilâhe düzmekti.
Yellozlar ve et kafalı oğlanlar bu cümleyi beğenecekler: Hızlı, uçuk, porno girizgâh!
Yellozun Dickens’ı kolay yazamazmış. Saçımı başımı yoluyorum diyor. Yazmak için oturuyormuş, hiçbir şey yazamıyormuş. Yazdıklarını yırtıyormuş. Böyle günlerinde kendini sokağa atıyor, geceyarıları Londra’nın sefil mahallelerinde dolaşıyor.
Kaç geceler İstanbul’u öyle köşe bucak dolaştım.
Hepsi geçer Sayru, hepsi geçer!
Bir de şunu ekleyeyim: Yazdıklarımı okudum; vaftiz, aforoz meselesinin anlaşılmayacağını fark ettim. Efendim açıklayayım: Yazar burada yellozun editörlük koltuğuna apar topar oturmuş oturtulmuş olduğunu kast etmekte; oraya oturabilmek için, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir rahibin kabulüne ihtiyaç duymaktadır. Yine aynı şekilde, zorunlu hallerde koltuğun boşaltılması için edebiyat kilisesinin aforozundan medet ummaktadır...
Anlayana sivrisinek saz!
Günlerden pazar. Hava sıcak. Gökyüzü masmavi. Kahvemi balkonda içtim. Mevsim erken geldi. Gerçi sonra bozar.
Pazar günlerinden nefret ederim. Çocukluğumda, erkeklerin çizgili pijamalarını çıkarmadıkları, traşlı suratları, kirli fanilalarıyla gezindikleri, marsık kokulu, lâubâli, iğrenç bir gündü. Erkeklerden gecelik entarisiyle dolaşanlar büsbütün ortalıktan kaybolmamıştı. Kadınlar mutfakta boyuna bir şeyler pişirirler, kızartırlar, kavururlar. Annem leğende sararmış çamaşırları çivitlerdi.
Hamam yakılır, ev hamam otu kokardı. Pazar günlerinin iğrençliği o hamam otu kokusundandır. Kokunun ne kadar müstehcen olduğunu kimseye anlatmadım. Halbuki anlatılmaya değer.
Müstehcen kokuya mutfaktan kabak, patlıcan kızartmasının kokusu karışırdı. Başka ne pişerdi? Kışsa, kıymalı karnabaharın, kapuskanın ağır kokuları.
Cahide pişirmezdi. Cahide’yi puf böreği kızartırken gözümün önüne getiremiyorum. Sarah da herhalde pişirmezdi, omlet, kotlet filan. Tiyatroya yetişecekler. Ah Sarah, büyük aktris!
Tahayyüllerimde Sarah daima Queen Elizabeth’tir.
Hamam otu kullanmaya başladıktan sonra etek tıraşımı daima yarısı traşlı yarısı traşsız bıraktım.
Pazar günleri futbol maçları radyodan naklen verilirdi. Komşulardan gelen maç seslerine büyük matematik âlimi tahammül edemezdi. Derken kavga çıkar; Havva annemle babam her pazar kavga ederlerdi. Büyükannem bizdeyse, uluyarak dualar okur. Sonra dayak faslı başlardı. Dayağı çocuklar yer.
Aynı gün fakat akşamüzeri yazıyorum:
Bir kadeh rakının yanına kirlihanım peyniri iyi giderdi, fakat artık bulunmuyor, fıçı peyniri, dışı küflü. Kirlihanım peynirinin yerine ithal rokfor modası başladı, parası olana.
Balkonda oturuyor, bir kadeh rakımı yudumluyorum.
Pazar akşamlarından hâlâ, ertesi sabah leylî mektebe gidecek bir çocuk kadar korkarım. Pazar gününden, bu evden, dayak faslından kurtulacağıma sevineceğim yerde, annebaba ihtiyacı duyar, bir köşeye siner, büzülüp kalırdım.
Art arda kapanan büyük kapılar, demir kapılar, sireni andırır zil sesleri, geniş ve karanlık koridorlar. İşkenceler avlusu. İstiklâl Marşı’ndan sonra bizi sınıflara tıkarlardı.
Balzac’ın hayatında yatılı okul dönemi bir yıkımdır. Edebiyat, daima edebiyat! Bu sebepten ötürü Honoré de Balzac’la aynı kaderi paylaştığımızı düşünürüm.
Rokforu -alabildiğim zamanlar- tereyağıyla karıştırıp çoğaltıyorum.
Avluda top oynayan çocuklar bağırışıp çağrışıyorlar. Çiçeklerin, tarhların, mermer havuzdaki nilüferlerin ve kurbağaların, tatarcıkların arka bahçesi. Ben daima arka bahçedeyim. Mehtaplı gecede -o zamanlar aysar olduğumu bilmiyordum- yatakhaneden kaçarak, merdivenleri sessizce inip arka bahçeye çıkıyorum. Dolunay gümüş rengi parlıyor. Serin güz gecesi. Rüyalar içinde. Havuz kenarında mermer deniz kızı oturuyor. Ona âşığım; ilk aşk! Ona gerçekten âşıktım. Gümüşî ay ışığında yavaş yavaş yürüyorum. Artık baş başayız! Alnındaki mermer büklümleri gizlice okşardım.
Arka bahçeye bakan mutfaktan kışladakileri andırır aş kokusu geliyor.
Hangi acıyı, hangi kederi yazmam gerektiğini bilmiyorum.
Sonra ses patlıyor: “Sayru! Geri dönemezsin!”