“Sayru! Geri
dönemezsin!”
Selim İleri’nin
merakla beklenen yeni romanı “Mel’un” mart başında Everest Yayınları’ndan
çıkacak. O vakte kadar sabredemeyip romandan tadımlık bir bölümü sizlerle
paylaşalım istedik.
Ne kadar sürdü,
kaç gün, kaç hafta, kaç mevsim, kaç sene, bilmiyorum. Fakat ıstırap
kasırgasından sonra büyük ümitlerle yeniden başlıyorum.
Güzel bir sabah.
Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyorlar. Kuşların korosunu dinleyerek balkonumda tek
başıma oturuyorum ve bu satırları yazıyorum. İnsanın her şeye kırıldığı anlar
gelip geçicidir. Benimkiler de işte gelip geçti. Mâzinin yaralarını unutmaya
kararlıyım.
Kuşlar hep bir
ağızdan ötüşüyorlar, “Evet! Evet!” diyorlar, “Unut artık!”
Çocukken bilhassa
hanımların yanımda bağıra çağıra konuştukları kuş dilini bir türlü
öğrenememiştim ama, şimdi hakikî kuşların söylediklerini açık seçik tercüme
edebiliyorum.
Mesudum.
Asabım bozuk
kalktım. Zira yelloz, cesaretimi kırmak için “Bu ‘büyük ümitler’, Charles
Dickens’ın Büyük Umutlar’ını çağrıştırıyor” diyecek. Adım gibi biliyorum.
Memleketimizde kelimeler, taa Reji İdaresi’nden beri, yabancının tekelindedir.
Ne kadar kayıtsız
kalmaya çalışırsam çalışayım, hatta, oradaki umudun bekleyiş olduğunu bilmeme
rağmen, yine kaygılar kuşanacağım. Esasen bu sabah kuşlar ötmüyorlar.
Yellozlar ve et
kafalı oğlanlar yazdıklarımı boyuna gözetliyorlar. Yayınevleri onlara teslim
edilmiş. Alnımın kara yazısı!
Yelloz, tek kaşı
kalkık, soracak: Nedir bu yazdıklarınız?!
Hayatımdan hakikî
hayat sahneleri.
Kara cahillere
Reji İdaresi’ni anlatmak, açıklamak gerekecek.
Dickens
(1812-1870), para ve şöhret hırsıyla, ikinci sınıf okurların taleplerini göz
ardı etmez; kapısına yapışıp kalmış matbaacılardan talepleri tek tek öğrenmeye
çalışır, bu talepler çerçevesinde orta malı şeyler yazardı. Zannım odur ki,
bugünün çok satan muharrirleri de aynı metodu uyguluyorlar.
A yelloz! A et
kafalı oğlan! Peşinen yanlış tercüme etmişsiniz: Umutla bekleyiş aynı şey
değildir. Umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir.
Esasen bütün bekleyişlerim ümitsizdi.
İçim kapkaranlık.
Vaktiyle bu
yellozlardan biri bana “Hayatın güler yüzünü yazınız” demişti. Bugünün okuru
karanlık, karmaşık metinlerden hoşlanmıyormuş.
Bizde vaftiz ve
aforozun olmayışına oldum bittim üzülürüm.
Dün yazdıklarımı
okudum; Dickens dolayısıyla ecnebînin yazdıklarına karşı olduğum
zannedilebilir. Ecnebînin yazdıklarını bilmez değilim. Hatta, ecnebînin
yazdıklarına hayranlığım vardır. Fakat ortalığa düşmüş örneklerden hoşlanmam.
Meselâ hiçbirinin
aklına Kızıl Oda gelmez. Bu eser bohem çevrelerin içyüzünü aksettirir. Uzaktan
şatafatlı sanatkâr dünyası şimdi mercek altında bütün süflîliğiyle gözler önüne
serilmiştir. Fransızca tercümesini bir türlü bulamadım -dilimize
çevrilmemiştir-, bu sebeple Kızıl Oda’yı okuyamadım. Bununla birlikte,
yazdıklarımda -on binlerce sayfa!- yer yer Kızıl Oda’nın havası eser.
Strindberg’in Baba’sı yetip arttı bana.
Ibsen’e zaafımı da
saklamam.
Muhsin, Baba’yı
Cehennem yapmış. Bizans’ın müesseselerinden başlayarak, hayatımız bir
adaptasyonlar silsilesidir.
Muhsin, Heinrich’e
beş kuruş telif hakkı ödemeden, Mavi Melek’i -Profesör Unrad- Şehvet Kurbanı
yapmıştır. Hoş, Profesör Unrad’ı okuyup okumadığı da meçhuldür.
Öyleyken,
edebiyatımız ve sanat hayatımız çalıntılar üzerine kuruludur.
Cahide’yi ilk kez
Şehvet Kurbanı’nda gördüm. Gördüm ve seyrettim. Cahide, Muhsin’in yuvasını
yıkıyordu.
Defterimin
sayfaları çok güzel. Yukarıdakiler ve şimdi yazdıklarımın dışında defterimin
sayfaları bomboş. Yazdıkça hepsinin ırzına geçeceğim.
Libidom yüksekti.
Hep elimde dolaşırdım.
Benim bütün derdim
bir ilâhe düzmekti.
Yellozlar ve et
kafalı oğlanlar bu cümleyi beğenecekler: Hızlı, uçuk, porno girizgâh!
Yellozun Dickens’ı
kolay yazamazmış. Saçımı başımı yoluyorum diyor. Yazmak için oturuyormuş,
hiçbir şey yazamıyormuş. Yazdıklarını yırtıyormuş. Böyle günlerinde kendini
sokağa atıyor, geceyarıları Londra’nın sefil mahallelerinde dolaşıyor.
Kaç geceler İstanbul’u
öyle köşe bucak dolaştım.
Hepsi geçer Sayru,
hepsi geçer!
Bir de şunu
ekleyeyim: Yazdıklarımı okudum; vaftiz, aforoz meselesinin anlaşılmayacağını
fark ettim. Efendim açıklayayım: Yazar burada yellozun editörlük koltuğuna apar
topar oturmuş oturtulmuş olduğunu kast etmekte; oraya oturabilmek için, tıpkı
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir rahibin kabulüne ihtiyaç duymaktadır. Yine
aynı şekilde, zorunlu hallerde koltuğun boşaltılması için edebiyat kilisesinin
aforozundan medet ummaktadır...
Anlayana sivrisinek
saz!
Günlerden pazar.
Hava sıcak. Gökyüzü masmavi. Kahvemi balkonda içtim. Mevsim erken geldi. Gerçi
sonra bozar.
Pazar günlerinden
nefret ederim. Çocukluğumda, erkeklerin çizgili pijamalarını çıkarmadıkları,
traşlı suratları, kirli fanilalarıyla gezindikleri, marsık kokulu, lâubâli,
iğrenç bir gündü. Erkeklerden gecelik entarisiyle dolaşanlar büsbütün
ortalıktan kaybolmamıştı. Kadınlar mutfakta boyuna bir şeyler pişirirler,
kızartırlar, kavururlar. Annem leğende sararmış çamaşırları çivitlerdi.
Hamam yakılır, ev
hamam otu kokardı. Pazar günlerinin iğrençliği o hamam otu kokusundandır.
Kokunun ne kadar müstehcen olduğunu kimseye anlatmadım. Halbuki anlatılmaya
değer.
Müstehcen kokuya
mutfaktan kabak, patlıcan kızartmasının kokusu karışırdı. Başka ne pişerdi?
Kışsa, kıymalı karnabaharın, kapuskanın ağır kokuları.
Cahide pişirmezdi.
Cahide’yi puf böreği kızartırken gözümün önüne getiremiyorum. Sarah da herhalde
pişirmezdi, omlet, kotlet filan. Tiyatroya yetişecekler. Ah Sarah, büyük
aktris!
Tahayyüllerimde
Sarah daima Queen Elizabeth’tir.
Hamam otu
kullanmaya başladıktan sonra etek tıraşımı daima yarısı traşlı yarısı traşsız
bıraktım.
Pazar günleri
futbol maçları radyodan naklen verilirdi. Komşulardan gelen maç seslerine büyük
matematik âlimi tahammül edemezdi. Derken kavga çıkar; Havva annemle babam her
pazar kavga ederlerdi. Büyükannem bizdeyse, uluyarak dualar okur. Sonra dayak
faslı başlardı. Dayağı çocuklar yer.
Aynı gün fakat
akşamüzeri yazıyorum:
Bir kadeh rakının
yanına kirlihanım peyniri iyi giderdi, fakat artık bulunmuyor, fıçı peyniri,
dışı küflü. Kirlihanım peynirinin yerine ithal rokfor modası başladı, parası
olana.
Balkonda oturuyor,
bir kadeh rakımı yudumluyorum.
Pazar
akşamlarından hâlâ, ertesi sabah leylî mektebe gidecek bir çocuk kadar korkarım.
Pazar gününden, bu evden, dayak faslından kurtulacağıma sevineceğim yerde,
annebaba ihtiyacı duyar, bir köşeye siner, büzülüp kalırdım.
Art arda kapanan
büyük kapılar, demir kapılar, sireni andırır zil sesleri, geniş ve karanlık
koridorlar. İşkenceler avlusu. İstiklâl Marşı’ndan sonra bizi sınıflara
tıkarlardı.
Balzac’ın
hayatında yatılı okul dönemi bir yıkımdır. Edebiyat, daima edebiyat! Bu
sebepten ötürü Honoré de Balzac’la aynı kaderi paylaştığımızı düşünürüm.
Rokforu
-alabildiğim zamanlar- tereyağıyla karıştırıp çoğaltıyorum.
Avluda top oynayan
çocuklar bağırışıp çağrışıyorlar. Çiçeklerin, tarhların, mermer havuzdaki
nilüferlerin ve kurbağaların, tatarcıkların arka bahçesi. Ben daima arka
bahçedeyim. Mehtaplı gecede -o zamanlar aysar olduğumu bilmiyordum-
yatakhaneden kaçarak, merdivenleri sessizce inip arka bahçeye çıkıyorum.
Dolunay gümüş rengi parlıyor. Serin güz gecesi. Rüyalar içinde. Havuz kenarında
mermer deniz kızı oturuyor. Ona âşığım; ilk aşk! Ona gerçekten âşıktım. Gümüşî
ay ışığında yavaş yavaş yürüyorum. Artık baş başayız! Alnındaki mermer
büklümleri gizlice okşardım.
Arka bahçeye bakan
mutfaktan kışladakileri andırır aş kokusu geliyor.
Hangi acıyı, hangi
kederi yazmam gerektiğini bilmiyorum.
Sonra ses
patlıyor: “Sayru! Geri dönemezsin!”