Aslı E. Perker
Dünya okurları ve
akademisyenlerinin ortak görüşü Yasunari Kavabata'nın Japon yaşayışını birebir
ifade eden en
mühim yazar olduğudur. ''Japon olmak ne demektir''i onun yazdıklarını okuyarak
anlayabileceğimizi söylerler. Bununla beraber Kavabata okumanın zorluğundan da
ziyadesiyle bahsederler. Hatta Batı dünyası 1920'lerde eser vermeye başlayan
Kavabata'yı çok uzun bir süre anlayamaz. İlk olarak İzu Dansçısı adlı eseri
1942 yılında Almanca'ya çevrilir. Bundan kuvvet alan bir başka yayınevi Edward
Seidensticker'ın çevirileriyle İzu Dansçısı'nı, Kar Ülkesi'ni ve Bin Beyaz
Turna'yı 1956, 1959 yıllarında İngilizce olarak yayımlar. Ancak çevirmen
Seidensticker, Kavabata'nın Dağın Sesi adlı romanının bir taslak tercümesini
aynı yayınevine sunduğunda reddedilir. Daha fazla yazarın dejenere, enerjisi
düşük romanlarını basmak istemediklerini söylerler. Kavabata buna şaşırmaz,
tıpkı Japon okurları gibi. Zira onlar zaten nasıl olup da Batı dünyasının bu
kadar 'Japon', hatta 'haddinden fazla Japon' olan bir yazarlarını okuyabildiklerini
anlamadıklarını ifade etmişlerdir.
Ancaak... Aynı
yayınevinin tutumu 1968 yılında Kavabata'nın Nobel'i almasıyla değişir. İşte bu
tarihten sonra Kavabata tüm dünyada tanınan ve daha önemlisi okunan bir yazar
haline gelmiştir. Nobel ödüllü bir yazar ''Ben okumam'' diyerek bir kenara
koyulamayacağına göre onu anlamanın yolları bulunmalıdır. Kavabata okumanın
şartı hayatı rölantiye almaktır. Okurun adeta kan dolaşımını bile yavaşlatması gerekir.
Romanlarını çok uzun sürelerde yazan - ki bu kimi zaman on iki yılı bulur –
Kavabata okurundan da aynı sabrı beklemektedir. Sonuç değil, oraya giden yol
önemlidir. ''Zaman tüm insanlar için aynı şekilde akar'' der, ama, ''Her insan
zamanın içerisinde farklı bir şekilde akar.'' Zen Budizminden etkilendiği
muhakkaktır. Hatta Nobel'i aldıktan sonra yaptığı konuşmada buna geniş bir yer
verir. Bu inanç sistemini açıklar. Müritlerinin tek kurtuluşu kendilerini
saatlerce dünya işlerinden ayırmalarından geçmektedir, bir tek bu yolla
güzelliğe erişilebilir. Zen basitliğe odaklanır ve işte bu basitlik güzelliği
doğurur. Tıpkı Kavabata'nın yazdıklarında olduğu gibi.
Adeta ruhunun en
derinliklerine inip, oradaki temel duyguyu çıkartmayı, iyisiyle kötüsüyle her
ne ise onu da en temiz cümlelerle yazmayı başarır. Söylemek istediği son derece
nettir, hiçbir duygusunu saklamaya çalışmadığı için de dürüsttür. Ki yazdıkları
arasında söylemesi pek güç olan çok şey vardır. Her şeyden evvel erotizmi
sıklıkla kullanır. Örneğin Dağın Sesi adlı romanında 62 yaşında bir adamın gelinine
karşı duyduğu ilgiden bahseder. Uykuda Sevilen Kızlar'da yaşlı bir adamın
bakire genç bir kadının yanında çırılçıplak yatarken yaptığı ruhsal yolculuklar
konu edilir. Bunun dışında çeşit çeşit kadın erkek ilişkisine dair temeları
kullanmaktadır. İki cins arasındaki derin farklılıklardan ve bunun
farkındılağıyla beraber gelen sıkıntılardan söz eder.
Tabii başka bir
bakış açısından ele alacak olursak belki de onun yazdıkları sadece Batılılara
tuhaf gelmektedir. Zira geyşalık kültürünün olduğu bir toplumda bunlar
okunması, anlaşılması daha kolay metinler olabilir. Şüphesiz Karlar Ülkesi adlı
romanındaki ilişkiler zincirine Batılılar başka, Japonlar başka türlü
bakmaktadırlar. Ama yine de Japonların Kavabaka'nın 'haddinden fazla Japon'
olduğunu söylediğini bir kez daha tekrarlayalım.
Yazar kullanılacak
dilin yalınlığı, basitliği konusunda o kadar ısrarlıdır ki romanlarının sayfa
sayıları genelde pek azdır. Hatta bazılarına rakama vurulduğunda novella
denmesi icap etmesine rağmen içeriğinin ağırlığı ve gidişatın detaylılığı
bakımından roman kategorisine dahil edilmişlerdir. Fakat Kavabata'nın
yazdıklarının herhangi bir yere dahil edilmesi gibi bir ısrarı yoktur. Nitekim
ilk kez 1935'te yayımlanan Karlar Ülkesi adlı romanını ölümüne çok yakın, yani
1972 yılında tekrar ele alarak kısaltır ve sadece birkaç sayfalık bir öykü
haline getirir. Zaten hayatının büyük bir kısmında, tam elli yıl boyunca
'Avuç-İçi-Kadar-Roman' kavramını oturtmak için çalışmıştır. Yüz kırka yakın bu
tip öykü yazmış ve bunlar da sadece kendi ülkesinde değil, tüm dünyada
beğenilerek okunmuş, çeşitli dillere çevrilmiştir.
Peki Kavabata bu
basitliğe nasıl ulaşmıştır? Eğer
kitaplarında olduğu gibi düşünecek olursak şöyle sormamız gerekir: Onu sonunda
bu kişi yapan yolda neler olmuştur? Anladığımız kadarı ile Kavabata hiçbir
zaman çok konuşmuş, kendinden bahsetmiş bir adam değil. Nobel konuşmasında dahi
kendinden, yazdıklarından, neyi neden yaptığından hiç bahsetmiyor. Bütün bir
konuşmanın metni Japon kültürüne dair öğelerle bezenmiş. Uzun uzun Japon
bahçelerinden bahsediyor. Japon doğasının güzelliğinden, bir çiçeğin bir
vazonun içerisinde nasıl durması gerektiğinden. Çay seramonisine de geniş yer
ayırıyor. Bardağın çay içilmeden önce nemlendirilmesi gerektiğine dahi
değiniyor. Biraz önce de bahsettiğim gibi Zen Budizmi konuşmada oldukça geniş
yer tutuyor. Kendisini bir yazar olarak en çok etkilediğini bildiğimiz bin
yıllık eser Tale of Genji'den bahsediyor ve sonrasında da yine onun tarzında
büyük etki yaratmış on yedinci yüzyıl haiku'sundan.
Aslında o güne
kadar yazdığı her şey ile söylemeye çalıştığını farklı bir şekilde anlatıyor bu
kez: Japon insanı hayatın anlamını onları çevreleyen güzellikler vasıtasıyla
bulur. Bu bir kiraz ağacının açmakta olan çiçekleri de olabilir, yavaşça düşen
kar da. Ya da gecenin karanlığında asılı duran sarı bir ay.
Kendisi de hayatın
anlamını bu güzellikler vasıtasıyla mı buluyordu öyleyse? Pek sayılmaz. Bilakis
bu güzelliklerin fazlası ile farkında olmasına rağmen o daha çok hayatın
karanlık yanlarına bakmayı tercih etmiş. 1923 yılında Tokyo'daki büyük
depremden sonra haftalarca yavaş yavaş sokakları arşınlayıp gördüklerine adeta
bir daha unutmamak için daha da dikkatli bakmış. Başkalarının gözlerini
kaçırdıkları manzaraları zihnine kazımış. Kendisi deneyimini şöyle anlatıyor:
''Avrupa ya da
Amerika'dansa her zaman Doğu'nun yıkılmış kentlerine gitmeyi arzu ederim. Ben
mahvolmuş bir ülkenin vatandaşıyım. Başka hiçbir insan manzarası benim kalbimi
mülteci gibi görünen depremzedelerin oluşturdukları kuyruklar kadar kıramaz.
Bunun sebebi belki de evim diyebileceğim hiçbir yeri olmayan bir öksüz, yetim
olmam ve bunun sonucunda melankolik yürüyüşleri hep sevmiş olmamdır.''
Hiroşima'ya atılan
atom bombasının ardından da yine kenti dolaşan ve tüm acısını içine çeken yazarın
acıya olan müptelalığı belki de gerçekten kaçınılmazdır. O 1899 yılında, henüz
yedi aylıkken, prematüre bir şekilde doğar. Bu hayatının geri kalanında her
zaman hissedeceği bazı sağlık problemlerine yol açmıştır. Hali vakti yerinde
bir ailesi vardır, ancak henüz iki yaşındayken babasını tüberkülozdan kaybeder.
Bir yıl sonra da annesi aynı hastalığa yenilir. Ablasına annesinin, kendisine
ise babasının akrabaları sahip çıkar. İlerleyen yıllarda sadece bir kez daha
görebildiği ablasını da 1909 yılında kaybeder. Onu büyükbabasının ölümü takip
eder. 15 yaşına geldiğinde Kavabata hayatta artık tek başınadır. Daha sonra
tanıyıp yakın arkadaş olacağı bir başka mühim Japon yazar Mishima'nın ona
''Cenazelerin Usta''sı diye hitap etmesi boşuna değildir. Hayatı boyunca pek
çok cenazeye katılmıştır (Daha sonra Mishima'nınki de dahil olmak üzere.)
Kendisi ise bu kadar çok ölümün onu mutlak yalnızlığa ve köksüz olmaya mahkum
ettiğini söyler. Bu sebepten ölüm fikri her zaman ona çok yakındır, yazdığı her
şeyde muhakkak vardır. Romanlarından onun zihnini en çok kurcalayan mevzulardan
birinin bu olduğunu anlamak hiç de zor olmaz. Okuyucusuna da bunu düşündürtmek
ister. ''Rüzgar yaklaşmakta olan kışın sesini taşımaktaydı'' derken aslında
okurun yaklaşmakta olan ölümü sezmesini sağlamak istemektedir. Özellikle İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra sadece ağıt yakmak istediğini söyler. Yaşananlar onda
hiçbir zaman onarılmayacak bir kalp kırıklığına sebep olmuştur.
İşte zannediyorum
biraz önce bahsi geçen basitliğe bu pek zorlu yoldan geçerek ulaşmış olmalıdır.
Yazım şekli hassas ve saydam olarak tanımlanan Kavabata'nın görünüşü de esasen
insanda aynı hisleri uyandırmakta. Geçmişi dikkatle incelendiğinde,
fotoğraflarına bakıldığında daima bir erkek çocuğu görüntüsü taşıyan fiziğiyle
sanki boşluğun ortasında duruyormuş hissi yarattığı bir hakikat. Beni kendisiyle ilgili en çok düşündüren fotoğraflarından
biri yazı masasının başındaki hali örneğin. Japon iç mimarisine uygun olarak
bomboş, çok sade bir odanın ortasında yere oturmuş, alçak bir masanın üzerinde
yazmakta olduğu bu hali bana göre Kavabata'nın kalabalığın ortasındaki
yalnızlığının, daha doğrusu 'tek başına' lığının en güzel sembolü.
Bununla beraber
Kavabata'nın yalnız, tamamı ile kendi dünyası içerisinde yaşayan bir adam olmadığını
da söylemek gerekir. Hatta Amerika'nın en mühim Japon Edebiyatı
araştırmacılarından olan Donald Keene'in söylediği gibi yazarın bu başka,
sosyal halleri nedense fazla konuşulmaz. Hem okuru, hem dünya edebiyatının
önemli isimleri onun yalnızlığını vurgulamak isteseler de Kavabata iç
dünyasından sıyrıldığı anda kalabalığa karışır ve hatta onun önemli bir parçası
haline gelir.
Tam on yedi yıl
boyunca (1948-1965) Uluslararsı PEN yazarlar birliğinin Japonya başkanlığını
yapar. Ülke içinde ve dışında pek çok toplantıya tek kelime yabancı dil
anlamamasına rağmen katılır. Bu süre zarfında durup dinlenmeden Japon
yazarların başka dillerde yayımlanabilmesi için çalışır. Diğer yazarlarda
kıskançlıktan ziyade saygı ve hayranlık hissi uyandırmasının sebebi de bu
çalışmalarıdır. Sadece kendi yazdıklarını değil, Japon edebiyatının dünyadaki
yerini önemsemektedir. Yine bu sebepten Kamakura Bunko Yayınevi'ni kurar. Pek
çok genç yazara destek verir. Kavabata gelecek vaat eden Japon yazar bulma konusunda ustadır ve
adeta tek başına Japon edebiyatının geleceğine yön vermek için çabalar. Üstelik
kitapları ucuza satarlar. Amaç savaştan çıkmış Japon halkının daha çok kitap
okuyabilmesini sağlamaktır ve bir ilke imza atmış olur. Savaş sonrası Japon
edebiyatında bir patlamaya sebep olduğunu söylemek katiyen abartı olmaz.
Ölümünden kısa bir
süre önce ise Tokyo Metropolitan Bölgesi vali seçimlerinde desteklediği aday
için canla başla çalışır. O kadar ki o gürültülü seçim arabalarının üzerinde
sokak sokak dolaşır. Yine aynı tarihlerde Amerika'ya bir tur düzenleyerek
çeşitli konferans ve derslere de katılır.
Gençlik yıllarında
da yine The Scarlet Gang of Asakusa kitabına konu olacak Asakusa'da bir hayli
hareketli günler geçirmiştir. Asakusa, 1800 sonlarında Montmartre Paris için ne
ifade ediyorsa Tokyo
için o demektir. Dansçı kadınların sokaklarda soyunduğu, dilencilerle
yazarların kol kola gezdiği, genç kadın fahişelerin volta
attığı bu çivisi çıkmış bölge Kavabata için de uzunca bir süre çekim merkezi
olmuştur. Zamanın kültürel sloganı ''ero, guro, nansensu''dur. Yani ''erotik,
grotesk ve saçmalık.'' Kavabata tam üç yıl boyunca Asakusa sokaklarında dolaşıp
genç gangsterler dahil herkesle tanışır, onları tahlil eder, notlar alır ve
sonra da gördüklerini, yaşadıklarını 'olağanüstü modernist bir roman' olarak
tanımlanan The Scarlet Gang of Asakusa'da yazar. 1930 yılında yayımlanan bu
kitap bölgeyi daha da meşhur etmiştir. Kavabata ise 1931 yılında evlenerek bu
dekadan hayattan elini ayağını çekerek tarihi Samuray başkenti olan Kamakura'ya
taşınır ve oradaki yazar camiası ile dostluk kurar.
Kavabata'nın
intihar eylemine ilgi duyması bu dönemde mi başlıyor bilemiyoruz fakat Japon
tarihine, kültürüne ve yaşantısına bu kadar meraklı bir adamın Samuray
ritüellerinden en ilgincine ilgi duymaması bana göre mümkün olamaz. Gerçi
intharı genel olarak kendine tema edinmesine rağmen Nobel konuşmasında bu
konuya da değiniyor ve eylemi kınıyor.
''Bir insan
kendini dünyaya ne kadar yabancılaşmış hissederse hissetsin intihar bir
aydınlanma şekli değildir. Ne kadar hayran olunan biri olursa olsun intihar eden bir adam azizlik
mertebesinden uzaktadır. İntihara ne sempati duyuyorum ne de hayranlık
besliyorum.''
Gelin görün ki bu
konuşmayı 1968 yılında yapan Yasunari Kavabata 1972 yılında çalışmak için
gittiği stüdyosunda geriye bir not bırakmadan intihar eder. Gerçi geride
bıraktığı ikinci eşi ve birkaç arkadaşları intihar etmediğini, gaz borusunun
yanlışlıkla serbest kaldığını ve bunun bir kaza olduğunu savunurlar, fakat bazı
kaynaklar gaz borusunun ağzında bulunduğunu söylediği için intihar ettiği
ihtimali her zaman daha çok kabul
görür.
İşin hakikati
yazarın genel olarak yaşamına bakıldığında, her ne kadar olaydan dört yıl evvel
bu eylemi kınamış olsa da intiharı attığı her adım ile bir tutarlılık
gösteriyor.
Kavabata
yaşlılığına denk gelen yıllarda kendinden çok genç, hatta küçük denecek yaşta
bir kız ile ilişkiye girmişti. Bu konuda ne hissettiğini bilemiyoruz, fakat
intiharına bu ilişkinin sebep olduğu söylenenler arasında. Tıpkı romanlarındaki
gibi mümkün olmayan bir aşk mı yaşamıştı yoksa daha evvel de söylediği gibi
hayatında bir kez olsun bir kadının elini kendi eline romantik hislerle almamış
mıydı? Yoksa Dağın Sesi'ndeki baş karakter Shingo'nun gelinine duyduğu erotik
hislerden dolayı hissettiği utancı mı yaşamıştı? Hayatı ve hissettikleri ile
ilgili bu kadar çok boşluk bırakan bir yazar hakkında yorum yapma, hayal gücünü
kullanma özgürlüğüyle hareket etmeme izin varsa, ben bu sonuncusunu seçiyorum.
Muhafazakar bir yorumu tercih ettiğimden değil. Ancak hayatı boyunca Japon
kültürünü anlatmaya çalışmış, en karanlık sahnelerde bile arkaya kiraz
çiçeklerini yerleştirerek resmi güzelleştirmeye çalışmış bu adamın yine aynı
sadakatle kendi kültürünün gerektirdiğini yaptığını düşünüyorum.
Nedir seppuku? Ya
da harakiri. Samuray'ın düşmanlarının eline düşmektense ya da bir utanç
içerisinde yaşamaktansa kendini öldürmeyi seçmesidir. Bunu şüphesiz herkesten
iyi, tabiri caiz ise 'en ortodoks Japon' Kavabata biliyordu ve fikrinden ayrı
düşmeden bir Japon geleneğine daha uymuş oldu.
KUTU:
Kawabata
Japonya'nın edebiyat dalında ilk Nobel ödülü kazanan yazarıydı. Ancak ödülü hak
edip hak etmediği konusunda elbet her ülke yazarında olduğu gibi tartışmalar
yaşandı. İlgi çekici olan pek çok akademisyenin bu ödülü esasen Kavabata ile
çok yakın arkadaş olan Mishima Yukio'nun hak ettiğini söylemesi idi. Söylentiye
göre Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Dag Hammarskjöld Mishima'nın birkaç
eserinin çevirisini okuyup çok beğenmiş ve Nobel kuruluna 1968 yılında ilk kez
Japon bir yazara verilmesi kararlaştırılan ödülün bu yazara verilmesini tavsiye
etmişti. Oysa Danimarkalı bir başka yazar yüzünden Mishima bu ödülü
alamayacaktı. Bu yazar 1970 yılındaki bir yemekte tüm açıklığıyla olayı
anlatmıştı. Dediğine göre Nobel Komitesi Japon yazarlar hakkında görüşünü
sormuşlardı. 1957 yılında Japonya'daki PEN kongresi sırasında orada bulunan bu
Danimarkalı yazar Komite üyeleri tarafından halihazırda beğenilen Mishima
yerine ödülün Kavabata'ya verilmesini tavsiye etmişti. Bunun tek sebebi daha
genç olan Mishima'nın solcu eğilimlerinin, Kavabata'nın ise muhafazakar bir
duruşunun olmasıydı. Hatta komite Mishima'nın tüm eserlerini okumuş olmasına
rağmen Kavabata'nın yalnız iki eserini okuyarak ödülü vermişti. Bu Danimarkalı
yazar bir gün yemekte beraber oturduğu gruba şöyle söylemişti: ''Kavabata için
ödülünü ben kazandım.''