Hayatı...
Fyodor
Dostoyevski 30 Ekim 1821 de Moskova’da dünyaya geldi.Annesi varlıklı
sayılabilecek bir tüccarın kızı, babası ise yoksullar hastanesinde görev yapan
askeri bir doktordu. 1812’ de Napolyon’a karşı savaşan Rus askerlerinin
yaralarını sarmış olan babası, karısına eziyet çektiren, çocuklarının mum gibi
durmasını isteyen,dediğim dedik, sert ve aksi bir adamdı. Annesi ise babasının
aksine hisli ve sakin bir kadındı.
Varlıklı
sayılabilecek bir büyükbabaya, evlenirken hatırı sayılır bir drahomayla gelen
anneye rağmen Dostoyevski’nin ailesi asla sıkıntıdan kurtulamamışlardır. Öyle
ki babasının hizmet gördüğü yoksullar hastanesinin avlusundaki bir evceğize
sığındıkları halde yinede kıt kanaat yaşıyor, yoksulluk içinde yüzüyorlardı.
Ailenin ikinci
erkek çocuğu Dostoyevski, dış dünya ile ilişiği kesilmiş bir halde arkadaşsız,
tecrübesiz ve hürriyetsiz büyüyordu. İlk eğitimini ailesinden almış, babasından
Fransızca ve Latince öğrenmişti. Asosyal yaşantısı ve baba baskısına rağmen
hiçte pısırık, çekingen, melek huylu bir çocuk değildi. Evde iskambil oynarken
hileye kaçmasını biliyor, babasının yasak etmesine rağmen koğuş hastalarıyla
konuşmaktan çekinmiyordu.
Babasının bütün
aksiliğine ve kötü huyluluğuna rağmen Dostoyevski’yi dayak cezası uygulandığı
için, okula yazdırmak istemeyişi ve bunun yerine özel bir öğrenci yurduna
yerleştirişi garip ama gerçektir. Genç Dostoyevski yerleştirilmiş olduğu özel
öğrenci yurdunda hem yurdun şartlarına alışmaya çalışıyor, hem derslerine
yetişiyor, hem de harıl harıl Walter Scott’u, Dickens’i, George Sand’ı, Hugo’yu
ve Puşkin’i okuyordu.
Dostoyevski’nin
yurt hayatı tam bir alışkanlığa dönüşeceği sırada, 1837 şubatında, otuz yedi
yaşındaki annesinin veremden öldüğü haberi aldı. Bu haber Dostoyevski’yi âdeta
yıkmış, ne yapacağını bilemez hale getirmişti. Çünkü annesi olmadan babasının
ailelerini bir arada tutabilecek özveriyi gösterebileceğinden kuşkuluydu.
Korktuğu da kısa sürede başına geldi. Karısını kaybeden babasının kendisini ve
ağabeyini Petersburg’taki Askeri İstihkam Okulu’na yazdırma kararını çaresizce
kâbul etmek zorunda kaldı.Oysa ki daha o zamanlarda bile edebiyata ve yazmaya
olan düşkünlüğünü keşfetmiş, yüreğini, aklını disiplin altına sokacak hiçbir
mesleği gözü görmüyordu.
Bütün bunlara
rağmen babasının kararını uygulayacak ve 1843 yılında okulunu başarıyla
bitirecekti. O yıllarda Dostoyevski’yle birlikte okuyan arkadaşlarının yanında
ise sessizliği ile anılacaktı. Okulun bitmesinin hemen ardından asteğmen
rütbesiyle Petersburg’daki İstihkam Müdürlüğü Hizmetine’ giren Dostoyevski , bu
sırada babasını da yitirmişti. Kendi toprak köylüleri tarafından öldürülen
babasının ölümü de onu etkilemiş, yaş***ı boyunca çevresinde kaba, alkolik,
zalim biri olarak tanınan babasının ölümünü bu nedenlere bağlı haklı bir ölüm
olarak düşünmüştür.
Yoksulluk,annesinin
ölümü, yatılı okullar, kaba, alkolik, zalim ve kendi toprak köylüleri
tarafından öldürülmüş bir baba, bu ve buna benzer olaylar karşısında sağlığını
iyiden iyiye yitiren Dostoyevski ilk sara krizlerini yaşamaya başlamış ve
ölümüne kadar bu sara nöbetlerinin ne zaman geleceğine dair sıkıntıyı bütün
ruhunda duyumsamıştır.
Askeri mühendis
olarak girdiği İstihkam Müdürlüğü’nde bir yıl bile kalmadan istifa eden Dostoyevski ilk
eserini, ‘İnsacıklar’ ı yazmaya koyuldu.Tamamlanan eserin el yazması
müsveddelerini okuyan şair Nekrasof, devrin ünlü edebiyat eleştirmeni Belinski’ye
koşarak: “Yeni bir Gogol doğdu” müjdesiyle eseri Rus Sainte-Beuve’üne sundu.
Yazarın toplum meseleleriyle ilgilenmesi gerektiği fikrini savunan Belinski,
kendi görüşüne uygun bir eserle karşılaştığı için ‘ İnsancıklar’ ı övdü.
Belinski kendi görüşüyle örtüşen bu eseri için coşkuyla “Toplumcu romanın bizde
ilk örneğidir bu” diyordu.
1846 yılı
başında ‘İnsancıklar’ kitap haline gelirken, edebi çevreler tarafından kâbul
görmenin verdiği özgüvenle Dostoyevski yeni bir roman yazmaya başlamıştı.
Romanın konusu ise benliğin ikiye ayrılışıydı. Roman ‘Öteki’ adını taşıyordu.
Bu romanda işlemiş olduğu ikilik kavramı Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca
üzerinde duracağı temel tema olacaktı.
Ancak yayımlanan
roman edebi çevrelerce ‘İnsancıklar’ ın aksine övgüyle değil, tepkiyle
karşılandı. Hattâ, bir çok eleştirmene göre Dostoyevski’nin bu romanı ünlü Rus
yazarı Gogol’un ‘Burun’ adlı romanını taklit eden bir kitaptı. Bu tepkiler karşısında
şaşkına dönen Dostoyevski bu defada ‘ Bay Proharçin’ adlı eserini yayınladı.
Maalesef bu eserde edebi çevrelerin ‘Öteki’ adlı romana duyduğu öfkeyi
dindiremedi ve Dostoyevski genç yaşında elde etmiş olduğu ünden, elit edebi
çevreden, hattâ bir çok dosttan bir süreliğine ayrılmak zorunda kaldı.
O zaman ki edebi
çevreler yazarlardan toplum meseleleriyle dolu gerçekçi hikayeler bekliyor ,düşle
gerçek arasında bocalayan yapıtlara ateş püskürüyorlardı. Bu nedenle
Dostoyevski’nin düşüş dönemindeki son çırpınışları olarak görülebilecek Netoçka
Nezvanova ile Ev Sahibesi adlı eserleri edebi çevrelerce yine yerden yere
vuruldu. Dostoyevski’nin son eserleri karşısında onun en büyük destekçisi olan
Belinski bile çılgına dönmüş, ona olan bütün desteğini çekerek, bir zamanlar
Dostoyevski’yi yüceltmek üzere başlattığı sohbetlerinin yeni konusunu
‘Dostoyevski’yle dalga geçmek, aşağılamak’ olarak belirlemişti.
Yüksek edebi
çevre tarafından dışlanan Dostoyevski bundan sonra tabir yerindeyse ‘yeraltına’
çekildi. Çünkü bazı fikirlerin yayılması için yeraltından daha uygun bir
sığınak bulunamazdı. O zamanki Rusya’da eli kalem tutanlar iki fikir etrafında
toplanmıştı. Batıcılar, geri bir memleket olan Rusya’nın Avrupa ülkelerini
örnek tutan esaslı bir devrimle kalkınabileceğini inanıyor, .Slavcılar ise,
Büyük Petro rejiminin Avrupa’dan kabataslak kopya edildiğini, Petro’dan önceki
slav ruhuna ruhuna dönmek gerektiğini ileri sürüyorlardı. Her iki tarafı da
günden güne daha sert tartışmalara sürükleyen fikirlerini yayma isteği öyle bir
hal aldı ki Çar I.Nikola için duruma müdahale etme zamanı gelmişti. Çar, ve
onun emrinde toplanan özel polis kuvveti bütün konuşmalardan haberdardı.
Anlayacağınız gizli fikirlerin yayılmasında en güvenli sığınak olarak görülen
yeraltından yerüstüne Çar’ın dahi duyacağı fısıltılar sızmıştı.Sonuç olarak
yazarların hepsi gözaltına alındı.
Ancak, bütün
baskı ve tutuklamalara rağmen yanardağ yaradılışlı Dostoyevski bu kaynaşmanın
dışında asla kalamazdı.İhtilalci gruplardan birine başkanlık eden Petraşevki ile 1846 da tanışınca grubun
toplantılarına devam etmeye başladı. Bu yeraltı toplantılarının da yerüstünden
duyulması üzerine I. Nikola’nın emri ile Petraşevski grubu üyeleri 22 Nisan
1849’da tutuklanarak hapse atıldı. İhtilalciler beş ay boyunca yargılandı.
Yargılama sonucunda ortaya çıkan sonuç zanlıların masumiyetiydi. Ancak bu
masumiyet kararının doğru bir karar olmadığına inanan Dahiliye nazırı davaya
tekrar bakılmasını istedi. Yeniden yargılama sonunda ise suçluların idamına
karar verildi. Çar I.Nikola döneminde ölüme mâhkum olmanın ölmenin ta kendisi
olduğunu bilen Dostoyevski ve diğer ihtilalciler için artık hiçbir yaşama şansı
kalmamıştı.
22 aralık 1849
sabahı mâhkumlar idam edilecekleri meydana götürüldü. Çar, bir yönetmen
titizliğiyle , yaşanacak olan dramı, en küçük ayrıntısına kadar tespit etmişti.
Çar, bu yaptığı ile âdeta ölümün soğukluğu karşısında bu mâhkumların ne derece
küçüleceğini, fikirlerine ne derece sahip çıkacaklarını görmek istiyordu. Ve
şimdi bu büyük oyunu sahneye koyma zamanıydı. Yirmi yedi yaşındaki Dostoyevski
ve arkadaşları gözleri kapatılarak kazıklara bağlandı. Ölüm tamburu vurulurken,
infazı gerçekleştirecek olan askerler tüfeklerini dolduruyorlardı. Hayatla ölüm
arasında kıl kadar ince bir çizgi kalmıştı. Nihayet bu tüyler ürpertici oyuna
bir son verilip af kararı okundu. Bu olayın Dostoyevski üzerinde bıraktığı etki
kendisi tarafından bir çok yerde dile getirilecek, hattâ eserlerinde yer
alacaktır. Ancak bütün bunların bile yaşanan sahne karşısında duyulan gerçek
hislerin tercümanı olduğunu iddia etmek imkânsızdır.
Çar I.Nikola’nın
senaryosunu yazıp, sahneye koyduğu ‘Sahte İnfaz’ oyununun hemen ardından
Dostoyevski, “canice niyetler beslediği, edebiyatçı Belinski’nin Ortodoks
kilisesi ile Devlet otoritesine karşı hakaret dolu mektubunu yaydığı için dört
yıl kürek cezasına ve altı yıl da er rütbesiyle seferi orduda hizmete” mâhkum
edildi.
1854 yılının Şubat
ayında Dostoyevski’nin kürek cezası sona erince, er rütbesiyle Sibirya’nın uzak
bir köşesinde bulunan Semipalatinsk
kasabasında ordu hizmetine verildi. Aradan bir yıl geçmemiştir ki , yirmi iki
yaşındaki Baron Vrangel savcı göreviyle kasabaya gelip yerleşmişti. Baron
Vrangel’in kasabaya gelirken beraberinde getirdiği kitap ve mektup Dostoyevski
ve Baron Vrangel arasında sarsılmaz bir dostluk kurulmasına neden oldu. Çünkü,
Baron Vrangel’in beraberinde getirdiği kitap ve mektubun sahibi Dostoyevski’den
başkası değildi. Bunları gönderen ise kardeşi Mihael Dostoyevski’ydi. Bu
dostluk Dostoyevski’nin sürgün olarak yaşamak zorunda kaldığı kasaba da bütün
kapıların kendisine sevgi ve samimiyetle açılmasını sağladı.
Kasabanın
Dostoyevski’ye açılan kapıları arasında birde evlilik kapısı bulunuyordu. Bir
süre sonra annesi gibi verem hastalığı bulunan bir Maria Dimitrievna ile
evlenmiş ve erlikten, asteğmenliğe yükselmişti. Kasabaya alışmış, hattâ bu
sürgün yerini sevmeye bile başlamıştı, ancak ne zaman kendi başına kalsa Petersburg’ a duyduğu
özlem ruhundan gözlerine, yüreğine fırlıyordu. Eserler tasarlamayı da bırakmış
değildi. Sürgüne giderken kardeşi Mihail Dostoyevski’ye devrettiği müsveddeleri
arasındaki ‘Küçük Kahraman’ adlı eserinin ağabeyi tarafından mahlasla 1857
yılının Ağustos ayında bir dergide yayınlatılması edebi başarıyı erken yaşlarda
yakalayan Dostoyevski’yi bile inanılmaz sevindirmişti. Ancak, bir şeyler
değişmişti, hattâ çok şey değişmişti, kendisine sürgün gelen yıllar, Rusya’da
günlük hayatın gelişmesini, değişmesini ifade ediyordu. Acı gerçek buydu. Bu
nedenle Dostoyevski’nin büyük umutlarla yayınladığı ‘Amcanın Rüyası’ ile
‘Stepançikova Köyü Hikâyeleri’ ne eleştirmenlerin, ne de okuyucuların dikkatini
çekmedi. İtiraf etmek zordu, ancak Dostoyevski adı doğduğu topraklarda
unutulmuştu bile.
1859 yılında
Rusya’ya dönmek için yaptığı teşebbüslerin başarıyla sonuçlanması ile birlikte
karısı Maria Dimitrievna ile başkente yerleşti. Daha öncede savaşçı kişiliğinin
ipuçlarını verdiğimiz Dostoyevski’nin başkente gelişi sonrası sürgünün verdiği
yorgunluk ve ‘İnsancıklar’ sonrası yayınladığı bir çok eserinde yaşadığı hâyâl
kırıklığı nedeniyle köşesine çekileceği düşünülemezdi bile. Öyle de yaptı, asla
köşesine çekilmedi, ilk iş olarak kardeşi Mihail Dostoyevski ile birlikte aylık
olarak yayınlanan Vremya (Vakit) adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Bu dergi
yıllarını sürgünde geçirmiş okumaya ve yazmaya susamış bir deha için bulunmaz
bir fırsattı. Dostoyevski’de bu fırsatı değerlendirmek için elinden geleni yapmaya
çalıştı, hem derginin sürekli başa bela idarî ve malî işleriyle uğraşıyor, hem
yaş***ının kötü yazgısı olan sara nöbetleriyle cebelleşiyor, hem de sürekli,
bıkıp usanmadan yazıyordu. 1861 yılında Vremya’da Dostoyevski’nin azim ve
kararlılık sonrası ortaya çıkardığı ilk eserinin tefrikasına başlanmıştı. Bu
eserin adı ‘Ezilenler’ di. Bu ilk adım bile göz kamaştırıcıydı, ancak aynı yıl
biten ve kitaplaşan ‘Ölü Evinden Anılar’ adlı eseriyle Dostoyevski uzun süre
önce istemeye istemeye ayrılmak zorunda kaldığı ününe ve büyük ismine
kavuşmuştu. ‘Ölü Evinden Anılar’ Sibirya’da yaşanan sürgün hayatını anlatıyor,
bir başka deyişle Dostoyevski’nin kendi gerçeğini anlatıyordu. ‘Ölü Evinden
Anılar’ ın bütün Rusya’da büyük heyecan yarattığı doğruydu, ancak öyle bir
doğru daha vardı ki, Çar’lar yönünden hiçte şansı olmayan Dostoyevski’nin
eserini okuyan Çar II. Aleksandr’ın bile gözyaşları içinde kalmasıydı. Eserin
temelini teşkil eden
kaybedilen özgürlük teması, özgürlük peşinde koşan Rus aydınları tarafından
büyük övgü ile karşılandı. Bu eser sonrası Dostoyevski eskiden yaş***ış olduğu
ancak kısa süren parlak günlerine geri dönmüştü. Aranan, istenen, saygı duyulan
bir yazardı. Kaybedilmişti, unutulmuştu, ama sorun değildi, bulunmuştu ya,
önemli olan buydu. Dostoyevski’nin kaderi olsa gerek, parlak günlere,
pohpohlanmaya karşı kendi bünyesinde gelişen garip bir sakarlığı vardı. Öyle
olmasa 1864 yılında ‘Yeraltından Notlar’ adlı, içerisinde bol bol sosyalist
aydınların hicvedildiği eseri yayınlamaz, böylelikle hiçbiri estetik olmayan,
politik nefretle beslenmiş eleştiriler yağmuru altında kalmazdı. Ama dedik ya,
Dostoyevski bu, yanardağ yaradılışlı bir garip adam... Oysa, “Yer Altından
Notlar” , çaresiz insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak
yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken giderek kabuğuna
çekilmesinin hikâyesidir. Dostovyevski’nin daha sonra işleyeceği birçok felsefi
ve ahlaki problem, bu romanla başlamıştır.
Annesinin,
babasının, hattâ kendinin bile bir anlamda yaş***ış olduğu ölüme tanıklık eden Dostoyevski için
1864 yılının Nisan ayında ölen karısının ve aynı yılın Temmuz ayında ölen
kardeşinin ölümleri sonsuz bir acıdan ziyade doğumla başlamış bir yalnızlığın
tekrarı niteliğindeydi. Evet, yine yalnız kalmıştı, . Vremya’da da işler
yolunda gitmiyor kardeşinden kalan yüklü borç yüzünden oldukça zor günler
geçiriyordu. Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...Bazı zamanlar bu çalışma
temposunun on sekiz saati aştığı anlar oluyordu.
Bu dönemde
filmlere dahi konu olan inanılmaz çarpıklıklar âdeta yaş***ının bir parçası
olmuştu. Taahhüt üzerine eserlerini yazıyordu. Evet, yanlış anlamadınız,
Dostoyevski kitapçısı Stellovski’ye peşin para karşılığında yazmayı taahhüt ettiği
eserlerini isteyerek, duyumsayarak değil, aceleyle, yetiştirme kaygısı ile
kâleme alıyordu. Haklıydı da, eğer
taahhüt ettiği zaman içinde eserlerini tamamlayamazsa yazmış olduğu ve yazacağı
bütün eserlerin telif hakkını kaybedecekti. Bu kaygıyla ortaya çıkan
eserlerinin 1866 yılında yayınlanan ilk büyük romanı ‘Suç ve Ceza’ ve aynı yıl
yayınlanan ‘Kumarbaz’ olması insan üzerinde ne büyük bir etki uyandırmaktadır.
Kanımca, bu eserlerin ortaya koyduğu edebi zevkin yanı sıra, dehanın hiçbir
ortamda ışığını kaybetmeyeceği gerçeğini de Dostoyevski’yle bütünleşmiş bu
haliyle asla unutmamalıyız. Ayrıca özel olarak teşekkürler taahhütlerin yılmaz
bekçisi Stellovski...
Dostoyevski’nin
kaygı dolu bu yılları yalnızca hızlı yazılmış eserlerini ortaya çıkarmadı, ikinci
bir meyvesini Anna Grigorievna ile verdi. Eserlerini vaktinde bitirebilmek için
bir dostunun tavsiyesiyle katibe olarak işe aldığı, yirmi yaşlarında bir kız
olan Anna Grigorievna’yla önce dostluğa, sonra ise aralarında büyük yaş farkı
olmasına rağmen evliliğe yelken açmıştı. Bu evlilik 1867 yılının Şubat ayında
gerçekleşecek ve bu tarihten sonra Anna Grigorievna , Dostoyevski’nin
yaş***ında yalnızca bir eş olarak değil, onun derbeder hayatını düzenleyen,
alacaklılarıyla çekişen, eserlerinin basımıyla uğraşan vefa yüklü bir şahsiyet
olarak tarih karşısında yerini alacaktı.
Dostoyevski’de
asla Anna Grigorievna’nın bu olağanüstü sevgisine kayıtsız kalmadı. Bu
nedenledir ki yasaklanan dergilerinin mücadelesini vermeden, söylenecek sözleri
bitmemişken, çok sevdiği vatanını terk etmek zorunda kaldı. Vatanında kalmış
olsa belki de kendisini tutuklayacaklardı, sonra, sonrasında ya kürek cezası,
ya da sürgün, oysa Dostoyevski için vatanından kopup Avrupa’ya gitmekte bir
bakıma kürek cezası, sürgün değil miydi?
Bazı insanlar
sıkıldıkları, kendilerini mutsuz hissettikleri anlarda bu ruh hallerinin
üzerine gitmek yerine onu bambaşka bir uğraşla unutmaya, tabir yerindeyse
halının altına süpürmeye çalışırlar. Dostoyevski’de Avrupa’da yaşadığı
mutsuzluğu unutmak için kumar tutkusunu hortlatmayı yeğledi. Neredeyse bütün
zamanını kumarhanelerde geçirerek elinde bulunan kısıtlı parasını da kaybetti.
Bütün bunların üzerine yaşanan tarifsiz sıkıntıların yeni bir acıyla son
noktaya ulaşması da gecikmedi. Üç çocuğu bulunan Dostoyevski ülkesine dönmeden
önce çocuklarından bir tanesinin ölümüyle, yaş***ı boyunca alışkını olduğu
çevresinden birilerini kaybetme duygusunu bu defa daha derinden yaş***ış oldu.
Ancak unutulmaması gereken bir noktada Dostoyevski’nin kronikleşmiş kumar tutkusunun,
sefaletinin, acılarının yanında yine Avrupa’da tamamladığı ‘Budala’, ‘Ebedi
koca’, ‘Ecinniler’ adlı eserleridir.
Bu acı olaydan
bir süre sonra ülkesine dönen Dostoyevski ülkesinde şaşırtıcı bir teklifle
karşılaştı. En guzel yıllarını fikirleri yüzünden çalan, onu küreğe, sürgüne
mâhkum eden
Çar’lık kurumu, bir başka Çar’ın çocuklarına öğretmen olmasını, yani
fikirlerini, düşüncesini geleceğin Çar’larına aktarmasını istiyordu. Bu teklif
belki de Dostoyevski’yi bile hayrete düşürecek ikilik örneğiydi.
Bu arada
Dostoyevski yazmaya devam ediyordu. Çevresinde olup biten her şeye rağmen
yazmak... Bu onun sığınılacak tek limanıydı. Yaşadığı onca sıkıntı ve acıya
rağmen üretmeyi, herkese yönelik eserler bırakmayı asla terk etmemiştir.
Sayısız badire ve kayıplar onu çökertmemiş, hayattan kopartmamıştır. Bunun en
iyi örneği de 1879 yılında şaheseri denebilecek bir eseri olan “Karamazov
Kardeşler” i kendi ülkesinde tamamlamasıdır.
Ve her şeyin bir
sonu vardır. Yazar Dostoyevski için geride bıraktığı eserler göz önünde
bulundurularak ölüme bir son demek yanlış bir ifade olabilir, ancak insan
Dostoyevski için ölüm her insanda olduğu gibi gerçektir. Dostoyevski 1881
yılının Ocak ayında yaşı boyunca kendisini yalnızlığa sürükleyen
akrabalarının tazelediği bir miras meselesi nedeniyle sinirleri son derece
yıprağından şiddetli bir akciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak’ta, altmış
yaşındayken hayata gözlerini yumdu. 31 Ocak’ta yapılan cenaze töreninde otuz
bin kişilik bir kalabalık hazır bulundu....
Ne diyelim,
hemen hepsi birer edebi şaheser niteliğinde bulunan bütün eserlerine rağmen,
siyasi eğilimleri nedeniyle “söylem” dışı kalan, ancak ölümünden kısa bir süre
önce Puşkin’in ölüm yıldönümünde yaptığı parlak konuşmayla iade-i itibar
görebilen, devlet tarafından tehlikeli, aydınlar tarafından gerici bulunan
Dostoyevski, hiç değilse-cenaze merasiminde yalnız kalmamıştır...!