Monday, October 22, 2012

SADIK HİDAYET ÜZERİNE


“Hayat hikayemde önemli bir şey yok. Başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım; başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı… bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni; haklıydılar belki de…” (1)
Bu sözler, İran Edebiyatı’nın modern dünyaya açılan yüzü Sadık Hidayet’in, ölümünden birkaç yıl önce sarf ettiği cümleler... Hidayet, ölümünün üzerinden yarım asır geçmesine rağmen ardında bıraktığı bir düzine eseriyle hala etkisini ve varlığını sürdürmekte. Sefalet ve bunalımlarla geçen kısacık ömrüne, ülkesinde ve dünyada çığır açacak çapta eserler bırakmayı başarabilmiş bir yazar olan Sadık Hidayet’in edebi kişiliğine ve İran Edebiyatı’na kazandırdıklarına geçmeden önce, en az hikayeleri kadar hazin ve ibret verici olan yaşam öyküsüne değinmek istiyorum:

HAYATINI HİKAYELERİ GİBİ YAŞAYAN BİR YAZAR: SADIK HİDAYET

Şahlık İranının soylu ve nüfuzlu bir ailesine mensup olan Sadık Hidayet 17 şubat 1903’te Tahran’da dünyaya gözlerini açar. İlköğrenimini Tahran’da Medrese-i İlmiye’de tamamladıktan sonra orta öğrenimini yine Tahran’da bulunan ve bir misyoner okulu olan Saint Louis Fransız Koleji’nde tamamlar. Burada Fransız dili ve edebiyatıyla tanışan Hidayet, 1925’te mühendislik eğitimi almak için Belçika’ya gider. Belçika’da aradığını bulamaz ve edebiyat okumak için Paris’e geçer. Yazı hayatına burada başlayan Hidayet ilk eserlerini burada kaleme alır. Bir ara bunalıma girerek Paris yakınlarında bir marinada hayatına son vermek için kendini denize atar fakat bir kayığın yetişmesiyle intihar girişimi sonuçsuz kalır. 1930’da Tahran’a dönen Hidayet, ailesinin nüfuzundan faydalanmak istemez ve kendi imkanlarıyla iş bulmaya çalışır. İran Milli Bankası’nda çalışmaya başlar. Bu arada arkadaşları Bozorg Alevi, Mesud Ferzad ve Mücteba Minovi’yle birlikte ‘Dörtler Grubu’nu kurar. Bir çok iş ve kurum değiştiren Hidayet, İran Şahı Rıza Şah’ın baskılarına dayanamayarak Hindistan’a gider. Hindistan’da Pehlevi Farsçasını öğrenir. İlk romanı ‘Kör Baykuş’u (Bûf-e Kûr, çev. Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yay.) da burada yayımlar. Tekrar Tahran’a dönen Hidayet Devlet Musiki İdaresi’nde çalışmaya başlar. 1948’de Özbekistan Orta Asya Devlet Üniversitesi’nin daveti üzerine Taşkent’e gider. 1950’de tekrar Paris’e dönen Hidayet, geçirdiği bunalımlar sonucunda yerleştiği bir dairede, 9 Nisan 1951’de havagazı ile intihar eder. Cenazesi Paris’te defnedilir. (2)
En yakın arkadaşı Bozorg Alevi, Hidayet’in ölümünü şu satırlarla anlatıyor: “Paris’te günlerce havagazlı bir apartman aradı. Championnet Caddesi’nde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başındaydı, yerdeydi.” (3)

HİDAYET’İN EDEBİ KİŞİLİĞİ VE İRAN EDEBİYATI’NA GETİRDİKLERİ

Sadık Hidayet, Muhammed Ali Cemalzade’yle birlikte modern İran öykücülüğünün kurucuları arasında anılır. Eserlerinde sade anlatımı ve halk dilini benimseyen Hidayet karakterlerini de sıradan ve çoğunlukla ezilmiş, horlanmış ve cahil kalmış halk kesimlerinden seçer. Realist anlatıyı seçen Hidayet’te Modernizm’in de etkileri görülür. Hatta İran’ın sürgün yazar, düşünür ve eleştirmenlerinden Reza Berahendi, Hidayet’i realist, modern ve aynı zamanda post-modern bir yazar olarak niteler. Bu durumu İran’ın sınıf çatışmalarından uzak kalmasıyla açıklayan Berahendi, Hidayet’in kendileri için hâlâ üstad ve aşılamayan bir yazar olduğunu yinelemektedir. (4) Fransız eleştirmen Andre Rousseaux da Hidayet’i “yüzyılımızın edebiyat tarihinde kilometre taşı” olarak vasıflandırır.
Hikayelerindeki karakterlerin yaşayan dünyadan olmasına özen gösteren Hidayet içinde yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarından da kaçmamıştır. Her ne kadar eserlerinde kuvvetli bir trans hali seziliyorsa da bilinci elden bırakmamış ve hikayelerini bir mimar hassasiyetiyle bina etmiştir. Bu bakımdan öykülerinde ironi, yergi ve taşlamaya çok sık rastlanır. Tasvir gücü hayli yüksek olan Hidayet’te, zaman zaman Realizm’in sınırlarının zorlandığını ve Natüralizm’e yöneldiğini hissedersiniz. Öyle ki bazı cinayet, hastalık ve ölüm tasvirleri Emile Zola’yı gölgede bırakacak çıplaklıkta ve çarpıcılıktadır. Mübalağa, söz sanatları ve süslemelerle dolu bin yıllık İran Edebiyatı’nı göz önüne aldığınızda, bu durumun ne kadar yeni, kışkırtıcı ve sınırları zorlayıcı olduğunu tahmin etmek zor olmaz.
Her ne kadar Batı Edebiyatı’na hakim olduğu ve hikaye tekniğinde Batılı edebiyat akımlarını taklit ettiği gözlense de, Hidayet’in kendi geleneksel kaynaklarından yüz çevirdiği iddia edilemez. Bir ara Hindistan’a gidip burada Pehlevi Farsçasını öğrenmesi ve bu dilden modern Farsça’ya çeviriler yapması da Hidayet’in ananevi kültürüne bağlılığını gösteriyor. Yeri geldikçe geleneksel referanslardan faydalanan Hidayet’i en çok etkileyen ve eserlerinin içine kadar giren, İranlı filozof, şair Ömer Hayyam olmuştur. Birçok hikayesinde Hayyam’ın rubailerine yer veren veya doğrudan göndermelerde bulunan Hidayet, ‘Teraneha-ye Hayyam’ (Hayyam’ın Teraneleri, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları) isimli kitabı ve bu kitabına yazdığı önsözüyle Hayyam’a olan hayranlığını izhar etmiş ve hakkında yeni yorumlar ortaya koymuştur.
Ahlaki dersler ve öğütler vermekten olabildiğince kaçınmaya çalışan Hidayet’te yine de çocuk masallarına yakın türde öğüt verici hikayelere rastlamak mümkündür. Özellikle Zinde Be-Gûr (Diri Gömülen, Çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) kitabında yer alan Ab-ı Hayat (Hayat Suyu) hikayesini masal şeklinde inşa eden Hidayet, birbirine zıt karakterli üç kardeşin hikayesini anlatır. Bunlardan Kel Hüseyni ve Kambur Haseni çalışmayı sevmeyen tembel yaratılışlı ve kötülüğe meyyal karakterlidir. Küçük kardeş olan Ahmetçik ise çalışkan, iyi kalpli, altın ve esrarda gözü olmayan ahlaklı bir gençtir. Yolları bir noktadan sonra ayrılan kardeşlerden Kel Hüseyni ve Kambur Haseni iki ayrı ülkeye gider. Kel Hüseyni haşhaş eken ve sağır insanların yaşadığı Mehtap ülkesine padişah olurken Kambur Haseni halkı körlerden oluşan Altın Saçan ülkeye hükümran olur. Buralarda kendilerini tanrılaştıran Hüseyni ve Haseni kardeşler de bir müddet sonra kör ve sağır olurlar fakat zevk ve safa içerisinde yaşadıklarından dolayı hallerinden şikayet etmezler. Bir zaman sonra Hayat Suyu’nun bulunduğu Kadife Çiçeği ülkesinde yaşamaya başlayan Ahmetçik ağabeylerinin körler ve sağırlar ülkesinde padişah olduklarını öğrenir. Körlüğün ve sağırlığın ancak Kadife Çiçeği ülkesinde bulunan hayat suyu ile geçtiğini öğrenen Ahmetçik, ağabeylerini ve bu ülkelerin insanlarını körlükten ve sağırlıktan kurtarmak için Hayat Suyu’nu bu ülkelere götürmek ister. Ancak, ağabeyleriyle savaşmak zorunda kalan Ahmetçik uzun süren savaş sonrası galip gelir. Kadife Çiçeği ülkesine ordu gönderen Altın Saçan ülke ve Mehtap ülkesinin askerleri Kadife Çiçeği ülkesinde hayat suyunu içerler ve burada gözleri ve kulakları açılır. Kadife Çiçeği ülkesi halkıyla dost olurlar ve kendilerini uyutan krallarına isyan ederek onlara dersini verirler. Böylece her üç ülkenin halkı da barış içerisinde yaşamaya başlarlar.
‘Bir varmış, bir yokmuş’la başlayan ve ‘Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine’ diye biten bu küçük masalımsı hikayede Sadık Hidayet çok derin ve çarpıcı ironilere ve göndermeler yer verir. Masaldaki iki kötü karakterin isimlerinin Haseni ve Hüseyni olması, gittikleri ülkelerde peygamber veya tanrı kabul edilmeleri ve vaazlar vererek halkı kandırmaları, Hidayet’in dini otoriteye karşı takındığı net tavrı göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Buna rağmen Sadık Hidayet’in öyküsünü kurgulamasında Kuran’da yer alan Yusuf Peygamber’in kıssasından birebir alıntılar yapması da dikkat çekici bir durumdur. (kardeşlerin birbirini çekememesi ve büyük kardeşlerin küçük kardeşi bir mağaraya hapsetmesi, bir güvercini kesip kanını küçük kardeşin gömleğine bulamaları ve o gömleği babalarına göndermeleri, kardeşlerin günün birinde karşı karşıya gelip hesaplaşmaları, Ahmetçik’in babasının evlat acısından ve hasretinden dolayı ağlayarak kör olması ve Ahmetçik’in babasının gözünü iyileştirmesi)
Sadık Hidayet’in hayat felsefesini oluşturan ve hiçbir zaman aklından çıkarmadığı intihar tem’ine çoğu hikayesinde rastlamak mümkündür. Özellikle Se Katre Hûn (Üç Damla Kan, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) adlı kitabında yer alan on bir hikayesinin yedisi intiharla sonuçlanıyor. Hatta Saye-rûşen (Alacakaranlık, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) kitabının ilk hikayesi olan S.G.L.L.’de kurduğu bilim kurgu dünyasında, insanlığın maddi refaha kavuşmasına rağmen mutluluğu yakalayamamasına ve bunun sonucunda topluca intihara yönelmelerini işler. Hidayet’in bu hikayesiyle geçenlerde ülkemizde de vizyona giren ‘Equilibrium’ (İsyan) filmi arasında şaşırtıcı benzerlikler yer almaktadır. Kıyametin yaklaştığını gören ve bütün insanların göz göre göre kendilerini öldüremeyeceklerinden korkan bilim adamları insanlarda duyguları, aşkı ve şehveti yok eden S.G.L.L.(Serum gegen Liebesleidenschaft, Aşk Acısına Karşı Serum) isimli bir ilaç geliştirirler. Amaçları insanoğlundan şehveti ve duyguları yok ederek üremeyi durdurmak ve insan soyunun tabii bir şekilde yok olmasını sağlamaktadır. Serum insanlara verilmeye başlanır fakat ilacı alanlar üzerinde daha önce saptanmayan bir etki baş gösterir. Bir türlü tatmine ulaşamayan insanlık, yaşadığı dünyayı tahrip ederek intihar etmeye ve birbirini öldürmeye başlar. Dünyada bu trajediler yaşanırken kendilerine ‘Çıplaklar’ adı verilen ve yer altına sığınarak teknolojinin tahakkümüne karşı çıkan bir grup isyancı yeryüzüne çıkarak dünyayı kontrolleri altına alır. Hikayenin pasif de olsalar kahramanları konumunda olan Ted ve Susan da uykuda ölmeyi sağlayan bir ilaç içerek hayata veda ederler.
Öyküsünde geleceğin dünyasını çizen Hidayet, modernitenin haddini, son halini tasvire çalışmaktadır. Bana göre bu hikayesi, Hidayet’in post modernliğini de gün yüzüne çıkarmaktadır. Dinin ve geleneklerin yer yüzünde unutulduğu, maddi refahın son kertede yaşandığı ve ötenazinin serbest olduğu bir gelecek çizen Hidayet, kahramanlarına hayat, ölüm ve ölüm sonrası hakkında derin ve felsefi diyaloglar yaptırıyor ve modernitenin sınırlarını betimleme çabası gösteriyor.
Hidayet’in tek romanı ‘Kör Baykuş’ (ki roman sayılamayacak kadar küçük hacimli bir eserdir), yapısı ve muhtevası bakımından oldukça ilgi uyandıran bir kitaptır. Tamamen bir bilinç akışıyla kaleme alındığı anlaşılan kitapta zaman ve mekan mefhumları ortadan kalkmaktadır. Birbirine giren karakterler ve karışan olayları çözmekte zorlanan okur, kimi zaman aklı karışmış olarak kitabı elinden bırakmak zorunda kalabiliyor. Yalnız yaşayan, ailesinden ve çevresinden kopmuş ve sürekli afyon içen bir gencin bilinç altına giren Hidayet, burada şaşırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor okuyucusunu. Hermann Hesse’in Bozkırkurdu’nu anımsatan eserde Freud’un psikanalizinden fazlasıyla yararlanıldığı görülüyor. Philippe Soupault’nun ‘yirminci yüzyılın düşlemsel edebiyatında bir baş yapıt’ diyerek övdüğü Kör Baykuş’u İran’da yayınlayamayan Hidayet, kitabı Hindistan’da bastırarak kapağına ‘Bu kitabın İran’da satışı yasaktır’ yazısını eklemiştir.
Hidayet’in en yakın arkadaşı Bozorg Alevi, Kör Baykuş’un Almanca baskısı için yazdığı ‘son sözü’nü şöyle bitirir: “Ölümünden az önce bir hikaye taslağı ele almıştı, şuydu konu: Annesi “Salgı salamaz ol!” diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. –Hidayet’in hayat hikayesi miydi bu?” Evet, sadece Hidayet’in değil, tabiatı yazmak olan ve buna rağmen eline ve diline kelepçe vurulan bütün yazarların kaderi ve hikayesi budur belki de…

·         Hidayet, Sadık. Kör Baykuş. Çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, sf. 87
·         Hidayet, Sadık. Se Katre Hûn, Mokaddama o Girdâveri: Cihangir Hidayet. Neşr-e Çeşme, Tehran, 1381
·         Hidayet, Sadık. Kör Baykuş. a.g.e. sf. 90
·         İran-Türkiye 1. Edebiyat Günleri Toplantısı, 22 Mayıs 2004, Bilgi Üniversitesi, İstanbul.

Kör Baykuş – Sadık Hidayet

Yazar savaska Mart 1, 2009
kor-baykus-sadik-hidayet
 Kör Baykuş – Sadık Hidayet
YKY, Roman, 95 sayfa
Çev.: Behçet Necatigil
 ‘Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.’ Kör Baykuş bu cümleyle başlıyor. Anlatıcı-kahraman, yazma nedenini açıklıyor:”kendimi gölgeme tanıtma isteği.”(s.16) kalemdan olan kahraman başlıyor anlatmaya. Genç bir kızın servinin dibindeki ihtiyara akşam sefası verdiğini resmediyor hep. Amcası olduğunu sandığı bir kişi geliyor, ona ikram etmek için şarap şişesine uzandığında pencereden resmettiği ihtiyar ve kızı görüyor ve çok etkileniyor, ne kadar süre geçti bilinmez, odaya döndüğünde amcası(ihtiyar,kambur,yarık dudaklı)! yok oluyor. Gördüğü kızı unutamıyor, tekrar pencereden bakmak istediğinde duvarda bir pencere olmadığını görüyor.
O günden sonra içtiği şarap ve afyon miktarını çoğaltır. Bir akşam eve döndüğünde kapıda bir çift gözle karşılaşır. Kadın odaya girer, evi bilir gibi. “İlk karşılaşmamız böyle olacak diye tasarlamıştım.”(s.23) Anlatılanlar bir delinin uydurmaları mıdır? Afyon ve şarap etkisiyle düşler mi görmektedir, kahraman. Kendinin de ifade ettiği gibi bunlar hep tasarı mıdır? Kız günlerdir ölü gibidir, ölmüştür sanki, gerçekten. Hangisi gerçek. “Onu kendi tenimin sıcaklığıyla ısıtmak istedim..” Bir ölüye bu şekilde yaklaşma nasıl bir şehvet duygusudur, ki öyle biri varsa, ve ölüyse. Bir an ölmediğini düşünür kızın, ama ceset kokusu duyar. Romanın ilk cümlelerinden başlayan karamsar hava derinleşir. Ölünün çürümesi, kurtların onu yemesi vb. insanı ürperten cümleler… Kızın gözlerinin resmetmek ister, çalışır, sonunda yapar da. Ancak ölüyü yoketmesi gerekmektedir, onu parçalayıp bir bavula koyup, bir yere gömmeyi düşünür. Bir cinayet, gerilim filmi sahnesi. Aşk, şehvet ve gaddarlık… İnsanın karanlık dünyasına imgesel bir yaklaşım…
“Ben başka türlüsünü değil, ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.”(s.26)
“kemik saplı bıçak”la cesedi parçalayan, kahraman parçaları bir bavula doldurur, “ihtiyar, kambur bir arabacı” gelir, arabanın”tabut yerinndeki oyuğa” uzanır, adam aynı zamanda mezarcıdır da, “dere kenarında, servinin yanına kazar” mezarı, bavulu gömer ve mezar yerini düzleştirir, bilinmesin diye. İhtiyar, mezarı kazarken bir “testi” bulmuştur. “Yaşarken nasıl başkalarının uzağında kalmışsa, şimdi de diğer ölülerin uzağında kalması gerekiyordu.” diye düşünür ve yürür. Yolda “ihtiyar, kambur bir adam”la karşılaşır(hep aynı kişi ?), arabacıyla, arabacı onu evine bırakır, tetiyi de ona verir.  Paara almaya giden kahraman, döndüğünde ne arabadan ne de adamdan iz bulamaz, bir testi kalmıştır elinde. Testiyi siler, ve testideki resimde “o gözlerle” karşılaşır. Dün akşam yaptığı portredeki resimdeki gözlerin aynısıyla. “Testi bir ceset gibi göğsüme yükleniyordu.”  Bu cümle Hayam’ın şu rubaisini hatırlatır:

“Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi”              

Testideki resmi yapanla aynı dertleri çektiklerini düşünür. O eski ressam da, onun gibi, güzel bir çift gözün esiri mi olmuştu. Unutmak ister olanları, ama şöyle düşünür:”Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı.”(s.37)
“Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu bir görevdi benim için. Uzun süredir bana işkence eden bu devi öldürmek istiyordum, çektiklerimi kağıda geçirmek istiyordum, bir iki tereddüttrn sonra lambayı yakınıma koydum ve yazmaya başladım şöylece: “(s.38) Ve başlar öykü, zaman ve mekan belirsizliğinde. Butimar kuşu gibi susmaz, anlatıcı, hayatını bir üzüm gibi sıkıp, şarabını gölgesine içirmek ister. “Butimar(bir kuş), deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına.(denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.)(s.39) Burada “gölge” kimdir? Biz okuyucular mı; anlatılanlardan sarhoş olacak, ya da anlattıklrı kişiler mi birer gölge, anlatıcının tasarladığı, her biri kendinden parçalar taşıyan.
Tasvirler birbirine karışıyor, “yarık dudaklı” amca mı, anlatıcının bugünü mü? “nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum”(s.40) Canlılar dünyasıyla bağını kopartan kahraman anılarını anlatmaya başlar. Dış dünyayla bağlantısı iki penceredir. Ki oradan da bir kasabı, bir de çömlekçi bir ihtiyarı görür. İç dünyasında ise sütannesi ve “kahpe” karısı.
Sütannesinen öğrenmiştir annesinin-babasının hikayesini, onları hiç görmemiştir, annesi bir rakkasedir.Sütannesinin kızıyla(şahcan) evlenmek zorunda kalır, ancak mutsuzluk yakasını bırakmayacaktır. Kadın onu odasına sokmayacaktır hiç, başkalarıyla düşüp kalkacaktır, duyduklarının birer dedikodu olduğunu düşünür bazen. “kemik saplı bıçak” burada da karşımıza çıkar, anlatıcı bir gece karısını öldürür.
Sokaktan sarhoş polisler geçer, romanda. Bir şarkı söylerler…. Yakalnma korkusu mu, bir figür mü sadece.
Karısını kesme düşüncesi. Kasabı düşünür, kasabın koyu niyetine karısını kestiğini, ilk teşebüsü odadaki bir öksürük sesiyle yarıda kalır.
“Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir? Acaba ben kendi masalımı yazmıyor muyum? Fakat masal, her anlatanın, miras aldığı ruh durumunun sınırları içinde, tasarlayıp da eremediği dilekler için bir çözüm, bri kaçış yolu ancak.”(s.51)
“Bİrkaç gün önce bana bir dua kitabı getirdi, üzeri bir karış tozla kaplı. Ama ne bu kitap, ne de o aşağılık adamların elinden kafasından çıkmış başka kitaplar, yazılar, düşünceler giderdi derdimi..”(s.62)
“Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır;…”(s.63)
“Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır.”(s.69)
“Kuran okuyan ihtiyarın, kasabın, karımın maskelerini kendi yüzümde görüyordum. Sanki benim maskemin birer yansımasıydılar.”(s.77)
“Gölgem çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden; duvara vurmuş gölgem daha gerçekti vücudumdan. Sanki ihtiyar hurdacı, kasap, dadım ve o kahpe karım, benim gölgelerimdiler, ben de bu gölgelerin içinde hapsedilmiştim. Bir baykuşa benziyordum, ama iniltilerim boğazımda takılıp kalıyordu ve ben pıhtılaşmış kan olarak tükürüyordum onları. Şayet başkuş da hasta olsa benim düşündüğüm şeyleri düşünür. Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi ve iki büklüm eğilmiş, yazdıklarımı dikkatle okuyordu.”(s.82)
Kör Baykuş: geceleri görünmez mi baykuş ve kör ise gecenin karanlığında ne yapar, ancak afyon çekip, gözlerinde gölgeler görmez mi?
Anlatının sonunda testiyi bulamaz anlatıcı, kambur bir ihiyarı görür gibi olur, ancak kaybolur sislerin içinde. Döner kendine bakar:” Üsütm başım yırtılmıştı, tepeden ayağa kana belenmiştim, çevremde iki mayıs böceği dolanıyordu, ve küçük beyaz kurtçuklar, kıvıkl kıvıl tenimde -ve bir ölünün ağırlığı, eziyordu göğsümü.”(s.85)
Yoğun, karanlık bir anlatı. Kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl sorularının karşılığı: Afyon ve şarap içen bir anlatıcı, uçan, uçarken anlatan.KÖR bir BAYKUŞ…. İntiharın “kör baykuşu”una saygıyla…
Savaş KAYAN
***
HER ŞEY BOŞ VE GEÇİCİDİR
Ve her şey / herkes yalandır
‘’Yalnız ölüm yalan söylemez’’
Ölüm gelince insan ne hisseder?
Sahi /açık kapıdan çıkıp giden on altı yaşındaki öğrencim/ avucuna doldurduğu kalp ilaçlarını içerken/ kapıdan çıkma/ gitme/ özgürlüğünü kullanırken son ne düşündü/ ve ölüm meleği onun gencecik bedenine ne fısıldadı? Tüm düşler dayanıksız değil midir?Zaten bir avuç kor gibi/ kül gibi/ bir üflemeyle dağılmaya hazır değil mi?
‘’Yalnız ölüm kurtarır bizi, bütün aldanışlardan, bir ölüm kurtarabilir, ama ancak şu ölüm: Bizi hiçlik ülkesine , boşluklara gömecek olan ölüm’’
Küçük örümcek artık salgı salamaz olur son hikaye taslağındaki gibi,
Kendi isteğiyle acılarına son veren Hidayet, bu küçük örümcek gibi ağ yapamayınca/ ümitsizliğe kapılınca/kurtuluş yolunu kaybeder ve gerçek hayatta nasıl ölümü seçtiyse romanda / ölümün/ sürekli birbirine dönüşen / ölen/ ölüm ağırlığında göğsü ezilen kahramanla biter
ÖLÜM BİR SON MUDUR? BAŞLANGIÇ MI?
Sorusu kalır dimağımızda,ölüm bir son mu, başlangıç mı?