UTKU ÖZMAKAS
1967'de
Fransızca basımıyla bir anda tartışmaların odağına oturan
'Gramatoloji', dile ilişkin bildiklerimizi köklerinden sorgulayan ve
geleneksel temelleri sarsan bir yapıt
Geride bıraktığımız yüzyılın
şüphesiz ki en büyük beyinlerinden birisi Jacques Derrida’ydı. Yahudi
üst-orta sınıf Cezayirli bir aileden gelen, futbolcu olmak isterken
filozof olan Derrida, dünyanın en çok düşünür yetiştirmiş okullarından
biri olan École Normale Supérieure’da okumuş, Çekoslovakya’daki
entelektüellere destek vermek için bu ülkeye gittiğinde tutuklanmış ve
dönemin Fransa başbakanı Mitterand’nın araya girmesiyle serbest
bırakılmıştı. Felsefe sahnesindeki pek çok isimle çeşitli başlıklar
altında tartışmış, yazılarında diyaloga girmişti. Şüpheye yer bırakmayan
bir başka şeyse Martin Heidegger’in ‘abbau’ kavramını çevirmeye
çalışırken bulduğu ‘yapısöküm’ kavramının felsefe literatüründe yeni bir
kanal açılmasına neden olduğudur. Bu büyük düşünürün temel yapıtı olan
‘Gramatoloji’ sonunda Türkçede. Derrida’nın bağlamı tam da anlaşılmadan,
belki de en çok eleştiriye maruz kalan o meşhur tümcesiyle birlikte:
“Metnin dışında bir şey yoktur.” Bu tümceye gelmeden önce
‘Gramatoloji’nin hattını izlememiz daha yararlı olacaktır. Derrida,
soruşturmasına dilin en önemli kavramlarından biri olan göstergeyle
başlar.Dili yeniden düşünmek
1967’de Fransızca basımıyla bir anda tartışmaların odağına oturan, daha sonra da 1976’da Spivak’ın (dünyanın en çok atıf yapılan çevirmen önsözlerinden birini de barındıran) çevirisiyle İngilizceye (ve ardından pek çok dünya diline) kazandırılan ‘Gramatoloji’ dile ilişkin bildiklerimizi köklerinden sorgulayan ve geleneksel temelleri sarsan bir yapıt. Derrida, kitabın birinci bölümünde ‘Kitabın Sonu ve Yazının Başlangıcı’ndan söz ederek “dil sorunun öteki sorunlar arasına hiç de basit bir yere sahip olmadığı”nı dile getirir ve Ferdinand de Saussure’ün bugün klasikleşmiş gösteren/gösterilen ikiliğini ele alarak işe başlar. Derrida’ya göre söz konusu ikilik sağlam temelleri olmayan bir ayrımdır. Gösteren doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Biz bir gösterenden gösterilene gitmek isterken aslında başka bir gösterenler yığınına ulaşırız. Böylelikle karşımıza çıkan, anlamın tek bir göstergeye dayanamayacağı, anlamın sonsuz bir zincir üzerinde sabitlenemeyeceğidir. Dil, bu düşünceye göre, postyapısalcı başka düşünürlerde de görülebileceği üzere, sabit bir yapıya sahip değildir. Derrida’ya göre “Gösterilen ile gösteren arasında bir ayrım yoktur.” Bu durum dilin yapısını yeniden düşünmemiz gerektiğini gösterir; çünkü “Batı metafiziği dilbilimsel bir biçimin tahakkümü olarak üretilir.” Öyleyse bu tahakkümü aşmak demek belirli bir düşünme biçimini de aşmak anlamına gelecektir. Bu nedenle gösteren/gösterilen ayrımının varolmadığını ileri süren Derrida ‘iz’ kavramını devreye sokacaktır.
Sözmerkezcilik ve İkili karşıtlıklar
‘Gramatoloji’nin ilk kısmında J. J. Rousseau’nun “yazı, konuşmanın temsilinden başka bir şey değildir” varsayımından yola çıkan Derrida, Batı metafizik tarihi boyunca yazının sözün bir eki olduğu, sözün yazıdan önce geldiği varsayımını ele alarak bu öncelik-sonralık anlayışının ‘sözmerkezcilik’ten kaynaklandığını dile getirir. Sözmerkeciliğe karşı kuramsal bir savaş açan Derrida, yeniden Saussure’ün düşüncesine döner ve sesin yazıya göre bulunuşa yakın olmasından yola çıkarak sözmerkezciliğin sesmerkezcilikle yanyana yürüdüğünü tespit eder. “Dilbilim ile grafik işaretler arasındaki ilişkinin doğal bir düzeni” olduğunu varsayımının temellerini sarsarak yazıyla kötülük arasında Platon’dan itibaren kurulan ilişkinin altının boş olduğunu sergilemeye çalışır. ‘Gramatoloji’nin ikinci bölümü olan ‘Doğa/Kültür/Yazı’da “şüphesiz ki metafizikte olduğu gibi dilbilimde de sesçilik, yazının aşağılanması ve dışarıda bırakmasıdır” diyerek Rousseau ve Lévi-Strauss gibi düşünürlerde de sesmerkezci bir kavrayış olduğunu göstermeye çalışır. İkinci bölüm, bu anlamda ilk bölümün felsefe tarihi içerisinde örneklerle doğrulanma çabasıdır.
Gösteren/gösterilen ikili karşıtlığı söz konusu tahakkümün yalnızca bir biçimidir. Dahası, düşünürün ‘Platon’un Ezcanesi’ metninde dile getirdiği üzere Batı metafizik tarihini sırtlamış olan tüm ikili karşıtlıklar (gösteren/gösterilen, konuşma/yazı, söz/dil, kültür/doğa, erkek/kadın, iyi/kötü vb.) aslında birbirini şiddet yoluyla dışlayan bir ötekilik mantığı içerisinde kurulmuştur. Düşünce dünyamızı ele geçiren bu ikili karşıtlıkların yapısöküme uğratılması şarttır. Peki o halde
Büyük bir düşünür susunca…
Yapıt sayısı bakımından verimli bir düşünür olan Derrida, ortaya koyduğu oldukça geniş kavramlar ağıyla neredeyse el atmadık konu bırakmamış, tilmizlerinin üzerinde düşünmesi için pek çok soruyu açıkta bırakmıştı. ‘Gramatoloji’nin entelektüel bir gövde gösterisi olarak taşıdığı muazzam biçem bu soruların yanında ancak önemsiz bir detay oluyor. Yazılarının muğlaklığı ve karmaşıklığından şikayet edenlerin bu derinliklere vakıf olamadığını söylemek sert bir yanıt olmasa gerek. Özellikle de ‘Kusura Bakmayın Ama Hiçbir Zaman Tam Olarak Öyle Söylemedim’ diyen bir düşünürden söz ediyorsak… ‘Yas çalışmaları’, ‘hayalet’ metaforu, ‘Dostluğun Politikası’nda dostluğa dair söyledikleri, ‘Sınırlı Mürekkep’te John Searle ile dil üzerine yaptığı önemli tartışma, mimariye olan etkisi ve geride bıraktığı pek çok kavram düşünüldüğünde Gramatoloji Derrida’nın yazı üzerine düşüncelerinin toplandığı bir yapıt olmakla kalmaz aynı zamanda diğer düşüncelerine de bir temel oluşturur.
Costas Douzinas editörlüğünü üstlendiği ‘Adieu Derrida’ kitabına Derrida’nın (‘Adieu to Levinas’ta) Emmanuel Levinas için sorduğu soruyu yineleyerek başlıyordu: “Büyük bir düşünür sustuğunda ne olur?” Bu soruyu Derrida’nın mirasına sadık kalarak yazar sussa da yapıtın konuşmaya devam ettiğini söyleyerek yanıtlayabiliriz. ‘Gramatoloji’ o sesin esas kaynağıdır.
‘Bilmeyenler zahmet edip öğrensin’
Kitabı Türkçeye çeviren İsmet Birkan’la Derrida üzerine...
Derrida dille oynamayı seven ve bunu da bir felsefe yapma yordamı olarak gören bir düşünür. Bu nedenle yapıtı Türkçeye çevirirken karşılaştığınız güçlüklerle başlayabilir miyiz?
Bu metni çevirmeye çalışırken hayli oflayıp puflamış, ‘şundan bir kurtulsam’ hallerine düşmüş, ama bunun kaynağını incelememiştim. Şimdi bakıyorum da, iki yönlü veya ‘kanatlı’ bir etkinlik olan çevirinin her iki kanadında da elbette birtakım güçlüklerle karşılaşmış olmakla birlikte, sözünü ettiğim bezginlik halinin bu tür ‘teknik’ güçlüklerden çok, bu felsefeye yakınlık duymayışımdan ileri geldiği duygusuna kapılıyorum.
Derrida’nın bu kitabından, konu olarak ele aldığı Rousseau’nun eserinden yaptığı çok geniş alıntıları, Saussure ve Lévi-Strauss üzerinden yapısalcılıkla hesaplaşmasını ve bunlardan yaptığı alıntıları, pozitif bilim olarak gramatoloji bölümünü, Rousseau’nun eserinin yazılışı, tarihi, bölümlenmesi ve diğer eserleriyle karşılaştırılıp değerlendirilmesine ilişkin uzun pasajları bir yana bırakıyorum (Neden? çünkü buralarda çevirmeni zora koşacak önemli sorunlar gözükmüyor!).
Bunları açıklayan, yorumlayan, birleştirip karşılaştıran, eleştirip çürüten ve bu süreç içinde yazarın kendi düşüncesini serimleyen, geri kalan kısımlar benim asıl uğraştığım pasajlar oldu, doğal olarak. Buralardaki dil kullanımını da doğrusu yadırgamadım. Eline kalem alan Fransız’ın ‘edebiyat’ yapmaması beni daha çok şaşırtırdı (Camus’yü, Sartre’ı düşünün). Kaldı ki Derrida alışık olduğumuz logos temelli ‘metafizik’ düşünceyi yıkmaya çalışıyor, yer yer onun dışında [olduğunu söylediği] bir mantık kullanıyor ki, dille az çok oynamadan, dilin ‘edebi’ işlevlerine de başvurmadan bunu başarmak belki daha zor olurdu.
Derrida, kavramlarının Türkçeleştirilmesinde çeşitlilik olan bir yazar. Örneğin, sadece –bugün az çok üzerinde uzlaşılmış olan– ‘yapısöküm’ için bile yedi farklı çeviri önerisi olduğunu tespit etmiştim. Bir çevirmen için böyle bir düşünürü/düşünceyi çevirmek bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Bence bu çeşitlilik Derrida metinlerine özgü değil (örneğin esprit/geist için genelgeçer ‘öztürkçe’ karşılığımız var mı?), Türkçenin malzeme ve mekanizmalarını kuşaklar boyu yeterince işletmemiş olmamızın sonucu içinde bulunduğu “oturmamışlık” durumundan ileri geliyor. Sözcükler anlamlarını kullanım içinde, kullanılarak kazanırlar, encümen kararıyla değil. Bu durum devam edecektir, ta kendi dilimizde felsefe yapacak hale gelişimize kadar... Bu arada çevirmenler de yeni buluşlar yaparak dillerini zenginleştireceklerdir. Bu konularda katı olmanın kimseye, özellikle dile yarar getirmediği artık anlaşılmış olmalı. Böyle metinlerle uğraşmanın avantaj mı yoksa dezavantaj mı olup olmadığına gelince, çevirmeni dilin mekanizmalarını çalıştırmaya zorladığı ölçüde, dil için yararlı, gerekli, hatta vazgeçilmezdir; çevirmenin kendisi için de, rahatına düşkün biri değilse, aynı nedenle yararlı, dolayısıyla bir avantajdır. Ama çıkan metinde yadırganacak öğeler olabilirmiş, varsın olsun! Yazarın dediği gibi, bilmeyenler zahmet edip öğrensinler!
Yapısöküm nedir?
Derrida deyince akla gelen ilk kavram olan ‘yapısöküm’ün popülerliğinden hiç de hoşlanmıyordu aslında düşünür. Derrida düşüncesiyle kişiliği arasında kolayca ilişki kurulabilecek bir düşünür. 2002 yılında Kirby Dick ve Amy Kofman’ın yönetmenliğiyle hakkında yapılan belgeselde kameraya karşı takındığı çekingen tavır oldukça dikkat çekicidir. Sahne ışıkları pek ona göre değildi. Kendisiyle ilgili kişisel soruların çoğunu reddedip bir film yıldızı olmadığını vurgulaması belki de düşüncesinin dilin dolambaçlarında bir yol gösterici değil de, tıpkı diğer insanlar gibi kayıp bir yolcu olduğunu ifade etmesinin bir başka yoluydu. Yapısöküm ise bu kayıp yolcunun pusulasıydı. Ne var ki dilin sabit olmayışı bu pusulayı kullananları felsefenin bildik mutlak doğrularından birine götürmüyordu. Bir metnin yapısöküme uğratılması ifadesi daha sonraları düşünürler tarafından bol keseden kullanılacak olsa da Derrida bu kavram hakkında neredeyse tek bir pozitif tümce kurmamıştır. Toshihiko İzutsu’ya yazdığı kamusal mektup, ‘Japon Bir Dosta Mektup’ta bu negatif epistemolojinin en açık ifadeleriyle karşı karşıya kalırız: “Yapısöküm ne değildir? Her şey!, Yapısöküm nedir? Hiçbir şey!”
Yapısöküm sıklıkla –yanlış– anlaşıldığı üzere bir okuma ya da çözümleme yöntemi değildir. Bir metnin açmazlarından yola çıkarak varolanın otoritesinin altüst edilmesi, metnin yazıldığı yönün aksine doğru yeniden yazılmasıdır. Bu nedenle bir metne dışarıdan uygulanabilecek genel bir kuram da değildir. Niall Lucy’nin ‘Derrida Dictionary’de (bu metin de Sabri Gürses çevirisiyle kısa süre içerisinde dilimize kazandırılacak) söylediği gibi: Derrida’ya göre yapısöküm, “üzerine düşünmeyi, bilinçliliği ya da bir öznenin, hatta modernliğin örgütlenmesini beklemeyen bir olaydır. Kendi kendini yapısökümler. Yapısökümlenebilirdir.”
Derrida’nın belki de en çok yanlış anlaşılan düşüncesiyse o ünlü mottosunda ifade ettikleriydi: “Metnin dışında bir şey yoktur.” Derrida, gerçeklik ile metin düzeyi arasında ayrım yapıp aslında bağlam dışında bir şey olmadığını ifade etmeye çalışmıştı. Daha önce andığımız üzere bir kavramı kullanarak gerçekliğe her gönderme yaptığımızda aslında metinsel olarak ifade edilebilen bir gerçekliğe, yani bir metne gönderme yapmış oluruz. Kısacası felsefe yaparken bir metnin, bağlamın içindeyizdir.
GRAMATOLOJİ
Jacques Derrida
Çeviren: İsmet Birkan
BilgeSu Yayınları
2011
480 sayfa
35 TL.