Yaşam Başka Yerde
Romanlarıyla 20.
yüzyıl Avrupa’sının düşünsel ve siyasi belleğine büyük katkılarda bulunan Milan
Kundera, Yaşam Başka Yerde’yi, Çekoslovakya’nın Rusya tarafından işgal edildiği
sıralarda yazmış ve 1969 yılında yayımlamıştı. Savaşlar, darbeler ve siyasi gelişmeler
romanlarının arka planında hep olsa da, Kundera karakterlerini çoğunlukla sanat
çevrelerinden seçmiş, böylece güncel olaylarla entelektüeller arasındaki
ilişkileri tartışmaya açmıştır. Kundera’nın, “Benim için Avrupa devrimi ya da
buna benzer bir şeyin romanı” dediği Yaşam Başka Yerde, kişisel deneyimlere ve
aydın çevreleri içindeki gözlemlere dayanır: Resme ve şiire olan yeteneği daha
çocukken keşfedilen Jaromil, cinsel kimlik karmaşası yaşayan ve kendi
bedeninden nefret eden
annesini, “başsız kadın bedenleri”yle resmetmekte, “yaşam mı yazı mı” gerilimi
içinde büyümektedir.
Herkesin kendisine
baktığını bildiğinden, acımasızca yüzünün bilincine vardı ve neredeyse
dehşetle, yüzünde taşıdığının annesinin gülümseyişi olduğunu hissetti.Bu nazik,
acı gülümseyişi kesinlikle tanıyordu, onu dudaklarında hissediyordu ve ondan
kurtulma çaresi yoktu.
MILAN KUNDERA,
1929’da Prag’da doğdu. 1967’de yayımlanan ilk romanı Şaka 1968’de Çekoslovak
Yazarlar Birliği Ödülü’nü aldı. 1968’deki Rus işgalinden sonra Kundera, 1975’te
Fransa’ya göç etti ve Fransız vatandaşlığına geçti. 1978’de Gülüşün ve Unutuşun
Kitabı yayımlandığında Çekoslovak hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarıldı.
En çok satan kitabı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1984) sinemaya da
uyarlandı. Yazarın Çekçe yazdığı diğer kitapları Gülünesi Aşklar (1968), Yaşam
Başka Yerde (1973), Ayrılık Valsi (1976) ve Ölümsüzlük’tür (1990). Fransızca
olarak yazdığı Yavaşlık 1995’te yayımlandı. Kundera’ nın Kimlik adlı romanı
Fransa’da 1998’de basıldı. Son romanı Bilmemek 2000 yılında yayımlandı. Deneme
kitapları Roman Sanatı 1986, Saptırılmış Vasiyetler 1993, Perde 2005 ve Bir
Buluşma 2010’da yayımlandı. Milan Kundera, karısıyla birlikte Paris’te yaşıyor.
ŞAİR DÜNYAYA
GELİYOR
1
Şaire nerede gebe
kaldığını düşündüğünde annenin aklına üç olasılık geliyordu: bir gece park kanepesinde,
bir öğleden sonra şairin babasının bir arkadaşının evinde ya da bir sabah Prag
dolaylarındaki romantik bir köşede.
Aynı şeyi baba
düşündüğünde şairin, arkadaşının evinde ana rahmine düştüğü sonucuna varıyordu
çünkü o gün her şey ters gitmişti. Şairin annesi, babanın arkada- şının evine
gitmeyi kabul
etmiyordu. İki kez kavga ettiler, ikisinde de barıştılar. Sevişirlerken komşu
dairenin kapısının gıcırdaması üzerine anne telaşa kapıldı ve seviş- meyi
kestiler. Sonra tekrar sevişmeye koyuldular ve şairin babasına göre gebeliğin
nedeni olan karşılıklı bir huzursuzlukla sevişmeyi sona erdirdiler.
Buna karşılık
annesi şaire emanet bir apartman dairesinde (dairede tam bir bekâr evi
dağınıklığı hâkimdi ve anne, üzerinde meçhul ev sahibinin pijamasının süründüğü
dağınık yatağı hatırladıkça tiksiniyordu) gebe kaldığını bir an için bile kabul etmiyordu. Park
kanepelerinde ancak orospuların sevişeceğini düşünerek istemeye istemeye ve
zevk almaksızın sevişmeye razı olduğu park kanepesinde gebe kalma olasılığını
da aynı şekilde reddediyordu. Şairin, güneşli bir yaz sabahı, Praglıların pazar
günleri dolaşmaya çıktıkları bir vadide, diğerleri arsında çarpıcı bir biçimde
yükselen büyük bir kayanın dibinden başka yerde ana rahmine düşmüş olamayaca-
ğından kesinlikle emindi.
Bu dekor birçok
nedenden ötürü şairin ana rahmine düşüş yeri olarak uygundu. Öğle güneşiyle
aydınlandı- ğından karanlık değil aydınlık, gece değil gün dekoruydu; doğal bir
açıklığın ortasında yer alıyordu, dolayısıyla havalanma ve kanatlar için biçilmiş
kaftandı; son olarak da, kentin en uçtaki yapılarından çok uzak olmaksızın,
vahşiyane yarılmış topraktan fışkıran kayaların süslediği romantik bir
manzaraydı. Tüm bunlar anneye, o sırada yaşadıklarının anlamlı bir görüntüsü
gibi geliyordu. Şairin babasına duyduğu aşk, anne babasının yaşamlarının
sıradanlığına ve düzenliliğine karşı romantik bir başkaldırı değil miydi?
Zengin bir tüccarın kızı olup da öğrenimini henüz tamamlayan meteliksiz bir
mühendisi severek sergilediği yüreklilikle, bu boyun eğmez manzara arasında
gizli bir benzerlik yok muydu?
Şairin annesi o
sıralarda büyük bir aşk yaşıyordu ve kayanın dibinde geçirilen güzel sabahtan
birkaç hafta sonraki düş kırıklığı bu aşkı hiç etkilemedi. Her ay yaşamını
aksatan mahrem rahatsızlığın hayli geciktiğini sevinçle sevgilisine
müjdelediğinde mühendis isyankâr (ama bize sorulursa yapay ve sıkıntılı) bir
ilgisizlikle, muhakkak normal ritmine dönecek olan önemsiz bir aksamanın söz
konusu olduğunu belirtti. Anne, sevgilisinin umutlarını ve sevinçlerini paylaşmayı
reddettiğini sezdi. Yaralanmıştı, doktor gebe olduğunu söyleyene kadar da bu
meseleden bir daha ona söz etmedi. Şairin babası onları kaygılarından gizlice
kurtaracak bir jinekolog tanıdı- ğını söylediğindeyse, anne hıçkırıklara
boğuldu.
Başkaldırıların ne
de dokunaklı sonuçları oluyor! Önce genç mühendis için ailesine başkaldırmış,
daha sonra ona karşı yardım isteyerek ailesinin yanına koşmuştu.
Anne babası da onu
düş kırıklığına uğratmadılar. Mühendisi buldular, açık açık konuştular ve kaçış
yolu olmadığını anlayan mühendis, güzel bir evliliğe razı olup kendi inşaat
şirketini kurmasına olanak verecek hatırı sayılır drahomayı tartışmasız kabul etti. Sonra da,
gelin hanımın doğumundan bu yana ailesiyle birlikte yaşamakta olduğu villaya,
iki bavuldan oluşan mütevazı servetini taşıdı.
Mühendisin hemen
teslim olması, şairin annesinin yüce bulduğu bir sarhoşlukla kendini attığı
maceranın, kesinlikle hak ettiğine inandığı paylaşılmış büyük aşk olmadığını
görmesini engellemiyordu. Babası iyi iş yapan iki ecza deposunun sahibiydi ve
kızı da hesabını biliyordu: Kendisi her şeyini aşka yatırdığında (anne babasına
ve onların sakin yuvasına ihanet etmekten bile çekinmemişti) karşısındakinin de
ortak kasaya eşit miktarda duygu koymasını isterdi. Haksızlığı gidermek
amacıyla ortak kasaya yatırdığı sevgiyi geri çekmeyi arzuluyordu ve dü- ğünden
sonra da kocasının karşısına kibirli ve ciddi bir yüzle çıktı.
Şairin annesinin
kız kardeşi baba evinden yeni ayrılmıştı (evlenmiş ve Prag’ın merkezinde bir
daire kiralamıştı). Bu durumda yaşlı tüccar ve karısı giriş katındaki odalarda
kaldılar ve mühendisle kızlarının, babanın yirmi yıl önce yaptırdığı zaman
seçtiği düzeni aynen koruyan üç –iki büyük bir küçük– odaya yerleşmeleri mümkün
oldu. Dayalı döşeli bir mekânı yuva olarak benimsemek mühendisin sorunuydu
çünkü sözünü ettiğimiz iki bavulun içindekilerden başka hiçbir şeye sahip
değildi. Bununla birlikte, odaların görünümünü değiştirmek üzere ufak tefek
birkaç düzenleme önermekten de geri kalmadı. Ancak şairin annesi, kendisini
jinekoloğun bıçağı altına göndermek istemiş olan adamın, anne babasının
karşılıklı içtenlik ve güvenle dolu yirmi yıllık sıcak alışkanlıklarının
yaşadığı mekânın eski düzenini altüst etmeye yeltenmesine göz yumamazdı.
Genç mühendis bu
kez de dövüşmeden teslim oldu ve sözünü edeceğimiz alçakgönüllü protestoyla
yetindi: Çiftin odasında gri mermerden daire şeklinde bir levha ve bunu taşıyan
sağlam bir kaideden oluşan bir masa, masanın üstünde de çıplak bir adam
heykelciği vardı. Adam sol elinde, belinin sağ tarafına dayadığı bir lir
tutuyordu. Sağ kolu, parmakları sanki tellerden henüz ayrılmışçasına havada
anlamlı bir kavis çiziyordu. Sağ aya- ğı önde, başı hafifçe eğilmiş ve gözleri
gökyüzüne çevrilmişti. Adamın son derece güzel bir yüzü ve bukleli saç- ları
olduğunu ve heykelciğin yontulduğu kaymak taşının beyazlığının ona yumuşak bir
kadınsılık ya da ilahî bir bekâreti anıştıran bir şeyler kattığını eklemeyi
unutmayalım. Zaten ilahî sözcüğünü kullanışımız da raslantı değil; kaidesine
kazınmış yazıya göre lirli adam Yunan Tanrısı Apollon’du.
Ancak şairin
annesinin lirli adamı gördüğünde dişlerini gıcırdatmadığı pek nadirdi. Adam
çoğunlukla bakış- lara poposunu sunuyor, bazen mühendisin şapkası için askı
işini görüyor, bazen o narin başına bir ayakkabı ası- lıyor, kimi zaman da
kokusu nedeniyle Musalar pirini daha da iğrenç bir biçimde aşağılayan bir çorap
giymiş oluyordu.
Şairin annesi tüm
bunları sabırla karşılıyorsa bunun tek nedeni kısıtlı mizah anlayışı değildi;
kocasının, Apollon’un tepesine bir çorap geçirecek sessizliğiyle kibarca
gizlediği bir şeyi, onun dünyasını reddettiğini ve ona ancak geçici olarak
boyun eğdiğini belli ettiğini anlamıştı.
Böylelikle kaymak
taşı heykelcik gerçek bir Eskiçağ tanrısı, yani insanların dünyasına müdahale eden , yazgıları
karıştıran, bilinmezi kotaran ve açıklayan bir doğaüstü dünya varlığı haline
geldi. Genç kadın onu müttefiki olarak görüyor ve düşünen kadınlığıyla onu,
gözleri bazen aldatıcı süsen renkleri alan ve ağzı soluk alıp verir görünen
canlı bir yaratığa dönüştürüyordu. Kendisi için ve kendisi yüzünden aşağılanmış
olan bu küçük çıplak adama âşık olmuştu. Enfes yüzünü hayran hayran seyrediyor
ve karnında büyümekte olan çocuğun, kocasının bu yakışıklı düşmanına
benzemesini istiyordu. O derece benzesin ki, kocasından değil, yapıtlardan,
genç adamdan doğduğunu düşleyebilsindi. Tıpkı geçmişte tablolarından birini
acemi birinin karaladığı tuvalin üzerine yapan büyük Tiziano gibi o da
büyüsüyle karnındaki dölütün çizgilerini düzeltmeyi, dönüştürmeyi ve güzelleş-
tirmeyi arzuluyordu.
İnsan soyundan bir
dölleyicinin aracılığına gerek kalmadan anne olan ve böylece babanın burnunu
sokup işleri karıştırmadığı bir anne sevgisinin ülküsü haline gelen Bakire
Meryem’i sezgisel bir şekilde örnek alarak çocuğuna Apollon adını koymak
istiyordu çünkü ona göre bu isim insan soyundan babası olmayan anlamını taşı-
yordu. Fakat bu denli şatafatlı bir adın ileride oğlunun başına iş açacağını ve
kendisi gibi onun da el âlemin eğ- lencesi olacağını biliyordu. Bu durumda
Yunan gençlik tanrısına layık bir Çek ismi aradı ve aklına Jaromil (ilkbaharda
seven ya da ilkbaharda sevilen anlamına geliyordu) adı geldi. Bu seçim herkesçe
onaylandı.
Zaten o sırada da
tam ilkbahardı ve doğumevine götürüldüğü sırada leylaklar çiçek açmıştı. Birkaç
saatlik ıstıraptan sonra genç şair annenin bedeninden dünyanın ıslak çarşafına
yavaşça kaydı.