SARPHAN UZUNOĞLU
Bu
yazının kaleme alındığı sabaha gözaltında bakan çocukları, bürokratlar
ve iş adamları, Gülen Cemaati ile AKP’nin karşılıklı salvoları,
emniyette görevden alma operasyonları, fotoğraflanan rüşvet sahneleri
ile başladık. Televizyonlar, karmaşayı anlatıyorlar. Sanki her şey
üstümüze yıkılacak ve biz altında kalacakmışız gibi hissediyoruz,
bazılarımızın gözleri yalnızca döviz kurlarını ve borsayı kolluyor,
bazılarımızsa şaşırıyoruz. Olduğu söylenen rüşvet ağındaki isimlerin bir
düğünde beraber gerdan kıvırırken fotoğraflarını görüyoruz.
Benim bu kocaman fotoğrafta gördüğüm tek şey, inanılmaz bir yerellik,
sıradanlaşmış bir kötülük ve o kötülüğün taşralılaşan kıvamı. Sanki her
şey, milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede değil ama küçücük bir
kasabada gerçekleşiyor. Tıpkı Ahmet Altan’ın son romanı, Son Oyun’un geçtiği kasaba gibi.
Altan’ın son romanına cinayet romanı diyebilmek için her anlamıyla
siyasetten uzaklaşmış, son birkaç yıl içerisinde hiç gazete okumamış
olmak lazım. Karşımızda 2010 sonrası Türkiye’nin politik fotoğrafını
çeken bir roman çıkıyor. Üstelik tarafları çok belirgin olan, hatta baş
karakteri de, şaşılmayacak bir biçimde, Ahmet Altan’ın ta kendisi olan.
Romanı dört temel başlık altında incelemekte fayda var. bunlardan
birincisi kasaba, yani olayların gerçekleştiği yer, ikincisi kilisedeki
hazine üçüncüsü güçler arası çatışma, dördüncüsü ise tutku.
Kasaba,
açık bir biçimde günümüz Türkiye’sinin herhangi bir kasabasının güç
ilişkileri üzerinden Türkiye’deki temel güç ilişkilerinin anlatıldığı
bir alan. Kentin yoksulları kentin ‘tarihi’ olan kısmı diyebileceğimiz
yokuş bir alan üzerine konumlanmış durumdalar, yüksekte zenginlerin evi
dururken, orta sınıf, TOKİ’lerinin tüm çirkinliğiyle kocaman bir ovaya
yayılmış şekilde duruyor. Altan’ın baş karakteri kasabada kabul görmüş
tek yabancı. Keza kasabada ikinci bölümde açıklayacağım, iktidar
kavramının doğrudan eşitlendiği bir gerçeklik var: Kilisedeki hazine.
Kimse hazineye dokunulmasını istemiyor. Başkarakter olan yazar,
kasabanın seçkinleri ve esnaflarıyla kurduğu iletişim sayesinde orada
durabiliyor. İki avantajı var: Birincisi yazar olması, ikincisi de
kasabanın elitlerine yakın olması. Üçüncü bir avantajı da merakı. Bu
kasabada herkes tek bir şeyi merak ediyor. Hazine kimin olacak? Yazarsa
insanlara dair merakıyla koyuluyor yola, onların hikayelerinin peşine
düşüyor.
Kasabanın, tıpkı Türkiye’nin olduğu üzere underground bir
yaşam tarzı var. Gündüzleri kalın pardesülerinin, montlarının
içerisinde dolaşan bedenlerin akşamları bilgisayar karşısında birer
şehvet yumağına dönüştüğü bir dünya. Gündüz, ahlakı ve tüm diğer ‘kutsal
şeyleri’ temsil eden kasaba halkı arası ilişkiler, akşam olduğunda
sağlam bir seks oyununa dönüşüyor. Kasabanın en güçlülerinden en
güçsüzlerine, herkesin birbirinden gizli girdiği bu dünyada, tüm
sırların farkında olan tek kişi yazar.
Yanında çalışan kadından sokakta gördüğü tüm diğer insanlara herkesin
bir sırrı var ve yazar o sırların dolaştığı alemde geziniyor. Bu noktada
Ahmet Altan’ın hakkını vermek lazım. Onun gibi bir yazarın bilgisayar
yazışmalarına format olarak da romanının içinde yer vermesi ve gereksiz
bir ‘mektup romantizmine’ ihtiyaç duymuyor olması, gerçekten önemli.
Hazine: İktidar
Romanın en önemli noktası, kasabanın tepesindeki kilisenin altında
olduğu iddia edilen hazine. Bir kasaba dolusu insanı o kasabada tutan ve
o kasabanın varolmasının ve o kasabada olup biten her şeyin bir
‘sebebi’ olduğuna inandıran da o hazinenin ta kendisi. Kasabada işlenen
ve rutinleşen cinayetler de, kasaba elitlerinin ilişkilerinin fonksiyonu
da tam olarak o hazinenin varlığı üzerinden konumlanmış durumda.
Hazine, herkesin karanlık odada bir fili tarif etmeye çalıştığı gibi
tarif edilen, mistik anlamlar yüklenerek, maddi olanın ötesinde, öyle ya
da böyle Tanrı’nın asası konumuna getirilmiş bir güç.
Kasabanın belediye başkanı ve kasabanın en zengin adamı (bu karakterlere
dördüncü bölümde döneceğiz) doğal olarak hazinenin kimin olacağına
karar veremiyorlar ve ellerinde böyle bir yetki de yok. Keza hazine,
tapu kiminse onun olacak ama tapunun kimde olduğu da bilinmiyor.
İktidarın sırrı ve kaynağı belirsiz durumda görünüyor.
Her iki taraf da yazarı etrafına alıp bu zeki adamın karşı tarafı
zayıflatacak herhangi bir fikir verebileceği varsayımına fena halde
yaslanmış durumda. Bu yüzden yazar her iki tarafın da sofralarında
oturup kalkarken, hatta onların hayatlarının en özel detaylarına tanık
olurken bir sıkıntı çekmiyor gibiler.
Taraf Gazetesi’ni çıkardığı dönemde Aydın Doğan’ın ilk önemli
röportajını Taraf’a verdiğini, herkesin günah çıkarmak için Taraf’ı
kullandığını hatırladığımızda, bütün günah çıkarma seanslarının öznesi
olarak yazarı göz önüne alırsak yavaş yavaş hazine yani iktidara giden
bir anahtar olarak insanların entelektüel görgüsü ve hitabı
kendilerinden çok yüksek olan ‘yazarı’ taraflarına katma ve kullanma
çabasını es geçmemek gerek. Altan, kurgusuna eklediği bu çatışmadaki
rolünü elbette Taraf’taki rolünden kitaba aktarıyor. O günlük hayatın
‘pis oyunlarını’ da bilen biri. Ve bu romanıyla bir intikam alıyor. Tutku bölümünde açıklayacağım bir intikam.
Çatışma: Çeteler, Cemaatler, Başkanlar ve Zenginler
Altan’ın kitabında iki temel güç sahibi var. Bunların birincisi Belediye
Başkanı Mustafa, ikincisi ise kasabanın en zengin adamı. Mustafa’nın
sevgilisi yazarın sevgilisi, daha da garibi, kasabanın en zengin
adamının karısı da yazarın sevgilisi. Tutku bölümünde kodlarını analiz edeceğimiz bu ilişkiyi şimdilik bir kenara bırakalım.
Belediye Başkanı Mustafa aynı zamanda çok zengin bir adam ve
zeytinlikleri ve. Kasabanın en zengin ailesi ise fabrikalara sahip.
Aralarında ‘centilmence’ gibi görünen ama nefrete dayalı bir iletişim
olan bu iki aile dönemsel ittifaklarla o güne kadar kotardıkları
ilişkilerdeki gerilimlerini kendilerine bağlı çalışan iki çete
arasındaki çatışmalar üstünden atıyorlar. Her ikisi de kendilerine bağı
çalışan ‘çeteleri’ namuslu insanlar olarak gösterirken, kasabadaki bütün
‘mülk’ meseleleri hukukun değil, çetelerin eliyle çözülüyor. Hukuk ise
‘iktidarın oyuncağı’ konumundan bir an olsun uzaklaşmıyor. Başkan
Mustafa sürekli olarak yanında kasabanın kaymakamı ve yargıcıyla
birlikte geziyor. O politik anlamda görünür olan tüm güçlerin sahibi.
Raci ve Rahmi Bey ise (zenginler) ellerindeki sermaye ile güvenli bir
‘istikrar’ yaratma peşindeler; ancak işler Mustafa’nın kiliseye ulaşımı
engellemesiyle birlikte karışmaya başlıyor ve bugünlerde yaşadığımız
yolsuzluk skandalındakine benzer karşılıklı ‘restleşmeler’
başlayıveriyor.
O restleşmelerin ayrıntıları romanın içinde saklı elbette; ancak
birbirlerinin para kaynaklarını kapattıran yahut yakan, birbirlerinin
adamlarını öldürten ve bu koca kasabayı yakmaya çalışanlar, hiçbir
şekilde sonu bilinmeyen ve sonu da romanda bile belli olamamış, yine
yalnızca tanığının kaderiyle sonuçlanmış bir roman var burada.
Tutku: Son seçim
Ama asıl mesele hem Başkan’ın karıyısla, hem kasabanın en zenginin
karısıyla hem de kasabanın hayat kadınıyla yatan bir adamın nasıl olup
da bu kadar çok şey üstünde karar verici ya da belirleyici olabildiği.
Bu noktada devreye tek bir kavram giriyor o kadar. Yazarın tanrıyı
oynaması.
Her yazar gibi Ahmet Altan da bu kitabında tanrıyı oynuyor ve yarım
bıraktığı bir oyunu anlatıyor, Son Oyun’u. Onun kader çizgisini
değiştiren cinayet anından sonra ne olduğunu bilmiyoruz; ama tek bir
şeyi biliyoruz. En güçlü adamların aynı anda hem en yakın arkadaşı
olabildiğini hem de bu iki adamın birden kadınlarıyla yattığını. Ahmet
Altan, öcünü alıyor.
Bir gün ansızın, hayatının en ‘değişik’ dönemini yaşadığı Taraf’tan
ayrıldığı gibi romanın kurgusundan da ayrılıveriyor. Küçük bir tanrının
yok oluşuna neden oluyor ama küçük bir tanrı olarak kendi de yok
oluveriyor. Ama mesajı sabit kalıyor, söyledikleri sabit kalıyor
Altan’ın. Yazar, kendine yakıştırdığı rolü oynuyor ve romanın ‘kaderini’
değiştirerek ayrılıyor. Tıpkı Taraf’tan ayrıldığı gibi. Bunca
muktedirden sadece birini ortadan kaldırmayı başarıyor, üstelik masum
olduğuna inandığı ama masum olmayan onlarca ilişkiden sadece biri için.
Yazar, neticede yalnızca bir intikam almış oluyor. Taraf’ta yazdığı
yıllarda AKP’yi oluşturan büyük koalisyonun tüm taraflarıyla ettiği
flörtü ve herkesi ortada bırakıp gidişini anlatıyor. O küçük bir tanrı
olmaya devam ediyor. Geri kalan her şeyse, pis bir nehirde kendi
debisinde akıp gidiyor.
Mesele Dergisi’nin Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır.