Canetti, 1981 Nobel edebiyat ödülü almış bir yazar. Balzac’ın Comedie Humaine’den esinlenerek Comedie Humaine an Irren(İnsanlığın Yanılgılar Komedisi) adlı bir roman dizisi yazmayı tasarlamış, 1930-31′de bu tasarının üzerinde yoğunlaşarak Kant Faenght Feuer(Kant’ın Yanışı) adlı tek bir romanda (ismi sonraları Die Blendung olacaktır) Körleşme’yi, tam 26 yaşında yazmıştır. Eser, 1935′te Viyana’da yayımlamıştır. Körleşme, Almanya’da Die Blendung(Kamaşma), İngiltere’de Auto da Fe, Amerika’da The Tower of Babel, Fransa’da La Tour de Babel isimleriyle yayıma sunulmuştur.
Profösör J.Isaacs, 1950′de bir konferansta Körleşme’yi Karamazof Kardeşler ya da Ulysses ile karşılaştırmıştır: “Yüzyılımızın en büyük romanlarından olan Körleşme’nin çekiciliği, ilk okuyuşta ancak Karamazof Kardeşler’le ya da James Joyce’un Ulysses’i ile karşılaştırılabilir. Yapıtın tüm zenginliğinin bilincine varmak ise ancak zamanla üstesinden gelinebilecek bir iştir. Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur. Kötülüğün betimlenmesi açısından Canetti ile karşılaştırıldıklarında François Mauriac bir acemi, Graham Greene ise henüz anasının karnındaki bir çocuk kadar saf kalırlar. Ancak tanrıbilimsel anlamda kötü’nün canlandırılması değildir burada söz konusu olan; buradaki cehennemin ardında herhangi bir tanrı yoktur… Canetti, ustalığı ancak Dante ya da Kafka ile ölçülebilecek alegorisine konu olarak bir bilginin fildişi kulesini seçmiştir; bu fildişi kule sonunda kaba gücün etkisiyle paramparça olur… Romanın karakterleri, gerçekte en seçme soyutlamalardan oluşmadır. Bu soyutlamaların en ustacasını, bilgin karakterini ise Canetti, kendine kurban seçmiştir. Gerçekliğin çok uzağında yaşayan bilginin, Prof. Kien’in tüm dünyası, kafasının içindedir ama kafasının bir dünyası yoktur. Çökmekte olan bir kültür ortamında bu salt bilim insanı, bilgisizlik, açgözlülük, nefret ve kıskançlık gibi tüm kötü güçlerin saldırısı sonucu paramparça olur. Ama tüm bunlar, bizi duygulandırmaya yeten bir insancı tutumla anlatılmıştır: Kurbanın yazgısında bizim de suçumuz olduğunu duyumsarız elimizde olmaksızın…”
Körleşme, Ahmet Cemal tarafından 7 yıllık bir çevirinin ürünü olarak Türk edebiyatına 1981′de kazandırılmış bir roman. Türkiye’de 1981′den beri 4 basım yapılmış ve toplam 17 bin kitap yayımlanmış, yaklaşık 30 yıl için sadece 17 bin kitap. Doğal olarak Ahmet Cemal de bu durumu dile getirerek okuma özürlü bir toplum olduğumuz gerçeğini belirttikten sonra; bu durum ile körleşmenin pençesine düşme arasında da bir bağlantı kurarak “romanın akış süreci kendi monologlarının çerçevesine hapsolmuş bir aydın türünün ne dünyada kötülüğün kök salmasını, ne kötülüğün kendi kitaplarına kadar el uzatmasını engelleyebileceğini çok açık ve akıcı bir biçimde ortaya koyacaktır.” diyerek günümüzdeki aydınların da (1980 sonrası) Kienvari bir aydın tipini temsil etmeye başladıklarını ve okumayan ülkemize bir de düşünme özürlü aydınların eşlik ettiği keskin yargısını dile getirmiştir.
Seslendiği kitle, Ahmet Cemal tarafından “var olan koşullar altında, insanın insan olma onuruna aykırı düşen tüm buyurganlıklarla hesaplaşmak isteyen, sesini belki her zaman yükseltmeyen ya da türlü nedenlerle yükseltme olanağı bulamayan ama düşünmeyi, tanığı olduğu dünyayla hesaplaşmayı da bir gereksinim sayan sessiz bir çoğunluk” olarak belirtilmiş ve şu da eklenmiştir, “Bu çoğunluk, aynı zamanda Profesör Kien’in kişiliğinde paylaşımcılıktan uzak, kendi iç dünyalarına sıkıca kapanmış kimi aydınların yüzlerini gören bir çoğunluktur.”2
Körleşme; budalalığın, iletişimsizliğin, açgözlülüğün, sınıf farkının, bilimselliği ön plana alıp kitaplardan fildişi bir kule inşa eden bilim adamının dünyasından insanlara bakışın aslında bakamamasının romanı. Balzac karakterleri, Moliere’nin tipleri ve Cervantes’in Don Kişot ve Sancho Panza’sı… toplumdaki marjinallikler farklı karakterlerle… bu romanda bir araya gelerek bir karnaval karmaşasıyla okuyucunun karşısına çıkmaktadır.
Yapıt üç ana bölümden oluşmaktadır: Dünyasız Bir Kafa, Kafasız Bir Dünya ve Kafadaki Dünya.
DÜNYASIZ BİR KAFA
Dünyasız Bir Kafa adlı bölümde öncelikle Profesör Kien tanıtılır. Uzun boylu, zayıf, sert bakışlı ve kemikli zayıf yüzlü, çok konuşmaktan hoşlanmayan, asık yüzlü, kirli kitaplardan nefret eden, kitap tutkunu, obsesif, çocuklardan hoşlanmayan, ahlakçı, kadınlara uzak, yalandan tiksinen, günlük yaşamı yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzen kabul eden, bilim ve hakikat kavramlarını her şeyin üstünde tutan, bir düzine Doğu dili yanında birkaç Batı dilini de ana dili gibi bilen, edebiyata ilgili, bilimi para için yapmayan hatta bu yüzden üniversitede ders vermeyen, tek maddelik bir vasiyetnamesi olan (Kien otuz yaşındayken kafatasını, tüm içindekilerle birlikte bir beyin araştırmaları enstitüsüne bırakır), bellek ile dehanın eşanlamlı kavramlar olduğuna inanan, kötü anlarını not defterine yazarak bir daha onları okumayan ve unutan (bunları Bir Sinoloğun Gezintilerinden İzlenimler adı altında yayımlamayı planlayan), çevresindeki olumsuzluklara tepkisiz değilse de tutarsız bir tavır sergileyen, kör kalmaktansa ölmeyi tercih eden, her şeyi inceden inceye düşünen, sözcüklerin ardında anlamlar arayan ve bulan, sessizliği seven ve insanlardan ve onlarla konuşmaktan hoşlanmayan, sokağa bakmamak için odasının pencerelerini tavana yaptıracak kadar sokaktan uzak, eski bir yazı masası, daracık bir divanı ve iki sandalyeden başka binlerce kitabı dolduran(yirmi beş bin kitap) kitaplıkları dışında hiçbir eşyası olmayan… kırk yaşında bir sinoloji (Doğu -özellikle Çin- dili ve uygarlığı alanı) bilginidir.
Therese Krumbholz (Canetti, Steinhof Akıl ve Sinir hastalıkları hastanesine bakan bir oda kiradığında pansiyon sahibesinden esinlenerek Therese karakterini yaratır.); sekiz yıldır Kien’in evinde hizmetçi olarak çalışan, paradan başka hiçbir şeye önem vermeyen, cahil, sıradan, kiliseye gitmeyen ve duaya önem vermeyen, yalnızca kendi işine bakan, bencil, elli yaşın üzerinde (elli altı yaşında) ama kendisini otuz olarak düşünmekten vazgeçmeyen, kolalı mavi eteğiyle sokaktaki herkesin dikkatini çeken ve alaya alınan ama bunun farkında olmayan, tek bir kitapla (Bay von Bredow’un pantolonları) Kien’i göstermelik kitap sevgisi ve saygısıyla tuzağa düşürüp evin hanımı olan, kurnaz, çıkarcı, sinir bozucu… bir kadın.
Kien’in görüşleri gibi yazarın romanındaki tüm kadın karakterler/tipler sığ, açgözlü, tektip, ya çok pasif ya çok aktif yani normal-ötesi bir yapıda karşımıza çıkıyor. Canetti, Körleşme için hazırlığını anlattığı denemesinde “her bir romanın ana figürü, deliliğin sınırlarına varmış bir tipti ve bu figürlerden her biri, diline ve en gizli düşüncelerine varana değin ötekilerin tümünden ayrıydı. Birinin yaşadıklarını ötekilerin yaşayabilmesi olanaksızdı…” derken, hakikaten biri diğerinden çok farklı, tip olmaktan öte karakter olma özelliği gösteren kahramanlarla Körleşme’de karşımıza çıkar; oysa tüm bu karakterler evreninde tek bir kadın karaktere rastlamamak, sadece tip olarak kadının(açıkgöz, sıradan insan tipi Therese; edilgen aşık, Fisherin) verilmiş olması yapıtın evrenselliğine ters düştüğü gibi, kurgu dünyasına da ters düşmektedir.
Nikah şahidi olan ayakkabıcı Hubert Beredinger, Therese’nin mobilya satın aldığı dükkanın sahibi Gross, Therese’nin aşık olduğunu düşündüğü dükkandaki satıcı Grob, Ehrlich Caddesi 24 numaralı binanın (Kien’in oturduğu bina) kapıcısı(Benedikt Pfaff)… bu bölümde yer alan diğer kahramanlar.
İlk bölüm Kien üzerinden yaşadığı dar çevrenin anlatılması işlevinden öte Kien’in dünyası ve kahramanların tanıtımı üzerine yoğunlaşmış. Bu bölümde en çok dikkati çeken şeyse şu: İletişimsizlik. Farklı sosyo-kültürel dünyaların/hayatların (hatta buna sınıfsal ayrım, yaş ayrımı, cinsiyet ayrımı, eğitim ayrımı da eklenebilir) aynı mekan-zamanda paralel yaşanmasının ironik öyküsü bir nevi. Bütün kahramanlar kendi dünyasından, kendi kelimelerinden, kendi algısından diğerini anlamadan ve anlamaya çalışmadan, bakıyor ama görmüyor, işitiyor ama duymuyor. Tam bir körlük insanları çevrelemiş durumda.
İlk bölümde verilen olay çok basit aslında, Therese’nin Kien’i kandırarak evlenmesi ve evin hakimiyetini ele geçirmesi. Anlatılan, güç savaşıymış gibi dursa da aslında dünyadan uzak bir kafanın karakteri, hezeyanları, fikir yapısı… tüm detayına kadar -Kien’in insanlara bakış açısı, rüyaları, rüyalarının anlamı, romana ve tiyatroya ahlakçı ve eğitici tutumla bakışı, eşyaya tavır alışı ve ona yüklediği ikincil anlamlar, eşyayı kişiselleştirmesi (Kitapların ve eşyaların/mobilyaların kişiselleştirildiği bölümde, Kien kitaplarına söylev çekmekte, kitapların geçmişini gözler önüne sererken kitapların yakıldığı bir dönemi (İÖ 213′te Çin Hanedanı Shi Hoang Ti) anlatarak kitle psikolojisinin analizini de yapmaktadır. Kien, halkı saydığı kitapları kitapların köleliğine karşı savaşa davet ederek burada Buda’nın, Schopenhauer’ın Hegel’in, Schelling’in, Kant’ın, Nietzsche’nin oradan Fransız felsefecilerin, oradan İngilizlerin savaş hakkındaki görüşlerini dile getirir), körlüğün felsefesi, sevgi ve aşk hakkındaki görüşleri, savaş, ülkelerin ve felsefecilerin savaşa yönelik tutumlarının genelleştirilerek sunumu, delilik, kadınlar ve dayak, gerçeklik ve kitapların gerçekliği, Kien’in karısına aşık olduğunu zannetmesi, Kien’in aşkının sönmesi, vasiyetname için Therese ve Kien arasındaki trajikomik ilişki sarmalı, Son Akşam Yemeği Tablosu’nun Theresenin perspektifiyle betimlenmesi, Kien’in hayatını ilk kez sorgulaması, Therese’nin evin kontrolünü Kien’den tamamen alarak durumu abartması, Kien’in karısından dayak yemesi, rüya aracılığıyla “kolalanmış mavi etek”in Therese ile özdeşleşmesi/sembolleşmesi, zaman ve Tanrı kavramları, sanat ve sanatçı… ele alınan konular ve olaylar olarak okuyucuya sunuluyor.
Dünyasız Bir Kafa’nın en dikkat çeken kısmı, körleşmekten çok korkan Kien’in adım adım körleşmesi. Körleşmenin ilk sebebi eşyalar. Eşyalar aslında sembol olarak karşımıza çıkıyor ve Kien’in sorunlarını temsil ediyorlar. Kien eşyaları görmemek için gözlerini kapatmayı zamanla kendi evinde bir kör gibi gözleri tamamen kapalı gezmeye, hatta kitaplarını dahi gözleri kapalı seçmeye vardırana dek devam ettirerek bilinçli bir körlüğü tercih ediyor. Gözlerini kapatarak sorunlardan kaçma, onları yok sayarak gerçeklerden uzaklaşma tercihini ise bir güç belirtisi olarak kabul edip kendi körlük kuramını geliştirerek bunu felsefi bir zemine oturtuyor ve günlük alışkanlıklarını dahi bu uğurda öteliyor. Yani kendi olma halinden çıkarak değişmeye başlıyor. Diğer bir dikkat çekici bölüm ise rüyalar ki özellikle Konfüçyüs’ün Çöpçatanlığı alt başlığındaki rüya sadece Kien’i tanımamıza yardımcı olmuyor aynı zamanda romanda “gerçekleşen” rüya olması nedeniyle romanın sonu hakkında da okuyucuya göndermelerde bulunuyor. Bu da romanın kurgusal gerçekliğinde rüyaların sadece bilinçaltı olmadıkları ve geleceğe yönelik işaretleri de barındırdıkları gibi Kien’in karakteriyle(bilim adamı) tamamen zıt bir durumun karşımıza çıkması anlamına gelmektedir.
Başka bir rüya, körleşmenin ikinci basamağı yani sadece gözlerini kapayarak değil kulaklarını da kapayarak, istemediğini duymama edimini Kien’in kazanmasıyla Kien’in tamamen yaşadığı ortamdan kaçma/soyutlanma isteminin dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor ve Kien rüyadan uyandığında savunmasız/kapaksız kalan kulaklarına veryansın ederek bir şekilde kendi gerçeklerine dönmek zorunda kalıyor.
Körleşmenin üçüncü ve hatta onu da aşan son basamağı ise, görmeyen, duymayan Kien’in taşlaşarak/taş kesilerek tamamen edilgenliği tercih etmesi ve taşlaşan Kien’in en sevdiği varlıklarından, halkından, kitaplarından kopuşu. Yani tüm dünyasını dış dünyanın gerçekliğinden kaçmak için feda edişi ve körleşmenin de ötesinde bir kaçışın/yok oluşun, Kien tarafından orijinal bir şekilde somutlaşması…
KAFASIZ BİR DÜNYA
Kafasız Bir Dünya adlı bölüm; evden atılan Kien’in Cennetin Yıldızları adlı pavyonda girdiği yeni çevrede, yeni sosyal tabaka ve yeni karakterlerle tamamen Therese’nin uzağında ama çıktığı dünyadan daha da tuhaf bir dünyanın içinde geçmekte. Kitaplarından maddesel anlamda kopan Kien onları artık kafasında taşımaktadır. Kitaplarını kafasından çıkarıp oraya yerleştirmek için bir yardımcı bile bulur kendisine: Kambur Cüce Fischerle(Siegfried Fisher). Therese’den de açgözlü, satranç oynamakta usta ve hayali Amerika’ya gidip satrançtaki ustalığıyla milyoner olmak ve insanlar tarafından değer görmek isteyen başka bir karakter. Fischerle’de aslında Sancho Panza’yı görürüz, onun Moliere tipleri gibi daha da sivrileştirilmiş değişik versiyonudur. Çünkü Fischerle, Kien’in kitapların var olmadığını bildiği halde Kien’in kafasındaki kitaplığa inanmakta ve onu korumaktadır. Cüce’nin karısı Emekli(hayat kadınıdır ve düzenli müşterileri sayesinde kocasına bakar), Lağımcı, Gezgin Satıcı, Fischerin ve Kör(aslında kör değil, işi gereği kör numarası yapan bir dilenci/Johann Schwer)… gibi değişik kahramanlarla da karşılaşırız bu bölümde.
Kafasız Bir Dünya’daki olaylardan en göze batanı Kien’in rehin bırakılan kitapları Theresianum’dan kurtarma operasyonu ile parasını çarçur etmesi ve Cüce tarafından oyuna getirilmesidir. Bunun için de pavyonun müdavimlerinden Lağımcı, Gezgin Satıcı, Fischerin ve Kör ortaya çıkar. Diğer olaylarsa rehinecide Therese’yle karşılaşmaları, Therese’yle kapıcının(Benedikt Pfaff) birlikte yaşamaya başlamaları, Cüce Fischerle’nin Kien’in paralarıyla kendine pasaport yaptırması, kıyafetlerini yenilemesi ve görünüşünün ardından kendisini Dr. Fisher olarak insanlara tanıtarak para ve kıyafet ile görüntüsünün kusurlarını gizlemesi ve toplum tarafından kabul görmesi… Ancak Cüce’nin yaptığı hata yüzünden(düğme verdiği kişi/Johann Schwer yani Kör dilenci tarafından) öldürülerek bir nevi yaptıklarının cezasını ödemesi…
Okuyucu, bu bölümde olayların anlatımının çok uzatılması ve tiplere ait detayların fazlasıyla derin verilmesiyle yılgınlığa uğruyor ve şunu fark ediyor -ya da fark ettiriliyor- : Kien’in kafasının dışındaki dünya, yani kafasız dünya aslında kafadaki dünyadan daha sıkıcı, fazlasıyla açgözlü, çıkarcı, benmerkezci, iletişimsiz, riyakâr, nefret dolu, maddeci, uçtaki tiplerle(örneğin kapıcı Ptaff, karısını öldürüyor, kızıyla ilişkiye giriyor, onu da devamlı döverek hastalanmasına ve ölmesine neden oluyor/bu bilgiler ilk bölümlerde sezdirilse de Kafadaki Dünya’da ayrıntılı olarak veriliyor) her türlü kötülüğün somut olarak yaşandığı bir yer…
KAFADAKİ DÜNYA
Üçüncü ve son bölümse, Kafadaki Dünya. Bilinçakımı tekniğiyle Kien’in düşünce dünyasına daha rahat girilebilen, Kardeş Kien(Georges) ve onun psikolojik çözümlemeleriyle diğer iki bölümden daha farklı, daha zevkli bir bölüm olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Günlük yaşam ve insanlar, kadın, mavi renk saplantısı ile aslında Therese’nin varlığından kaynaklanan düşünsel sıkıntıların son noktaya ulaşması, Kien’in iyice çıldırarak parmağını kesmesi, kuşları öldürmesi, Therese’yi ölü kabul ettiği için onu görse dahi bunu gerçek olarak kabul etmemesi, deliliğin yeniden sorgulanması, şizofreni, romancı ve dil sorunu, roman ve roman yazarı, varolmak ve delilik ilişkisi, seslerin ruhbilimi, deliliğin bilmeceleri, delilik ve normallik, okumak, kitle ve birey, Kien’in körleşme korkusunun nedeni (çocuklukta kabakulak geçirirken rüyasında kör olduğunu görmesiyle bu korku bilinçaltına yerleşiyor), Kien’in kör olmaktan korkarken kör olmayı tercih etmesi, kadın-örümcek eşleştirmesi, kadın’a yönelik Kien’in subjektif varoluşsal sorgulaması, Buda’ya, Hintçe özdeyişlere, Homeros destanının yeniden analizi, Nibelüngen destanı, Mikelanj ve tablosu… ve Tanrı’ya uzanan uzun bir yolculuğa çıkıyor okuyucu.
Kien’in, başına gelenleri destanlar aracılığıyla anlatırken, kardeş Kien’in bunları yorumlaması yapıttaki en nitelikli bölüm olarak okuyucunun karşısına çıkmakta. Destanlara gönderme yapılarak, destandaki olaylar yeniden okuma/farklı bir bakış açısı ile yorumlanmış/analiz edilmiş. Yani destanın gerçekliği, Kien’in gerçekliğinin sembolize edilmiş hali olarak okuyucunun karşısına çıkıyor ki romanın kurgusal gerçekliğinde yeni bir gerçeklik inşa etme, bu gerçekliği romanın kahramanının kafasındaki dünyasını verme amaçlı yani araç olarak kullanma bu kısmı romanın en iyi ve en zor bölümü haline getiriyor.
Bu bölümdeki en trajik olaysa Theresianum’da çıkan yangından sonra Kien’in aklını tamamen yitirerek kendi kitaplığını, kafasındaki dünyasını yani kitaplarını yakarak kahkahalarla ateşin kendisine ulaşmasını izlemesi. Kien’in ilk gördüğü rüya gerçekleşirken, varlığının tamamen anlamını yitirmesi, kitaplardan kulesinin yıkılması, gerçek dünyanın onu gerçek-dışılığa hapsetmesi, edilgenliği, dünyayı kendi algısıyla diğerlerinden farklı değerlendirmesi ve kendi yarattığı dünyayı kendi elleriyle yıkarak/yakarak kendini deliliğin körlüğüne bırakması aslında Kien tipine bu hayatta yer bırakmayan bir kesinliği barındırdığından didaktik bir algılamanın, bir ders vermenin romanın sonuna hakim olduğunu göstermektedir.
Başta da söylendiği gibi, Körleşme; budalalığın, iletişimsizliğin, açgözlülüğün, sınıf farkının, bilimselliği ön plana alıp kitaplardan fildişi bir kule inşa eden bilim adamının dünyasından insanlara bakışın aslında bakamamasının romanı ve kitapların/romanın dünyasında bile, bu fildişi kule yıkılmaya mecbur.
Okur, Canetti’nin kurguladığı Kien’in dünyasına girdiğinde fildişi kuleye tırmanmakta zorluk yaşasa da, yer yer sıkılsa da, tiplerin marjinalize edilmiş halinin bir aptallık haline dönüşüne tahammül edemese de, Kien’nin dünyasında gezinirken çok şey öğreniyor ve en önemlisi bu anti-kahramanı/Kien’i bir şekilde seviyor ve ona bağlanıyor. Ona yazar tarafından biçilen rol çok acımasız olsa da hatta farklı bir gerçekliğin sorgulanması olduğunu bilseniz de(kulesinden çıkamayan aydın tipinin yergisi), Kien dünya edebiyatındaki yerini alıyor ve Canetti’nin önüne geçerek kendi kafasındaki dünyayı, okuyucunun kafasındaki dünyaya yerleştiriyor.
Körleşme; yazımı, çevirisi ile yılların ürünü bir başyapıt ve hepsinden öte, karakterleriyle farklı bir dünya… Okurken zorlanılacak romanlardan, ama aynı zamanda mutlaka okunması gereken romanlardan biri. Zorluğu göze alabiliyorsanız, bu dünyaya göz atmaktan sakın çekinmeyin.
[1] Elias Canetti, Körleşme, Çeviren Ahmet Cemal, Payel Yayınevi, 4. Basım, İstanbul, 2005.
[2] Ahmet Cemal, Körleşme, üçüncü basıma Önsöz, İstanbul, 1993.