Amin Maalouf, 1949’da Lübana’da doğdu. 1976’dan beri Paris’te yaşayan
yazarın ilk kitabı “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”dir. Yazdığı
romanlarıyla dünya çapında büyük bir başarı yakalayan Maalofu’un ülkemizde de,
gerek kitaplarının çok satanlar listesende yer almasından gerek de yıllar sonra
bile baskıya devam etmesinden, hatrı sayılır bir okuyucu kitlesine sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ilk romanı “Afrikalı Leo”nun klasikler
arasına girdiği belirten yazarın bazı eserleri şunlardır; Semerkant, Yüzüncü
Ad, Doğunun Limanları, Işık Bahçesi ve son kitabı Çivisi Çıkmış Dünya.
Yaşamı Lübnan’la Fransa
arasında, neredeyse, eşit bir dağılım gösteren MAalouf’a sık sık “kendisini bir
Lübnanlı olarak mı yoksa bir Fransız olarak mı gördüğü” sorulmaktadır. Bu tür
sorular net cevap isteyen sorulardır. Yanı; Lübnanlı ya da Fransız. Ancak
Maaoluf, kendisinin ne yalnızca Fransız ne de yalnızca Lübnanlı olamayacağını,
gerçekte de böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, fakat aynı zamanda bunun yarı
veya bölünmüş bir kimlik anlamına da gelmeyeceğinin altını çizmektedir. İnsanın
kişiliğinin, bir çok bileşenden oluşan tek bir bütün olduğunu belirten yazar,
dil, din, sosyal çevre gibi faktörlerle beslenen kimliğin heterojen bir
bütünlük arzettiğini vurgulamaktadır
Daha kitabın başında
sorun tespiti yapan yazar, sorunu çok yakınımızdan bir örnekle somutlaştırıyor.
Almanya’da doğan bir Türk’ün yaşadığı ve yaşatıldığı kimlik buhranını örnek
olarak veren Maalouf, bu kişinin aidiyet olarak, kendisi bir sorun yaşamasa
da-ki ben kesinlikle yaşadığına inanıyorum-, yaşayıp benimsediği toplum
(Almanya) ile hem ırki hem de dini (hem de, eğer koruyabilmişse, kültürel)
açıdan kendisini ait hissettiği toplum (Türkiye) tarafından tam olarak
benimsenmediğini vurgulayarak sorunu netleştiriyor. Aslında bu tespit bize çok
da yabancı değil. Çünkü neredeyse hepimiz, altındaki sosyolojik ve psikolojik
karmaşayı düşünmeden, “Almanya da yabancı, Türkiye de Almancı” tabirini
kullanmışızdır. Yazar bazen lokal örneklere yer vermiş olsa da şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki bu eser, yaşayan her insanı hem bireysel açıdan hem de
toplumsal açıdan ilgilendirmektedir.
Maalouf, bu eseri yazma
amacını, “İnsanların dinsel, etnik ya da diğer aidiyetleri adına neden cinayet
işleyebildiğini anlama çabası” olarak özetlemektedir.
Her insanın birden fazla
kimliği vardır.(modern, muhafazakar, İngiliz, Türk, Müslüman, Fransız…vs) Ancak
insan, bu kimliklerin her hangi birini tehdit altında hissettiği zaman, o
kimlik, diğer bütün kimliklerinin özeti ve ortak paydası(beklide yaşama şansı)
haline gelir. Örneğin inançları tehdit altında olan insanın ön plana çıkardığı
ve, hem şekilsel hem de yaşam biçimi olarak, temel belirleyici olan, dinsel
aidiyetidir. Modern yaşamı benimsemiş bir birey, kendisini muhafazakar tehdidi
altında hissederse, birincil ve vazgeçilmez kimliği modernizm aidiyetidir. Aynı
şekilde ırki aidiyetini tehdit altında hisseden bireyler, eğer bu tehdit
dindaşlarından geliyorsa, dindaşlarıyla bile kıyasıya savaşabilir. Görüldüğü
üzere tehdit algılamasına göre, insanların aidiyetlerinin önceliği
değişebilmektedir. Bu örneklerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, kimlik,
düşmanın üzerine –ters yönde- inşa edilir.
Kimliğimi tehdit altında
hissettiğimiz zaman ilk tepkimiz “gizlemek” olur. Örneğin göçmenlerin en büyük
rüyası ev sahipleri gibi olabilmek onları taklit etmektir. Göçmenlerin kimlik
sorunlarının çözümünde hareket noktası “karşılıklılık” olmalıdır. Yani ben,
ülkemi seviyor, onun parçası olduğumu hissediyor ve buna uygun yaşıyorsam, onu
eleştirme hakkına da sahibim demektir. Buna karşılık ülkem, beni bir parçası
olarak kabul ediyor ve benimsiyorsa, benim kültürümün onun yaşam biçimiyle ya
da kurumlarının ruhuyla uyuşmayan niteliklerini reddetme hakkına sahiptir.
Kimliklerimize
saldırılar hep “öteki”lerden gelir ve böyle durumlarda ölümü bile göze alarak
“sonuna kadar gitme” öfkesi ortaya çıkar. Nasıl olsa “öteki” her şeyi hak etmiştir. Bu
öfkeyle bir araya gelen insanlar katliamlara girişme noktasına gelince “kendi
halklarının yaşamını kurtarmak” gerekçesine bağlanarak, en ufak bir suçluluk
duymazlar yani bu bir meşru savunma halidir.
İnsanlar dikey ve yatay
olmak üzere iki tür mirasa sahiptir. Dikey mirasımız bize, atalarımızdan,
halkımızın geleneklerinden, ait olduğumuz dini cemaatlerden gelirken; yatay
miras çağımızdan, çağdaşlarımızdan gelmektedir. İnsanın kimliği üzerinde
belirleyici olan yatay mirasıyken, insanlar daha çok dikey miraslarıyla ön
plana çıkmak istiyor.
Beklide şöyle
sonlandırmak gerekiyor; İnsanlar babalarından çok, zamanlarının
çocuklarıdır.(Marc Bloch)
Ölümcül Kimlikler - Deneme "…. insan toplumlarının
farklılıklarını vurgulamak için, kendileriyle ötekiler arasına sınırlar çizmek
için yüzyıllar boyunca uydurdukları her şeyin tam da bu farklılıkları azaltmayı
, bu sınırları silmeyi hedefleyen baskılara boyun eğeceği söylenebilir. Sayısız
uğultularla, sayısız şimşeklerle gözlerimizin önünde cereyan eden ve daha da
süratle devam eden bu görülmemiş başkalaşım engelsiz ilerlemiyor. Çevremizi
kuşatan dünyanın bizlere sunduğu birçok şeyi gerek bize yararlı göründüğü,
gerek kaçınılmaz göründüğü için elbette hepimiz kabul ediyoruz; ama kimliğinin
anlamlı bir ögesi - dili, dini, kültüründeki değişik simgeler ya da
bağımsızlığı - üzerinde bir tehdidin ağırlığını hissettiği an , herkesin direndiği
durumlar oluyor. Bu yüzden içinde bulunduğumuz dönem uyum ve uyumsuzluk gibi
ikili bir atmosfer içinde geçiyor, insanlar hiçbir zaman bu kadar ortak şeye
sahip olmamışlardı, bu kadar ortak bilgiye, bu kadar ortak referansa, bu kadar
imaja, bu kadar söyleme, bu kadar paylaşılan araca; ama bu birilerini ve
ötekilerini farklılıklarını daha da vurgulamaya itiyor.” …..
"çoğu zaman dinlerin halklar üzerindeki etkisine çok fazla yer
veriliyor, halkların ve tarihlerinin dinler üzerindeki etkisine ise yeterince
yer verilmiyor. Etkileşim karşılıklı, biliyorum; toplum dini biçimlendirir, din
de toplumu; buna rağmen belli bir düşünce alışkanlığının bizi bu diyalektiğin
sadece bir yüzünü görmeye sürüklediğini, bunun da bakış açısını özellikle
çarpıttığını fark ediyorum. İslam söz konusu olduğunda , kimileri Müslüman
toplumların yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu bütün dramlardan onu sorumlu
tutmakta asla tereddüt etmiyor. Bu görüşü sadece haksız olmakla suçlamıyorum,
dünyadaki olayları tamamen anlaşılmaz hale getirmekle de suçluyorum. Sonunda
modernleşebileceği keşfedilmeden önce, Hristiyanlık hakkında da yüzyıllarca
benzer şeyler söylendi. Ben İslamiyet için de aynı şeyin olacağına inanıyorum.(..)Engizisyoncuların
odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşinin Hristiyanlığın ayrılmaz
parçası olmadığı nasıl ortaya çıktıysa, (...) az çok her yerde karşımıza çıkan
şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu bu manzaranın da İslamın özüne has
olmadığı kanıtlanıncaya kadar daha zaman, çok zaman, belki de birkaç kuşak
geçmesi gerekeceğine inanıyorum."
"Kaç kuşaktan beridir, varlıklarındaki her adıma bir teslimiyet ve
kendini inkar duygusunun eşlik ettiği Batılı olmayan çeşitli halkların nasıl
bir duygu yaşamış olabileceği pekala hayal edilebilir. Bütün bilgi ve
becerilerinin miyadını doldurmuş olduğunu; ürettikleri her şeyin Batı'nın
ürettikleriyle kıyaslanınca değersiz kaldığını; (...) dinlerinin barbarlıkla
suçlandığını; (...)ayakta kalmak, çalışmak ve insanlığın geri kalanıyla bir
bağlantıları olmasını istiyorlarsa, başkalarının dillerini öğrenmek zorunda
kaldıklarını kabul etmeleri gerekti onların...Bir Batılı'yla konuştuklarında bu
neredeyse asla onların dilinde değil, daima Batılı'nın dilinde olmuştur;
Akdeniz'in güneyinde ve doğusunda İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
konuşabilen milyonlarca insan bulabilirsiniz. Buna karşılık kaç İngiliz,
Fransız, İtalyan ve İspanyol, Arapça ya da Türkçe'yi öğrenmekte yarar
görmüştür? Evet, hayattaki her adımda bir hayal kırıklığı, umutsuzluk,
aşağılanma yaşıyorsunuz. İnsanın kişiliği bütün bunlardan nasıl olur da
örselenmeden çıkabilir?(...) Nasıl, başkalarına ait, başkaları tarafından
konmuş kurallara dayanan bir dünyada, kendisinin bir öksüz, bir yabancı, bir
asalak ya da bir parya gibi olduğu bir dünyada yaşadığı hissine kapılmaz?"
"Demokrasiden söz edebilmek için fikir tartışmasının göreli bir huzur
ortamında gerçekleşmesi gerekir.(...)Cemaatlere dayanan ya da ırkçı ya da
totaliter bir mantık içine girildiği an, dünyanın her yerinde demokratların
rolü artık çoğunluğun tercihlerini en ön plana çıkartmak değil, gerekirse
çoğunluk kuralına karşı, ezilenlerin haklarına saygı duyulmasını sağlamak
olmalıdır.(...)Eğer genel seçim fazla adaletsizliğe yol açmadan özgürce
gerçekleşebiliyorsa, ne ala; yoksa korkuluklar tasarlamak gerekir.(...)Birleşik
Devletler'de bir milyon nüfuslu Rhode Island'ın iki senatörü varken otuz milyon
Kaliforniyalı'nın da iki senatörü vardır, büyük eyaletlerin daha zayıf olanları
ezmesini önlemek için kurucu ataların çoğunluk yasasına attığı bir çelme."