Bunaltıcı bir yaz
günü Büyükada’da denize nazır çay bahçelerinden birinde oturmuş gelen geçeni
izliyordum. Arap turistlerin çoğalmaya başladığı aylardandı. Etrafta şortlu
Arap erkeklerinin yanında siyah çarşaflarla yürüyen kadınlar göze çarpıyordu.
Böyle kadınlı erkekli bir grubun içinde, yüzünü örten peçeyi kaldırmış, peçenin
altından doğru bin bir eziyetle ama yine de iştahla külahtaki dondurmayı
yalayan Arap kadınını seyrettim bir süre.
Sokaklar
onlarındı. Tohumlarını içimizde büyüttüğümüz erkeklerin.
Okula gelip
giderken yürüdüğümüz sokaklar. Gündüzleri alışveriş yaparken inip çıktığımız,
geceleri eve dönerken kaldırımlarda çınlayan topuk seslerimizi dinleyip
kadınların yalnızlığını anlatacak kelimeler aradığımız. Yalnızlığın cinsiyeti
olur mu?
Gazeteci, bankacı,
işletmeci olarak da deneyimlediğimiz ama en çok kadın kimliğiyle hissettiğimiz
yalnızlık hali. Kadınların, özellikle de eğitim ve sınıfsal durumları kendine
benzeyen erkeklerin yanında duyumsadığı tek başınalık.
Kadınlar hakkında
bilmek istediğiniz her şeye yalnızlık da dahildir. Anne, yazar, senarist,
tezgâhtar, işçi, Doğulu, Batılı, Müslüman, Karadenizli, Kürt… Kimliklerin
çoğulluğundan hareket ederek evde veya kamusal alanda kadınlara dayatılmış bir
yalnızlığı tarif etmek mümkün müdür? Erkekler de varoluşsal bir yalnızlığı
hissediyor olabilirler bu arada. Ama entelektüel kimliğe sahip ve Adanalı
kimliği vurgulanan, filmlerinin tek tek her karesine hayran olduğumuz büyük
usta Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’yi ağzını burnunu kan
içinde bırakırcasına dövdüğünü okuduğumuzda hissettiğimiz, kadınsak eğer, dayatılmış ve
katmerli bir yalnızlıktır.
Bedenim ve ben.
Bedenim ve ötekiler. Coğrafya nasıl kaderse, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği
gibi, beden de kaderdir.
İçki sofralarında,
siyaset alanında, hak mücadelesinde kadınların hissettiği bir başınalık.
Kadının kürtaj
hakkını anlamak istemeyenler.
Kadının gördüğü
şiddete ses çıkarmayan hatta bunun bir parçası olan erkekler.
Namus kavramını
kendileri için farklı kadınlar için farklı tarifleyen karşı cins.
Kâğıt üstünde
özgürlüğü kabul eden ama hayat içinde kadının özgürlük
mücadelesine önyargılarla yaklaşan erkekler.
En ilericilerinin
bile takılıp kaldığı, aşamadığı ahlak kodları.
Burada biraz nefes
alıp edebiyatımızın “yalnız” kadınlarından söz etmek istiyorum. Zira edebiyat
anlatılamaz gibi duran ve insanın boğuştuğu durumları, duyguları tarif etme
çabasını taşır içinde.
“Aynaya omuz
silkiyorum. Hiçbir şeyi doğrulamaya çalışmadığım için artık, artık denenecek
hiçbir şeyim olmadığı için ve belki de ölerek hâlâ tek başıma haklı olmaya
çalıştığım için, arsızca silkiyorum omuzlarımı. Omuzlarım. Beni
üst yanımda hâlâ genç tutan. Yüklendiklerinden övünç duyan. Daha çok yüklenme
gerekliliğini hep duymuş olan” der Adalet Ağaoğlu‘nun yalnız karakteri Aysel.
Bir otel odasında temize çeker hayatını.
Kadınlar
kendilerini aramak, hayata daha yürekli bakmak, mutlu anlar yakalamak, şikâyet ettiklerinden bir nebze olsun
kurtulmuş yaşam alanları yaratmak için çıktıkları yolculuklarda farklı
merhalelerden geçtiler. Çıktığımız özgürlük yolculuğunda annelerimizi aştık,
burası kesin. Ellili altmışlı kuşağın kadın yazarlarına baktığımızda sınırları
çizen bir anneyle didişme, Leylâ Erbil‘in Tuhaf Bir Kadın‘ında, Ela’nın
düşüncelerini sıkça meşgul eden
yasakçı anne örneğiyle Sevgi Soysal‘ın Yürümek‘inde ve ilk öykü kitabım Kasaba
ve Yalanlar‘daki hikâyelerde çok net olarak okunabiliyor. Şimdilerde ise
anlatılması gereken başka bir boyut var: kadınların göze aldıkları
yolculuklarda yakalandıkları fırtınalar, uğranan hüsranlar, aldıkları yaralar.
“… Şenel’in anası
karışmıyor göğüslerinin büyümesine. Kendi göğüsleri anası kızar diye mi
büyümediler hâlâ? … Niçin bütün annelerin yasakları Tanrının yasakları gibi
kesin değil? Değişik yasaklar, değişik aile kızları.” (Sevgi Soysal, Yürümek,
1996, Bilgi Yayınevi)
Kadınlar
kendilerini dönüştürmeli, toplumun, ailenin, dinin koyduğu ketleri tabuları
aşmalı, uzun yollar yürümeliydiler. Ancak bu yolculukta görüldü ki onlar en çok
özgürlüğü ararken yalnızlaştılar.
Hayatın
ayrıntılarında gizlidir kadınların yalnızlığı ve genç kalemlerden Sine Ergün‘ün
öykülerinde bu ayrıntıların üzerine küçük bir fener ışığı düşer. Evli erkekler,
bekâr erkekler, genç yaşlı, iktidarı paylaşmak istemeyen, mecliste, evimizde,
yanı başımızdaki erkekler… Her yerde erkekler var ve erkeklikleriyle varlar. Bu yüzden de sokaklar ve geceler tekin değil
kadınlara.
“Kenara çek,
dedim, ineceğim… Saçmalama, dedi, pis pis sırıtıyordu. Beni
arkadaşlarının yanında aşağılamak gibi bir huy edinmişti. Arkadaki adını
-anımsadığım- arkadaşının yanında da bunu yapmayı yol boyunca sürdürmüştü. Bana
dair her şey uluorta alay konusu olabiliyordu. Alışık olduğum bir durum
değildi. Tatlılıkla uyarmıştım onu ama pek yararı olmamıştı. Bir daha
söylemeyeceğim, dedim. Ne yapacaksın ya, dedi sırıtarak. İşin ucu kaçmıştı
artık, iki elimle direksiyona abandım…” (“Uyarmıştım”, Sine Ergün, Burası Tekin
Değil, 2012.)
Sine Ergün’ün
öfkeli, gözü dönmüş kadın karakterlerine benziyoruz bugünlerde. Susuyor,
susuyor ve patlıyoruz. Ne zaman mı?
Erkekler özgürlük
yolculuğuna çıkmış kadınları bir tehdit gibi algıladığında.
Ya da skor
tahtasında bir sayı olarak görmeye başladıklarında.
Annelerini geçen
kadınların yanındaki erkekler sevgililerini dövdüklerinde.
Geceleri
sokaklarda yalnızca erkeklerin ve travestilerin olduğunu fark ettiğimizde.
Gazeteler, var
olan erkek bakışını tekrar tekrar üreten, kadını kör bir duvarla baş başa
bırakan o zehirli dille karşımıza çıktıklarında.
Herkes kendinden
bir şeyler ekleyebilir buraya. Çarşaflarla dolaşmıyoruz evet belki, ama
örtünmüyoruz anlamına da gelmiyor bu gerçeklik, bir taraftan utancı örtüyorlar
üzerimize muhafazakâr cephenin hacıları, hocaları. Öteki tarafta ise iktidar
denen geminin dümenini kadına vermek istemeyen erkeklerin en az bir o kadar
dışlayıcı elbiseleri var repertuarda. Kadına açlıkları ve ondan korkuları
dinmeyen ilerici “hoca”lar. Bu kaygan zeminde doğru bildiğini konuşmak gitgide
daha fazla yalnız kalmak demektir. Erkekler, iktidarı paylaşmayı öğrenmek
istemez çünkü.
Kadın ne yapar
peki? Oturur ve kadınların yalnızlığının masalını yazar. Kâğıt Gemiler‘e “Sen,
Kâğıdın sesine fütursuzca kulak kabartan okur… Bilmelisin ki bu satırların
yazanı bir kadındır. Elinde tuttuğun sayfaya, kalemin kondurduğu işaretler, bir
kadının avaz avaz bağıran avuçlarından kaynıyor. Okumak yazmak sırrı şeyhlere
aitken kaleme el sürdüğüm için suçluyum” diyerek başlayan Ayşegül Çelik gibi.
Şöyle uzun bir
daktilo şeridi olsa ve üzerine notlar düşsek, gölgelerinde öldüğümüz erkekleri
anlatsak.
Metrelerce
metrelerce uzar ve dünyayı bir kere dolaşır üzerinde yaşayan kadınların, ölü
kadınların ve birkaç yabancı kadın adının olacağı bu şerit.
Yabancı kadınlar.
Pippa Bacca ve Amerikalı Sarai Sierra özgürlük arayışlarında Türkiye’ye
geldiler ve ölü döndüler. Aynı yolculuğa kendi memleketlerinde çıksalardı
ölmeyeceklerdi muhtemelen. Nasıl Kürt meselesi Türkiye’de demokratlık sınavında
turnusol kâğıdı işlevini görüyorsa, yabancı kadınlar da kadın meselesinde aynı
işlevi görüyorlar. Eşitliği, özgürlüğü aramaya çıkmış yabancı kadınlar
yollarda, şehirlerimizin arka sokaklarında öldürülmedikleri gün bizler de
yalnızlık maceramızın sonuna gelmiş olacağız sanırım.
O güne kadar
daktilo şeridindeki adlar ve yaşanmışlıklar birikmeye devam edecek. Görüp görebileceğiniz en uzun daktilo
şeridinden oluşan bu enstalasyonun adı geçenlerde gördüğüm bir düşte simsiyah
gökyüzüne beyaz harflerle yazılmıştı: Tuhaf Kadınlar. Şeridin başında ise taşı
her zaman gediğine koyan yazarlardan Leylâ Erbil’in cümleleri duruyordu:
“Haydar’ı dışarıya çektim. ‘Atatürk’ dedim çıkarken, bizi rahat bırakacaksınız
diye size de genelevler açtı, ama cebinize para koymayı unuttu.” (Leylâ Erbil,
Tuhaf bir Kadın, Yapı Kredi, 1998)