Yıldırım Türker
"İnsanların
devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941
tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon.
Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden
direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler.
Operasyonun adı 'Gece ve Sis'ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin
kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra
1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973
darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin
generallerine el verdi. 1976 darbesinden sanra Arjantin'de binlerce muhalif
kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden,
kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan
okyanusa atıldıklarını öğrendik.
İnsanları kayıp
etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana
her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen
adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise
güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın
sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir
mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda
kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden
kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden
oynamıyor."
"Gözaltında
Kayıp, Onu Unutma!", s. 7-18
Hasan Ocak,
kimsesizler mezarlığında bulundu. Hepimiz, bir yerlerde kimsesizler için bir
mezarlık olduğunu bilirdik. Olması gerektiğini. Çoğumuz için, ölüsünü bulup
kaldıracak yakını olmayan insanlar, hayal edilmesi oldukça güç bir yenilginin
trajik kahramanlarıdır. Onların hayatını anlayabilmek için hepimizin
dağarcığında yılların biriktirdiği öyküler, söylenceler vardır. Bilebildiğimiz,
sınırları bizim hayatımızla çizili bir dünyadan kabaca istifa eden,
beceremeyen, becerecek gücü olmayan o insanların sonunda ya bir ucuz otel
odasında, ya bir sokak köşesinde ölüp, "sahipsiz" yaftasıyla devlet
tarafından mermersiz, çiçeksiz bir yere gömüldüğünü duymuşuzdur. Biliriz.
Hasan Ocak
kimsesiz değildi. Ailesi ve sevenleri tarafından aylardır aranıyordu.
Resimlerinden tanıyorduk hepimiz o kumral delikanlıyı. İşkenceyle bereli bedeni
Beykoz ormanında bulunmuş, adli tıptan sahipsiz damgası yiyerek kimsesizler
mezarlığında bir rakamın altına gömülmüştü. İtilip kakılmayı, gözaltına
alınmayı, milli düşman ilan edilmeyi göze alan ailesinin inatçı çabaları sonucu
izi bulundu. Biz de kimsesizler mezarlığıyla bu kez gerçekten tanıştık.
Hasan'ın kızkardeşinin dile getirdiği dehşet, bir televizyon programında
nedense mahçup bir kameranın saptadığı bölük pörçük görüntüler, gözümüzde
acıklı, biraz da romantik bir son durak olan kimsesizler mezarlığını bambaşka
bir gerçekliğe oturttu. Kimsesizler mezarlığı, hepimiz için bir tehdit. Herkesi
yutabilir. Adeta bir kıyımdan artakalan toplu mezarlık. Son yıllarda
gelişigüzel rakamlarla adlandırılıp üstüste, yanyana gömülüveren, kimliği
meçhul varsayılan ölülerin çoğunluğu doğal olmayan yollarla ölüme yakalanmış.
Tercümesi: İşkenceden geçmiş, paralanmış, katledilmiş. Kayıplarımızı
ormanlardan, kimsesizler mezarlığından, şifreli adli tıp dosyalarından bulmaya
başladık. Hayatımız aynı çöl lehçesiyle sürçüp gidiyor. Yer yerinden oynamıyor.
Ayşenur, Hasan,
Rıdvan... Onları bulduğumuza seviniyoruz. Onları kendi ellerimizle bir kez daha
kendi tarihimize, kendi belleğimize gömebildiğimize seviniyoruz. Bir umutsuz
bekleyişe, beklentisi olmayan sinsi bir umuda asılı kalmaktan kurtulduk. Onları
bulduk. Ama yer yerinden oynamadı.
Gece ve sis
İnsanların devlet
eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde
Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce
direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi
sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı
"Gece ve Sis" ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et
ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda
Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra
Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi.
1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil
yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların
büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını
öğrendik.
İnsanları kayıp etmenin
kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl,
her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar
çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise
güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın
sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir
mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda
kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden
kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden
oynamıyor.
Rakamların
serinliği
Rakamlardan söz
etmek istemiyorum. Rakamlar beni üşütüyor. Rakamsal dökümlerle yaklaştığımızda
herşey sanki zihinsel denetimimiz altındaymış gibi oluyor. Kaydımızdan
düşüveren, şu an nerede, ne durumda olduğunu bilemediğimiz insanların sayısını
anmayacağım.
Bilebildiğimiz,
binlerce isim. Saptayabildiğimiz...
Toplumsal bilinç
kuntlaşması sonucu, gitgide her olguyu, başımıza gelen her felaketi rakamlarla
açıklamaya çalışıyoruz. Kendimizi bilimsel bir yaklaşımın koruyucu, soğuk ışığı
altında hissetmemizin yanısıra zamanla her kurban, bir rakam karşılığı olan,
akıl sıramızda efendice yerini almış bir vaka'ya dönüşüyor. Bilginin
demokratikleşmesi kisvesi altında hayatımız rakamlarla sıvandıkça, enflasyonun
yüzdesinden en kıytırık televizyon referandumlarındaki evetlerin yüzdesine;
meclis aritmetiğinden, onun beraberinde getirdiği ilçeleri il yapma
katakullisine kadar, küçük birer matematikçi olarak memleketimizi çözmeye
çalışıyoruz. Hayatla ilgili hesaplarımız, rakamların o büyülü kolaylığına
yamanıyor; bir koyup üç alıyoruz, 8'i kaldırıp demokratikleşmeye, 24'ü koruyup
laik kalmaya, 141-142'nin kalktığını hatırlatıp muhalefet yapmaya çalışıyoruz.
Hayır, ben rakamlardan söz etmeyeceğim.
Kayıp'ları tek tek
tanımak istiyorum. Onların topluca, bir rakamın eşliğinde toplumsal bir yara
olarak adlandırılıp bizden uzağa bir yere konulmalarını, yıllar sonra
hatırlandıklarında keyifli bir uyanıklıkla toplumsal bellek kaybımızdan söz
edilmesini istemiyorum. Herşeyi, bu boktan dünyada kalabilecek kadar unutup,
yeri geldiğinde bu memleket insanının bellek sorunundan söz edecek
soğukkanlılığı tutturmayı reddedelim, diyorum. Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını
kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere
sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık çıkmasın"
duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. Kayıp'larımızı iyi tanıyalım. Yer
yerinden oynamalı!
İnsan kalmak için
Hüseyin kim? Kenan
kim? İsmail kim? Kayıp oldukları andan itibaren bilemediğimiz, uzanamadığımız,
uğultulu bir dünyanın sakinleri onlar. Bir insanı kayıp etmek, işkence
tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerli çeşitlemesi. Kayıp edilenin
dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak.
Onu, uğruna yaşadığı, savaştığı dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız
bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi
umutlarına asmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir
duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek. Sevdiği, artık tanımadığı bir
dünyada yaşamaktadır. Âdetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik
hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye
başlar. Herşey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal
eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir
yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Bir
ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği
hop ediyor. Demek bir yanıyla oğlunun, belleği silinmiş, bambaşka biri olarak,
bir başkasının hayatını sürdürebileceğini düşünüyor. Düşünebiliyor. Dile
getirmese de. İnsan beyni, acılarla sıkıştırıldığında sahibini bile şaşırtacak
neler üretmez ki. İnsanları kendi umutlarıyla tüketmek, onları hayatlarını
artık yaşayamayacak hale getirmek, gerçekten Nazi yaratıcılığına yaraşır bir
zulüm. Toplu işkence. Vakit kaybetmek yok. Kayıp edilenler ve geride kalanlar.
Hepimiz, birbirimizden koparılıp bir bilinmezler dünyası karşısında çaresiz
bırakılıyoruz. Görüşebildiğim kayıp ailelerinin hemen hepsi umuttan istifa
etmişlerdi. Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini
söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek
için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında
kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek
için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta
kalabilmek için. İnsan kalabilmek için.
O anı yaşadılar
mı?
Peki, kaybolanlar
kayboldukları, kaydımızdan, bilebildiğimiz dünyanın kaydından düştükleri andan
itibaren neler yaşadılar? İşkencede neler hissettiler? O anı; kötülüğün yenik
düştüğü, çaresiz kaldığı anı; tanık olarak, itirafçı olarak, yararlanılabilecek
bilgi kaynağı olarak görülemeyeceklerinin anlaşıldığı o anı farkettiler mi?
İşkencecilerinin onların işe yaramadıklarına kanaat getirdikleri o anı?
Copların bezgin bir öldürücülükle gövdelerine inmeye başladığını, elektriğin
denetimsizce verilmeye başlandığını, işkencecilerin yenilgi öfkesini
sezmişlerdir mutlaka. İnsan o an ne hisseder? Ölüm, ne kadar göze alınırsa
alınsın, yüzleşildiği anda ürpertmez mi?
Yoksa başından
beri karşılarındaki işkencecileri sonları olarak mı gördüler? Çoğu önceden
baskı, dayak, işkenceyle tanışmıştı. Ama her seferinde yakınlarının bir şekilde
izlerine düşmüş olduğunu biliyorlardı. Yakınlarının tanıklığına sığındılar.
Sevdiklerinin kayıtlarına sığındılar. Korkunç bir masal ormanında sonsuza dek
kaybolmamak için arkalarına iz serptiler. Diyelim, bir polis arabasına
tıkılırken yoldan geçenlere adlarını haykırdılar. Gözaltında adlarını
haykırdılar. Yan koğuştaki, sağ kalacağından emin olamadıkları adama
künyelerini haykırdılar. Bildikleri yegane dünyaya ulaşmaya çalıştılar. Ama işte
o an; paylaşamayacakları, artık kimseye anlatamayacakları bir an. Tek kişilik.
Ölüm gibi... O an, rüyalarıma giriyor. Gencecik bir kadın, gencecik bir adam,
öleceğini anlıyor. Bundan hiçbir sevdiğinin haberi olmayacağını da biliyor. O
an, yapayalnız. Ardında kalan dünyayı düşünüyor belki. Belki onu da düşünecek
halde değil.
Şu dünyada nerede
olduğunuzu, ne yaşadığınızı bilen tek sevdiğiniz kalmadığında başka bir
düzleme; âdetlerin farklı olduğu; işaretlerin, diyelim bir sözün, bir bakışın
bambaşka anlamlara geldiği bir dünyaya geçtiniz demektir. O çizginin ötesine
geçtiğiniz anda, berisinde kalanlar; ananız, arkadaşlarınız, sevgiliniz,
mutlaka size çoktan ardınızda bırakmış olduğunuz bir dünyanın çok ama çok uzak
anıları gibi geliyordur. Sesinizi artık kimseye duyuramayacaksınız. Kısacık
ömrünüzde çoktan göze almış olduğunuz, buna rağmen kafanızda hep öteye, daha
öteye ittiğiniz o an geldi işte. O kopma anı. Düşman karşınızda. Öfkeden yüzü
gözü seyiriyor. Sizi öldürecek. O düşman kim peki? Görünürde o da sizin gibi
biri. Belki yaşıtınız. Aynı mahallede oturuyorsunuzdur, kimbilir. Yoksulluğun
dilini biliyor o da. Analarınız pazar yerinde dertleşiyor belki de.
Kötülüğün
örgütlenmesi
Kötülük üstüne
düşünelim istiyorum. Şefkat, merhamet, vicdan; velhasıl artık hepsi yanlış
yazılan bu kelimeler ne ifade ediyor? Oğlunu kaybetmiş bir anayı çamura
yuvarlayan polisi, çaresiz kaldığını öne sürüp yine de koltuğundan vazgeçmeyen
bakanı düşünelim. Kurbanının etinden et koparan, ona böylesine büyük bir nefret
biriktirebilmiş olan adamın hiçbir canlıya, hiçbir şeye merhameti yok mu?
Herkesi rahatlıkla tekmeler, kanatır, yaralar, parçalar mı?
İçindeki vahşi
hayvanı böylesine serbest bırakmasına yol açan ne, kim? Bir insana uzun uzun
çeşitli işkenceler yapan, çığlıklara kulağını tıkayan, sonunda onun ölüsünü bir
ormana atıveren kim? Uzaylı mı? Deli mi? Ne kadar uzağımızda? Seçim önceleri
güleryüzlü, hak hukuk söylevleriyle oyumuzu rica eden, yeri geldiğinde dilenen
adamlar kim? Son zamanlarda kimi bakanlar hangi suskunluk hakkını kullanıyor?
Böyle bir hak var mı? Varsa Mafia'nın suskunluk yeminine mi benziyor?
Cumhurbaşkanından
en ücra köydeki mazlum anaya kadar herkesin üstündeki bir güç, bir dünya mı
çekiyor sevdiklerimizi yanına? Kontrgerilla, açıkça dile getirilir, tarihi
deşilir, kökü kazınmaya çalışılırsa, gizli-açık bağlantıları nedeniyle bütün
devlet yapısı çöker mi? Korkulan, göze alınamayan bu mu? Geceye ve sise borcu
olmayan kimse yok mu? Amerikan filmlerindeki kovboy kılıklı kahraman bireyleri
mi bekleyeceğiz? Devletin bekası için halktan gizlenen nedir? Halk, bu sırra
daha ne kadar kurban verecek? Bundan 20 yıl sonra hâlâ başımızda oturan
Demirel, bugünün kayıpları için, Deniz'lerin idamı için dediği gibi "o
günün koşullarında kaçınılmazdı" mı diyecek? Mehmet Ali Birand yine
zıplaya zıplaya haşmetpenâhlarını sıkıştırıp memleketin en iyi gazetecisi
olarak zafer gülücükleriyle programını kapatırken yine bizi gözyaşlarına boğan
bir demokrasi dersi mi verecek?
Kayıp aileleriyle
görüştüm. Kayıp edilen o insanları tanımaya çalıştım. Onlardan kendime bir aile
edindim. Şimdi onları çok özlüyorum. Kayıplar listesinden pek çok insanın
ailesi bizimle görüşmeye yanaşmadı. Kalan çocuklarını da kaybetmekten
korkuyorlardı. Herşeyin ötesinde dış dünyaya güvenleri kalmamıştı. Görüşmeyi
kabul edenler, kayıplarının hayatından umudu kesmiş olsalar da hesap sormak
istiyorlar. Ama önce sevdiğimizin, hayal edemeyeceğimiz yöntemlerle berelenmiş
ölü bedenini olsun, istiyoruz. Onu biz gömeceğiz. Onu biz gömene dek bu dünyada
yerimiz yok!
Hepimiz gün günden
büyüyen bir kayıplar ailesinin üyeleriyiz. Yakınlarımız kayıp edilmiş
olmayabilir. Kendi kayıplarımızı, her geçen gün kaybettiğimiz,
kaybettirildiğimiz şeyleri hatırlamanın zamanıdır.