Gerçekten
Mustafa Kemal ve onun “inkılâpları”yla ilgili olarak yaratılan efsane, yedi yüz
yıllık Hilâfet ve Saltanat devrinde yaratılmamıştır. İlginç olan bir şey de, bu
efsane üreticilerinin, sözde efsaneleri yıkmak, hurafeleri yok etmek amacıyla
yola çıkmış olmalarıdır! Topluma rasyonel düşünceyi egemen kılmak amacıyla yola
çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde hurafe üretmişlerdir. Putları
yıkmak için yola çıkanlar, hiçbir dönemde görülmemiş düzeyde put ürettiler.
Cumhuriyet aydını, put üreticiliği ve bekçiliğine koşulmuştu…
(Tanıtım
Bülteninden)
1. BÖLÜM / GİRİŞ: BATILILAŞMA, ÇAĞDAŞLAŞMA, KALKINMA
“Ne mutlu o
yoksullara ki öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların
olacaktır.” F. Engels*
I. Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri
Batı gibi olmak için onu taklit ediyor. Küçük bir azınlığın “refahı” pahasına,
giderek insanlığın varoluş koşullarını ortadan kaldıran burjuva uygarlığının
“ayrıcalıklı” ülkelerine benzemek istiyor. Öyle bir burjuva uygarlığı ki:
“Sahiplerinin çıkarma olarak sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini
sağlıyor da, bir bütün olarak toplumun basit yemden üretimini sağlıyamıyor.”(1)
Her dönemde iktidarı ele geçirenler, “kurtuluş reçetesinin” ceplerinde olduğunu
ve beş-on yılda sorunların çözüme kavuşacağım söylüyorlar. Ne var ki, beş-on
yıllların sonu bir türlü gelmiyor. Hedef, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara
kayıyor. Üstelik Latince deyimdeki gibi(**) uzaklaştıkça prestiji artıyor.
Mustafa Reşit Paşa’nın 3 Kasım 1839′da Gülhane Parkı’nda okuduğu Tanzimat Fermanı’nda
(Hatt-ı Hümayun): “Memleketimizin coğrafi durumuna, münbit topraklarına ve
halkın kabiliyet ve istidadına göre lüzumlu şeylere teşebbüs olunduğu takdirde,
beş on yıl içinde Allanın yardımıyla istenilen(***) şeylerin hasıl olacağı…”
söyleniyordu. Bunun için de “bazı yeni kanunların konulması lüzumlu ve önemli
görülmüş”tü… Türkiye’nin iki yüzyılı aşan “asrileşme”, “muasırlaşma”,
“Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “kalkınma”, “çağ atlama” problematiği,
sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Söz konusu olan, süreklilik
gösteren bir çizgidir, İdris Küçükömer’in deyişiyle, bir “yenilgi
tuzağıdır..”(2) Mustafa Reşit Paşa Osmanlı tmparatorluğu’nu, “Civilisation”a
sokmaya çalışıyordu (!) Bugünün yöneticileri de Türkiyeyi “AET”ye sokmaya
çalışıyorlar (!) Mustafa Reşit Paşa’dan bu yana bir buçuk yüzyıl geçtiği halde,
Avrupa’nın hemen tüm kapılan Türklere kapalı. Batı’ya gidebilmek için vizeyi
içine sindirmek ve barajı aşabilmek gerekiyor… Üçüncü Mustafa zamanında “bu
devlet nasıl kurtulur” sorusu şimdilerde, “bu devlet nasıl kalkınır” sorusuna
dönüşmüş görünüyor… Bütün bu dönem boyunca yönetici elitin topluma ve dünyaya
bakışında radikal bir değişiklik söz konusu olmadı. (*) Londra mektubu 1843
(**) Majöor e longinquo reverentia (***) Altını biz çizdik (F.B.) 9
II. Bizim sümürgeleşme olarak gördüğümüz
süreçte, Cumhuriyetin kurulma sıyla bir kopukluk ortaya çıkmamıştır. Cumhuriyet
rejimi, Türkiye’nin emperya list Batı ile olan ilişkilerinde ve Kapitalist
Dünya sistemi içinde Türkiye’nin ko numunda köklü bir değişikliği temsil
etmiyor. Dolayısıyla, bir “yenilgi tuzağı”nı temsil eden paradigmanın dışına çıkmak söz konusu
değildi. Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi
de sömürgeleşme yolun da ilerlemekten başka bir şey değildi.
III. Bugün Türkiye’nin kendi yolunu bulabilmesi,
“sağlıklı” bir kalkınma yoluna girebilmesi, uluslararası düzeyde saygın bir
ülke konumuna gelebilmesinin önündeki en büyük engel “yapay” bir resmi
ideolojinin varlığıdır. Bu resmi ideoloji, bilimsel – entellektüel gelişmeyi ve
yaratıcılığı sürekli engelleyerek, düşünsel alanı çoraklaştırmakta,
demokratikleşmenin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Cemil Meriç: “Bu
hadım edilmiş idrakle, bu ‘izinli’ hürriyetle kalkınmak mümkün mü?” derken, bu
açmazı çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir(3) Geçerli resmi ideoloji, toplumun
kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmaktadır. “Sermaye Uygarlığı”
ile ilgili olarak doğru bir tavır geliştirebilmek için, iki yüzyıldır hep aynı
çıkmaz yolun yolcusu olduğumuz ortaya konulmalıdır. Bu konudaki yanılgı da
“Milli Mücadele” konusundaki yaklaşımlarda ve Cumhuriyet Rejimi’nin tahlilinde
odaklaşıyor. Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk on yıllan üzerinde kitabın
hacmine göre biraz fazlaca durmamız bu bakımdan gerekliydi.
IV. Böyle bir resmi ideoloji oluşturulmasının
nedeni, Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel olarak geri (askeri ve sivil
bürokrasi, ayan, eşraf, ağa, şeyh, komprador burjuvazi vb.) sosyal sınıflara
dayanmış olmasındandır. Eğer
bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim
sınıfların) gücünün ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu
sınıfların ilerici bir rol oynamaları olanaksızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların
bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması
bir “zorunluluk”tu. Böyle bir resmi ideolojiye dayanak yapılacak şeyler de
sınırlıydı.
Bunu:
a) Mustafa Kemal’in kişiliği etrafında bir kişi
kültü yaratarak;
b) Milli Mücadele’yi “yeni” yönetici sınıfın
ihtiyaçlarına uygun olarak yorumlayıp, olduğu gibi değil de, mülk sahibi
sınıfların “olmasını istedikleri” gibi yeniden yazdırarak;
c) Tek Parti dönemi “İnkılaplar”ının önemini
abartarak “gerçekleştirdiler.”
V. Cumhuriyetin yeni yönetici elitinin ve
dayandığı tarihsel olarak geri sos yal sınıfların ihtiyacı olan bu resmi
ideolojiyi oluşturmak da ittihatçı artıklarına ve onların devamı olan
Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Cumhuriyet aydınları resmi ideolojinin
üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı.. Resmi ideolojiyi üretip yaymaya
koşulmuş aydınların devletle olan ilişkileri ve devlet karşısındaki konumlan
da, ister istemez “özel bir veçhe” kazanmıştı. Bir bakıma Osmanlı aydınının
konumuna benzer bir konumdaydılar.. Dolayısıyla, kapitalist topluma özgü
aydınlar gibi, devletten “görece bağımsız” değillerdi. Bu durum,
düşünsel-entellektüel alam kısırlaştırmış, anti-demokratik, tek-tip, bağnaz bir
düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuşur. 10
VI. Yaklaşık yetmiş yıldır bir sermaye sınıfı
yaratmak için büyük çaba har candı. Emekçi toplum kesimleri büyük baskılara
maruz bırakıldı. Ne ki 1920′lerin “komisyoncu sermayesi” şimdilerde
uluslararası sermayenin (çoku luslu şirketlerin) “taşaronluğu” konumuna ancak
terfi edebilmiş durumdadır. Türk özel sermayesi onca yıl “teşvik”, “destek” ve
“vurgun”dan sonra yeni teş vikler, ayncalıklar istiyor ve ancak emperyalist
sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor. Bugün de ülkenin geleceği bu
“marazi” sermaye sınıfının di namizmine terkedilmiş durumdadır.
VII. Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerinde,
özellikle de geçen yüzyılda kendini büyük devletlere göre tanımlıyordu. Çarlık
Rusyası’na karşı öteki em peryalist devletler için bir “tampon bölge” işlevi
görüyor ve emperyalistler arası çıkar çatışmalarından yararlanarak (dış
yardımla, vb.) ayakta kalmaya çabalıyor du. Emperyalizmin Ortadoğu ve Güneybatı
Asya’daki çıkarlarının güvence altı na alınması işlevine koşulmuştu. Cumhuriyet
Türkiyesi de kendisini aşağı yu karı aynı biçimde tanımlamaya devam etmiştir.
Sovyet Rusya’ya karşı bir “tampon bölge” oluşturarak Ortadoğu pazarından pay
almak isteyen emperyalist devletlerin çıkar çatışmasından yararlanmayı, dış
yardım almayı ve dış destekle yaşamayı bir “ilke” haline getirmiştir.
VIII. Türkiye’nin bugünkü performansı söz konusu
olduğunda, egemen sı nıfların ve sözcülerinin yarattığı ideolojik şartlanmadan
yeterince nasiplenmiş olanlar, ülkenin elli-altmış yıl öncesi durumuna bakarak
“değerlendirme” yap mayı yeğliyorlar. Türkiye’nin son elli-atmış yılda belirli
bir mesafe kaydettiği kesindir. Bu zaman zarfında yerinde sayan hiçbir toplum
yoktur. Böyle bir şey zaten eşyanın tabiatına da aykırıdır. Önemli olan ülkenin
kapitalist dünya siste mi içindeki konumunun ne olduğu, ne yönde, nasıl ve ne
kadar değiştiğidir. Üs telik her değişmeyi “ilerleme”yle, her büyümeyi de
“kalkınma”yla özdeş say mak sakıncalıdır. Eğer
bir anlam ifade ediyorsa; 1987 verilerine göre Türkiye nüfusunun % 40′ının (21
milyon) yıllık geliri 355 dolardı! Karşılaştırmanın an lamlı olabilmesi için,
“geriye” değil “etrafa” bakmak gerekir. Bir toplumsal for masyonun başarısı
düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı kar şıya olduğu
sorunları çözebilme yeneteneğiyle ölçülür.
IX. Üniversitelerde öğrendiğimiz ve öğretmekte
olduğumuz “iktisat bilimi”, ileri sürüldüğü gibi, evrensel geçerliliği olan bir
“bilim” değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı özel koşullarda Batı için
Batılılar tarafından üretilen, ama bizimki gibi “yeni sömürge” statüsündeki
ülkelerde de “tüketilen” “iktisat bilimi”, hakim durumdaki ülkelerin elinde
ideolojik bir araç işlevi görmektedir. Söz konusu öğ reti, bizim ve benzer
durumdaki azgelişmiş ülkelerin realitelerini açıklama gü cüne sahip değildir.
Batı’da, Batılıların ihtiyaçları için üretilmiş teorik yaklaşım ların ve o
yaklaşımlara dayanan iktisat politikalarının eleştirel bir değerlendirmesini
yapmamız gerekiyor. Aksi halde bize gösterilen, ama sonu ol mayan bir yolda
“yürümek”ten kurtulmamız mümkün değildir.
X. Artık iki yüzyıldır dayatılan (asrileşme,
muasırlaşma, Batılılaşma, çağdaş- 11
laşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz. Bir şeyi daha kabullenmeliyiz ki; söz konusu paradigmanın dışına çıkmadıkça, gerçekten eşitlikçi, demokratik, gönençli, kendi ayaklan üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamız mümkün olmayacaktır. İşte, bu kitapta tartışma konusu edilen belli başlı sorunlar yukarıdaki temalar etrafında toplanıyor… 12
laşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz. Bir şeyi daha kabullenmeliyiz ki; söz konusu paradigmanın dışına çıkmadıkça, gerçekten eşitlikçi, demokratik, gönençli, kendi ayaklan üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamız mümkün olmayacaktır. İşte, bu kitapta tartışma konusu edilen belli başlı sorunlar yukarıdaki temalar etrafında toplanıyor… 12
2. BÖLÜM: AYDINLAR ve RESMÎ İDEOLOJİ
“Arslanlar kendi
tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı
yüceltecektir.” Afrika Atasözü
Her tarihsel
dönemde ve her toplumsal formasyonda, belirli bilgilere sahip olanlar
“ayrıcalıklı” bir konumda bulunurlar. Toplumsal işlevleri karşılığında maddi,
siyasal, ideolojik olarak ödüllendirilirler. îlkel kabilede, büyücü, Firavun’un
rüya yorumcusu, günümüzün diplomalıları vb., ait oldukları toplumsal
formasyonların sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar. Bu anlamda, (sosyolojik)
aydını olmayan toplum yoktur. Aydım olmayan toplum olmadığı gibi, aydınların
meşrulaştırıcı toplumsal işlevleri ve siyasal iktidar karşısındaki konumları da
bir üretim tarzından diğerine değişir. Bu farklılık meşrulaştırma işlevinin
tarihsel süreç içinde aldığı biçimle doğrudan ilgilidir. İlkel, köleci,
asyatik, feodal, kapitalist, tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik “sosyalist”
toplumsal formasyonlarda aydınların işlevi ve siyasal iktidar karşısındaki
konumları farklıdır. Eski Uzakdoğu uygarlıklarında toplumsal hiyerarşide bilge,
birinci sırada yer alırdı. Bu durum, onun toplumsal işlevinin öneminden
kaynaklanırdı. Yine eski doğu toplumları halk dilinde; birinci bilge, ikinci
çitfçi, üçüncü zanaatkar, dördüncü tacir denirdi. Söz konusu toplumsal
formasyonlarda bilge’nin birinci sırada yer alması, onun bilgelik ve moral
(ahlakî) standart örneği olmasındandı. Bilgeyi önemli ve saygın yapan
askeri-ekonomik gücü değil, toplumsalideolojik işleviydi. Her toplumsal
formasyonda aydınların toplumdaki konumları ve siyasal iktidarla ilişkileri
farklıdır. Dolayısıyla, toplumsal formasyonun niteliğine bağlı olarak, sınıf
(ya da egemen sınıfın bir bölüğü), kast, katman oluşturabilirler. Aydınlar,
Osmanlı toplumsal formasyonunda egemen sınıfın bir bölüğünü
oluştururlardı.İdeolojik (meşrulaştırma işlevi), hukuki, bürokratik bir işleve
sahiptiler. Kısaca, hukuk, din, eğitim, yönetim alanlarını kapsayan bir kesim
oluşturuyorlardı. Osmanlı imparatorluğu’nda Şeyh-ül islam, müftü, kadı,
müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu.(1) Söz konusu
hiyerarşi sayesinde imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatin uygulanması), hem de
idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi. Hiyerarşinin yükseklerinde yer
alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler. Ilmiyye sınıfı için kati ve
müsaderenin olmayışı, bu kesimin hem büyük servetler edinmesine, hem de
edindikleri serveti miras yoluyla ço- 13
cuklanna aktarmalarına olanak veriyordu. Böylece yönetici sınıf içinde “kapalı bir kast” oluşturmayı başarmışlardı. Sosyolojik olarak aydın tanımına giren kesimin önemi ve toplumda “ayrıcalıklı” konumu, “bilgili” olmalarından, dahası, toplumda “kültürel tekel”e sahip olmalarındandır. Halk dilinde “ilim iktidardır” (*) atasözü aslında iki şeyi içermektedir: Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eğilimindedir; İkincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar(2) Demek ki aydınların ayrıcalıkları veya siyasi iktidar ortağı oluşları, “bilgi”lerine dayanmaktadır. Eski Mısır’da Hz. Yusuf’un Firavun’dan sonra devletin ikinci adamı konumuna gelmesi, bilgili olmasındandır. Bütün diğer kâhinlerden daha iyi rüya yorumcusu oluşundandır. “Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim. (3) Yukarıda sözünü ettiğimiz, sosyo-profesyonel bir kesit oluşturan ve sosyolojik aydın tanımına girenlerdir. Bir de bunlardan ayrı olarak ve ekseri marjinal bir öneme sahip olan, çoğu zaman, küçük bir grup bile oluşturamayan entellektüeller bulunur. “Entellektüeller”in ayırdedici niteliği, diploma sahibi olmaları veya belirli bilgilere sahip olmaları değildir. Aynı şekilde belirli meslek gruplarına dahil olmaları da değildir. Şüphesiz bunlar da en az diğerleri (sosyolojik aydın tanımına girenler) kadar, belki de onlardan daha çok bilimsel bilgiye sahiptirler. Entellektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü entellektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlaki) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir. Entelektüellerin bir grup oluşturabildikleri ve belirgin bir ağırlığa sahip oldukları ülke Fransa olmuştur. Zaten “intellectuel” kavramı da ilk defa Dreyfüs olayıyla ilgili olarak 23 Ocak 1898′de kullanılmıştır(4) Dolayısıyla yalan tarihe ait bir kavramdır. Bir grup oluşturmasalar da, en azından tekil olarak ya da birbirinden bağımsız aynı zihinsel eğilime cevap veren (vocation) entellektüeller her tarihsel dönemde ve her toplumda var olmuşlardır. Bu anlamda entellektüel’in misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş “aydınlar”ın, “aldatıcılar”ın ipliğini pazara çıkarmaktır. Açıklıktan yana olmayan, gerçeğin ortaya çıkmasından zarar görecek olan sınıflara karşı gerçeği savunan, tek kelimeyle gerçeğin ortaya çıkmasından yana tavır koyan kişidir. Bu anlamda egemen sınıflar ve onların adamları tarafından yaratılan hurafeleri sergilemek, mistifiye (aldatılma) edilmiş olanı demistifiye (yaratılan efsaneyi yıkmak anlamında) etmektir. Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar sömürüyü gizlemek, sömürü ve (*) Bu sözün F. Bacon’a ait olduğu da ileri sürülüyor. (F.B.) 14
baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla “efsaneler”, “hurafeler” üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine, hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır, işte entellektüel, egemen olan sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış (reifiye) bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidarlardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemi”ne başkaldıran, örneğin egemen ideolojiye, resmi tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da “resmi versiyonu” arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen olan sınıfların ve devletin her jtürlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa, tabuya, inkarcılığa itibar ermeyen, sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışan kişidir… Ünlü Fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askeri ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır aldığında, gerçek bir entellektüel tavrı sergi lemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entel lektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu “bilimsel bilgi” değil, top lumsal, insani, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte, bu yüzden Jean Paul Sartre, “atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim, Sartre, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entellektüel sayılmıyorlar dı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları “bilgili” olmaları olsa da, onları asıl entellektüel yapan insani sorunlar, evrensel sorunlar karşısında aldikları tavır,devlete karşı tutumlarıdır … Paul Baran; “Aydın denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle O, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup aydınları en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir ‘dert yaratıcısı’, bir ‘baş belası’ olarak görür”(5) derken, bizim entellektüel dediğimiz gerçek aydınının diğerlerinden farkını vurgulamak istiyor. Bu aşamada önemli bir teorik sorunla karşılaşılır ki; o da, bilginin niteliği, hakim sınıflar ve devlet karşısındaki konumudur. Bilimsel bilginin göreli bir özerkliği vardır. Dolayısıyla üretilen bilimsel bilgi ile hakim sınıflar arasında birebirlik, doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak sakıncalıdır. Bilimsel bilginin (sosyal bilim) sınıfsal bir öze sahip olması, onun göreli özerkliğini ortadan kaldırmaz, işte bu durum, sosyal bilimlerde tarafsızlık sorununu tartışma gündemine getirmiştir. Göreli özerkliğe (autonomie relative) rağmen, tarafsızlık bir safsatadan ibarettir. Son tahlilde sınıfsal çıkarlardan tam bağımsız bir bilgi (sosyal bilim) olanaksızdır. Bilim adamı “tarafsız olmalıdır” ya da “tarafsızdır” dendi- 15
ğinde, asıl söylenmek istenen, gerçekten tarafsızlık değil, iktidarlardakilerin, mülk sahibi sınıfların istemediklerini söylememek, tartışma konusu yapmamaktır. Tersini yapanlar, yani iktidardaki sınıfların istemediklerini yazıp söyleyenler, tartışma konusu yapanlar, “bilimsel tarafsızlıktan uzaklaşmış” sayılırlar ve tarafsızlıktan ayrılmanın da bedelini şu ya da bu biçimde öderler. Örneğin Ortaçağ’da kilisenin temel öğretisine ve hakim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı. Çünkü geleneksel Ortaçağ toplumunda sadece teolojinin yaydığı bilgi esastı ve o bilgiye sahip olanlar saygın ve ayrıcalıklı bir konumda bulunurlardı. ….
cuklanna aktarmalarına olanak veriyordu. Böylece yönetici sınıf içinde “kapalı bir kast” oluşturmayı başarmışlardı. Sosyolojik olarak aydın tanımına giren kesimin önemi ve toplumda “ayrıcalıklı” konumu, “bilgili” olmalarından, dahası, toplumda “kültürel tekel”e sahip olmalarındandır. Halk dilinde “ilim iktidardır” (*) atasözü aslında iki şeyi içermektedir: Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eğilimindedir; İkincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar(2) Demek ki aydınların ayrıcalıkları veya siyasi iktidar ortağı oluşları, “bilgi”lerine dayanmaktadır. Eski Mısır’da Hz. Yusuf’un Firavun’dan sonra devletin ikinci adamı konumuna gelmesi, bilgili olmasındandır. Bütün diğer kâhinlerden daha iyi rüya yorumcusu oluşundandır. “Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim. (3) Yukarıda sözünü ettiğimiz, sosyo-profesyonel bir kesit oluşturan ve sosyolojik aydın tanımına girenlerdir. Bir de bunlardan ayrı olarak ve ekseri marjinal bir öneme sahip olan, çoğu zaman, küçük bir grup bile oluşturamayan entellektüeller bulunur. “Entellektüeller”in ayırdedici niteliği, diploma sahibi olmaları veya belirli bilgilere sahip olmaları değildir. Aynı şekilde belirli meslek gruplarına dahil olmaları da değildir. Şüphesiz bunlar da en az diğerleri (sosyolojik aydın tanımına girenler) kadar, belki de onlardan daha çok bilimsel bilgiye sahiptirler. Entellektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü entellektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlaki) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir. Entelektüellerin bir grup oluşturabildikleri ve belirgin bir ağırlığa sahip oldukları ülke Fransa olmuştur. Zaten “intellectuel” kavramı da ilk defa Dreyfüs olayıyla ilgili olarak 23 Ocak 1898′de kullanılmıştır(4) Dolayısıyla yalan tarihe ait bir kavramdır. Bir grup oluşturmasalar da, en azından tekil olarak ya da birbirinden bağımsız aynı zihinsel eğilime cevap veren (vocation) entellektüeller her tarihsel dönemde ve her toplumda var olmuşlardır. Bu anlamda entellektüel’in misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş “aydınlar”ın, “aldatıcılar”ın ipliğini pazara çıkarmaktır. Açıklıktan yana olmayan, gerçeğin ortaya çıkmasından zarar görecek olan sınıflara karşı gerçeği savunan, tek kelimeyle gerçeğin ortaya çıkmasından yana tavır koyan kişidir. Bu anlamda egemen sınıflar ve onların adamları tarafından yaratılan hurafeleri sergilemek, mistifiye (aldatılma) edilmiş olanı demistifiye (yaratılan efsaneyi yıkmak anlamında) etmektir. Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar sömürüyü gizlemek, sömürü ve (*) Bu sözün F. Bacon’a ait olduğu da ileri sürülüyor. (F.B.) 14
baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla “efsaneler”, “hurafeler” üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine, hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır, işte entellektüel, egemen olan sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış (reifiye) bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidarlardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemi”ne başkaldıran, örneğin egemen ideolojiye, resmi tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da “resmi versiyonu” arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen olan sınıfların ve devletin her jtürlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa, tabuya, inkarcılığa itibar ermeyen, sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışan kişidir… Ünlü Fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askeri ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır aldığında, gerçek bir entellektüel tavrı sergi lemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entel lektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu “bilimsel bilgi” değil, top lumsal, insani, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte, bu yüzden Jean Paul Sartre, “atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim, Sartre, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entellektüel sayılmıyorlar dı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları “bilgili” olmaları olsa da, onları asıl entellektüel yapan insani sorunlar, evrensel sorunlar karşısında aldikları tavır,devlete karşı tutumlarıdır … Paul Baran; “Aydın denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle O, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup aydınları en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir ‘dert yaratıcısı’, bir ‘baş belası’ olarak görür”(5) derken, bizim entellektüel dediğimiz gerçek aydınının diğerlerinden farkını vurgulamak istiyor. Bu aşamada önemli bir teorik sorunla karşılaşılır ki; o da, bilginin niteliği, hakim sınıflar ve devlet karşısındaki konumudur. Bilimsel bilginin göreli bir özerkliği vardır. Dolayısıyla üretilen bilimsel bilgi ile hakim sınıflar arasında birebirlik, doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak sakıncalıdır. Bilimsel bilginin (sosyal bilim) sınıfsal bir öze sahip olması, onun göreli özerkliğini ortadan kaldırmaz, işte bu durum, sosyal bilimlerde tarafsızlık sorununu tartışma gündemine getirmiştir. Göreli özerkliğe (autonomie relative) rağmen, tarafsızlık bir safsatadan ibarettir. Son tahlilde sınıfsal çıkarlardan tam bağımsız bir bilgi (sosyal bilim) olanaksızdır. Bilim adamı “tarafsız olmalıdır” ya da “tarafsızdır” dendi- 15
ğinde, asıl söylenmek istenen, gerçekten tarafsızlık değil, iktidarlardakilerin, mülk sahibi sınıfların istemediklerini söylememek, tartışma konusu yapmamaktır. Tersini yapanlar, yani iktidardaki sınıfların istemediklerini yazıp söyleyenler, tartışma konusu yapanlar, “bilimsel tarafsızlıktan uzaklaşmış” sayılırlar ve tarafsızlıktan ayrılmanın da bedelini şu ya da bu biçimde öderler. Örneğin Ortaçağ’da kilisenin temel öğretisine ve hakim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı. Çünkü geleneksel Ortaçağ toplumunda sadece teolojinin yaydığı bilgi esastı ve o bilgiye sahip olanlar saygın ve ayrıcalıklı bir konumda bulunurlardı. ….
Kitabın Künyesi
Paradigmanın İflası
(Resmi İdeolojinin
Eleştirisine Giriş)
Fikret Başkaya
Özgür Üniversite
Kitaplığı / Araştırma – İnceleme Dizisi
Kapak Tasarımı : Ali
İmren
Ankara, 2008, 13. Basım
362 sayfa