'Türkiye genç
ölülerinden utanmıyor'
'Devletin Şiddet
Tarihi'nde, devletin katillerin üzerine örtüleri örtme başarısının altını çizen
Berat Günçıkan: 'Evdeki şiddetin de, annenin çocuğunu dövmesinin de bir
politikası var. Biz bunu daha çok 'şiddet kültürü' söylemiyle anlatmaya
çalışıyoruz ama devletin siyasal ve ekonomik şiddetini deşifre etmeden, siyasi
bir dil oluşturmadan bu yapıyı değiştirmek zor'
Berat Günçıkan
“Eğer her insan tarihin bir sayfasına aitse, o
sayfada hiç boşluk bırakmamalı ve her şeyi ta başından anlatmalı” diyor Berat
Günçıkan Devletin Şiddet Tarihi’nin bir yerinde. Tarihi baştan yazmalı evet,
ama bu defa, resmi kayıtlara bölücü birer rakam olarak geçmiş ölülerin gerçek
hikâyeleriyle. Çünkü, “Hayat hiç kimseyi, hiçbir şeyi durduğu yerde bırakmıyor,
ölüler dışında. Bir tek Türkiye hep yeni kazılmış toprak kokuyor, genç
ölülerden dün de bugün de utanmıyor.”
Gazeteci Berat
Günçıkan yirmi beş yıla yayılan söyleşilerini topladığı Devletin Şiddet
Tarihi’nde, devletin muhalifler kadar bütün bir toplumu sindirme, bunun için de
bir düşman yaratma çabasının, katillerin üzerine en güzelinden örtüleri örtme
başarısının altını çiziyor. Kitabın en çarpıcı tarafı şiddet yaşanan süreçler
ve ziyan edilmiş hayatlar mı, yakınlarını kaybetmiş insanların kin gütmeyen, öç
istemeyen naif yaşam biçimleriyle “öldürülmeye” bir sevme mirasını sahiplenerek
karşılık vermeleri mi!
Berat Günçıkan’ın
tarihe ve toplumsal belleğe bir kayıt düştüğü kitabı, Türkiye’de solun ve
devletin sola uyguladığı şiddetin tarihini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Can yanışı, acı, burukluk vaat ediyor. Aydınlığa ya da kurtuluşa dair bir umut
var mı sorusunun yanıtı beni aşıyor. Ama... Ölüler sustuğu gün katiller
kazanmaz mı diye düşünüyorum kitabı kapatırken. Katillerin utanması yok,
yoktur. Vicdanı da utancı da taşıyacak, yaşayacak olanlar bizleriz, bugün
hayatta olanlar. Gelecekle yüzleşmek istemiyorsanız açmayın kapağını Devletin
Şiddet Tarihi’nin. Kitabın kapağını açsanız da açmasanız da, üzerinize kan bulaşmış olduğunu
bilin ama.
Nasıl gidiyor
hayat? Mutlu mesut ve sakin mi, yoksa..
Hepimizin hayatı
gibi gidiyor. Savaşla, şiddetle sarmalanmış bir ülkede, göz menzilimize bu kadar
çok yoksul, işsiz, evsiz girerken, ölüm haberleri üst üste yığılırken ne kadar
mesut ve sakin olunabiliyorsa ben de o kadar mutlu, mesut ve sakinim. Aslına
bakarsanız mutluluk, sükunet bizim kuşağın kavramları değil, önceki kuşak da
pek kullanamamıştı, sonrakiler de. Barış sağlanmadan kullanamayacağımız da
ortada.
Sizin hikâyenizle
ve kişisel tarihinizde devletin şiddetiyle karşılaştığınız dönemle başlayalım
mı... Bir dönüm noktanız olmalı, sizi bugün yaptığınız gazeteciliğe iten...
Bir dönüm noktasından
çok, küçük, kısa insan hikâyelerinin, elbette kendi tarihimin de, beni hem
mesleğe hem de meslekte esas aldığım konulara yönlendirdiğini düşünüyorum.
Sanırım eşitsizliğe ve adaletsizliğe dair çocukluğun sezgisel, ilkgençliğin
öfkeli farkındalığının da etkisi var bunda. Bugünden baktığımda eğitimden
başlayarak devletin şiddetine ilişkin çok örnek sıralayabilirim, ama ilk
kırılma noktalarında daha çok şaşkınlık var. Sokağın en zengininin bu sıfatı
evindeki buzdolabıyla elde ettiği bir dönemden söz ediyorum. 70’li yıllarda
öğrenci olmak da devletin şiddetiyle bizi karşı karşıya getirdi, arkadaşlarımız
öldürüldü, işkenceden geçirildi. 12 Eylül ise malum, hepimizin hayatının
akışını, tarihini değiştirdi. Özetle, başka türlü gazetecilik yapmak mümkün
değildi.
Yaptığınız ilk
söyleşide, devletin şiddetine, aykırı sesleri susturması yönelme fikri var
mıydı aklınızda?
Vardı elbette, 12
Eylül’ün hemen ardından gazeteciliğe başladım. Darbecilerin uyguladığı şiddeti,
bu şiddetin altında yatan ekonomik yönlendirmeyi bir şekilde aktarmak
gerekiyordu. 12 Eylül’den önce kahrolsun kapitalizm diye bağırırken, aslında
kapitalizmin ne olduğunu, insanı nasıl iğdiş ettiğini bilmediğimizi gösteren
bir zaman dilimiydi de bu. Şiddetle birlikte bunu da öğrendik. Komik ama meslekteki
ilk işim, İsrail’in 1982’deki Şatilla baskınıyla, Filistinlilerin sürgününe
ilişkin bir köşe yazısıydı. Alaylı olarak muhabirliği süreç içinde öğrendim.
1980’lerin son yıllarını Cumhuriyet’in Adana bürosunda geçirdim. 12 Eylül’den
sonra tutuklanan binlerce kişi cezaevlerindeydi hâlâ ve baskılar sürüyor, açlık
grevleriyle bu baskılar kırılmaya çalışılıyordu. Mahkûmlar zincirlenerek
mahkemeye, hastaneye götürülüyordu. Ayrıca Güneydoğu’daki baskı ve işkence
kayıplarla, köylülere dışkı yedirilmesiyle tırmandırılıyordu. Bu süreci, savaş
ortamını soluyarak geçirdik. Röportajlarımın, haberlerimin konuları da elbette
bunlardı. 1990’da İstanbul’a geldiğimde, savaşın hiç hissedilmediğini,
konuşulmadığını görünce çok şaşırmıştım. 90’lı yılların başında şiddet, kayıplar,
faili meçhuller öyle arttı ki artık hiç kimse savaştan ve şiddetten muaf
değildi.
Devam etmeden,
devlet şiddetinin tarifini de yapalım mı?
Devletin asli işi
sistemi korumak. Bugün için bu, kapitalizmi korumak, yani sermayenin istediği
‘istikrarlı’ bir ortam yaratmak. Toplumu sindirmek için kullandığı argüman ise
içte ve dıştaki ‘düşman’lar, Kürtler, Ermeniler, sendikalar, eşcinseller, taş
atan çocuklar, kendilerine biçilmiş sınırları aşan kadınlar. ‘Toplumun huzuru,
vatanın ve milletin bölünmezliği’ adına toplumdan aldığı destekle de,
‘düşmanlarını’ yok etmek için, bazen yasaları kullanarak bazen yasadışı
yöntemler uyguluyor. Bu fiziki ve cinsel işkence oluyor, tutuklamak oluyor,
faili meçhul cinayetlere zemin hazırlamak, hatta siyasi ve ekonomik kriz
yaratmak oluyor... Yani uluslararasında da sınanmış bütün yöntemlere
başvuruluyor.
Bu kitabın bugün
yayımlanmasının, bu gündemde yayımlanmasının bir anlamı olmalı, değil mi?
Anlamı şu:
Unuttuğumuz ve sessiz kaldığımız sürece bu şiddete suç ortaklığı ediyoruz. Bu
ülkenin tarihinde şiddet hiç eksik olmadı, suikastler, katliamlar, faili meçhul
cinayetler hep yaşandı ama hep unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Bu da yeni
baskıların, şiddetin önünü açtı. Hesaplaşma, yüzleşme isteği daha doğmadan
boğuldu. Çoğunluk gündelik hayatın hızına ve hazzına kapılıp ‘güllük
gülüstanlık’ hatta küresel güçlerden biri olmaya aday bir ülkede yaşadığımıza
inanıyor ancak o şiddeti bire bir yaşayanlar ya da tanık olanlar için zamanın
açılımı böyle değil. Onların yaraları hâlâ açıkta ve bir hesaplaşma yaşanmadan
hep kanayacak. Toplumun onlara bir borcu olduğunu düşünüyorum, devletin ve
toplumun onlara ‘neden?’ sorusunun yanıtını vermesi gerekiyor. Kitabın bir
anlamı da işte bu.
Zehra Kosova’nın
işkence ertesi çıktığı mahkemede “Bana yapılan bu kanunsuz hareketin
sahiplerini protesto ediyorum” deyişi... Aynı şekilde, Bahçelievler’de
katledilen yedi gençten birinin annesinin, katliamdan iki gün önce eşine,
“Oğlumuzun başına bir şey gelirse, gider Ecevit’i Demirel’i tartaklarız” deyişi...
Kesif bir çaresizlik hissettim ben. Ya siz?
Çaresizlikten çok
öfke ve bir hak arayışı bilgisi olduğunu düşünüyorum. Sonrasında yaşanan bir
çaresizlik var tabii, katillerin yakalanmaması, yakalananların salıverilmesi ya
da devlet koruması altında başka cinayetlerde kullanılması, hak arayanların
şiddetle susturulması, toplumun korkuyla geri çekilmesi, böyle bir çaresizliği
yarattı.
Türkiye günün
birinde darbeyi ve darbe yapanları yargılayabilecek mi? Bu yargılama konusunda,
darbenin ardından gelen kuşağın da bir sorumluluğu yok mu?
Yargılayacaktır
elbette ama toplumun vicdanı birkaç generali yargılamak ve cezalandırmakla
aklanamaz. Katliamların, cinayetlerin, faili meçhullerin, yani 12 Eylül öncesi
ve sonrası bütün cinayetlerin sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanması
gerekiyor. Burada bütün sorumluluğu darbeden sonraki kuşağa yüklemek haksızlık
olur, nasıl bir sindirme politikasıyla korku toplumu yaratıldığını, bu arada
geçmişin yok sayıldığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden sorumluluğumuz sürekli
hatırlatmak ve hesap sorma, yüzleşme isteğinden vazgeçmemek, diye düşünüyorum.
Peki... Neye
yaradı onca beraat, af ve aklanma!
Affın, aklanmanın,
beraatın çeşitli yüzleri var. Savcı Doğan Öz cinayetinde olduğu gibi, itirafına
rağmen salıverilen katiller oldu, Abdullah Çatlı gibi bir katliam sorumlusu
ölümünden sonra dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarafından ‘kahraman’ ilan
edildi. Aynı süreçte, on yedi yaşındaki Erdal Eren asıldı. Önemli olan hukukun
kimin adına çalıştığı, kimi gözettiği. Cezaevlerinin doldurulması çözüm değil
ki, binlerce insan sadece siyasi görüşlerinden ve bunları dillendirmekten
dolayı cezaevindeyken, affa ya da beraata karşı çıkmak, sorunu salıverilenlerde
aramak bana doğru gelmiyor.
Türlü uyaranlar
yüzünden sıklıkla unutuyoruz. Aslında şiddet sadece sonucunda fiziksel acı olan
bir olayı kapsamıyor. Kitapta buna en güzel örnek, İki Adam, İki Baba: Ölüme
İnat Barış. “Dokuz kardeşin aynı defterle kalemi paylaşması bir şiddetti, onun
o defterle kalemin parasını kazanmak için günde on iki saat çalışması da...
Oğlunu okutamaması şiddetti... ‘Aman şımarır’ diye kucaklarına almayacaklardı
çocuklarını, gözlerindeki şefkati gölgeleyeceklerdi. Bu da şiddetti.” Şiddetin
farklı tezahürleri olduğunu ama her türünün bir politika sonucu olduğunu
söylebiliriz herhalde!
Elbette, evdeki
şiddetin de, annenin çocuğunu dövmesinin bile bir politikası var. Biz bunu daha
çok ‘şiddet kültürü’ söylemiyle anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz ama şiddetin
kaynağını, yani devletin siyasal ve ekonomik şiddetini deşifre etmeden,
karşılık olarak da siyasi bir dil oluşturmadan bu yapıyı değiştirmek zor.
Kitaptan ve
elbette ki hayattan çıkan sonuç basit: Devlet Güçlüdür! Devlete gücü verenin
biz olduğunu düşünürsek acı-komik bir durum bu... Peki devlet gücünü şiddetle
inşaa etmek zorunda mı? Tebanın (!) başka türlü bağlılık göstermesi söz konusu
değil mi?
Tebanın devlete
karşı sürekli teyakkuz halinde olması gerekiyor, özelleştirmelerden tutun da
eğitim politikasına, ders kitaplarına kadar her uygulamasında faydanın kimin
yararına olduğunun sorusunu diri tutmak gerekiyor. Özelleştirmeden yararlanan
kim, savaştan kim yarar sağlıyor, İsrail’e baş kaldırırken neyin çıkarı
gözetiliyor, sürekli bu soruları sormalıyız. Gazze’deki çocuklar için ağlayan
başbakanın içi, taş atan çocukları onlarca yıl hapse atmayı nasıl kaldırıyor?
Devlet güçlü olmak zorunda mı, hayır, sadece anayasal tanım içindeki ‘devlet’
olması bile bugünkü sorunların bir kısmını çözmeye yeter...
Bu söyleşilerle
zaman zaman hiç konuşmamış insanları konuşturarak muhalefetin de bir haritasını
çıkarıyor, bunu TİP’ten polise taş atan çocuğa kadar geniş bir zaman dilimine
yayıyorsunuz. Bunu yaparken hangi zorluklarla karşılaştınız?
Şunu, yani ‘bu
haberi sansürleyebilirler’ düşüncesini zorluk olarak tanımlayacaksak, evet
böyle bir sıkıntı hep oldu. Sansürlenen, son anda çıkarılan, ya da bir yıla
yakın bekletilen haber ve röportajlarım da oldu. Şunu da söylemeliyim, benim
gazetecilik anlayışım bugün için geçerli bir anlayış değil, çünkü medyanın
artık siyasi misyonu kadar ekonomik misyonu da var. İktidarla ilişkiler artık
haberin önüne geçti ve hiçbir gazete ya da televizyon kanalı bundan muaf değil.
Meslekte yirmi beş
yıl nasıl geçmiş, nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?
Bu kitabı
hazırlarken, şu duyguyu yaşadım: Yirmi beş yıl hiç de boşa geçmemiş! Bu benim
için cılız bir telafi, belki terbiyesizlik de, çünkü hiçbir zaman o acıyı,
kaybı yaşayanlarla bire bir hissettiğimi iddia edemem. Çünkü ben her seferinde
kendi evime, işime, hazlarıma döndüm. Her birinde biraz daha eksilerek belki,
ama kendimi bütünleme şansına hep sahiptim. Bu yüzden böyle muhasebeden karlı
çıkmam mümkün değil.
Medyanın içinden
biri olarak bazı eylemleri meşrulaştırmak yerine, tarihimize daha çok ve daha
dürüst not düşülmesi yönünde umudunuz var mı?
Olmaz mı? Dürüst
gazetecilik yapmaya çalışan, dürüstlükten öte mesleğin etiğine sahip çıkmaya
çalışan o kadar çok insan var ki... Onların haberleri, yazıları bugünün
‘yıldız’ gazeteci anlayışına uymadığı için gölgedeler ve bunun bir tercih
olduğunun da farkındalar.
DEVLETİN ŞİDDET
TARİHİ
Cumhuriyet’in
Kuruluşundan
AKP İktidarına
Berat Günçıkan
Agora Kitaplığı
2010, 560 sayfa,
30 TL.