Thursday, April 4, 2013

“Gizli evcilleşme çağımızı tehdit ediyor” Sema Kaygusuz


Dünya Yazarlar Konferansı Konuşması

Sema Kaygusuz

Kabul etmeliyiz ki, rastladığımız bütün güzellikler kuşkulu. Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür projelerine yatırım yapıyor, yüksek sosyeteye hizmet veren giyim firmaları sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alınıyor. Vatandaşlık tabiiyetiyle sisteme paçasını kaptıran sanatçı, duymak istenileni söyleyen uzlaşmacı bir role davet ediliyor. Huzursuz etmeyecek ölçüde yaramaz, sempati duyulacak kadar çılgın, makul ölçüde deli sanatçılar… Çağımızı tehdit eden işte bu gizli evcilleşmedir. Ulusla başlayıp vatandaşlıkla tamamına eren evcillik.

Önce haysiyet, sonra sanat…

Bu yazı, ulusal edebiyat çerçevesinin insanın ruhsal evreni ile kıyaslanınca dar bir çerçeve olduğunu hatırlatmaktadır. Ulusçuluk, milliyetçilik devletlerin projesidir. Geç Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti sırasında Milli Edebiyat ve Türkleri kökenleştirmeye hizmet eden ideolojik bir edebiyat türemiştir. Ne var ki bu akımlar edebiyata değil siyasi fikirlere hizmet eder. Oysa ki bir söz varlığı olan insan, ancak bir diyaloğun parçası olduğunda kendi dünyasını anlamlandırabilir. İnsan dilini paylaşır. Ve bu dil gerçekte onu bir yerli yaptığı gibi, sadece kendi memleketinin değil dünyanın yerlisi yapar. Vaktiyle ulusçu fikirlerle toplumları birbirinden ayıran sistem, şimdiki tek kültürcü/merkeziyetçi kapitalist anlayışla sanatçıları birer kendi yerinin yerlisi vatandaşlar haline getiriyor. Bu bağlamda sanatçının bağımsızlığı, sanat eserinin özgünlüğü daima kuşkuludur. Nasıl ki ideolojik olarak güdülenmiş yazar, gerçekte sadece memur ise; bugün yerel bir temsilciliğe indirgenen yazar da sadece duymak istenileni aktaran bir evcilliğin ötesine geçemeyecektir.
İnsanın dilsel bir varlık olarak kendilik bilincine vardığı çarpıcı anlardan belki de en önemlisi başkasını dinlediği, başkasıyla söyleştiği anlardır. Söyleşiye katılan kişi, sözcükler eşliğinde zamanı ve mekanı yeni bir boyutta yeniden kavrar.
Dinlemek ve söylemek o sırada orada bulunmaktan öte, o sırada orada geçen sözle damgalanmaktır. Almancanın eşsiz şairi Hölderlin’in dizelerinde şöyle geçer:

İnsan pek çok şey yaşadı
Ve birçok göksel şeyi adlandırdı
Bir diyalog olduğumuz
Ve birbirimizi duyabildiğimizden beri 
[Friedensfeier (bahar 1801-1803’ün sonu), üçüncü baskı son kıta]

Peki “birçok göksel şeyi adlandıran” bizi “bir diyalog” yapan ortak kaynak nedir? Ortak ruhsallığımız mı, ortak coğrafyamız mı, uygarlığımız mı, kültürümüz mü, yoksa ortak dilimiz mi? Bana kalırsa bizi bir diyolog yapan ilk düzlem, ortak ruhsallığımızdır. Dilsel, ulusal bütün aidiyetleri aşan ortak bir ruhsallıktan söz ediyorum.
Bir dil varlığı olarak insan ne zaman bir anlatının nesnesi olsa, aynı zamanda o anlatının mecazı haline de gelir ve edebiyat sadece insanı değil dünyadaki bütün şeyleri anlamlı bir özneye dönüştürür. Anlatının nesnesi taş bile olsa o taş ‘kendi başına her şey olan bir taş’tır. İnsan nereye baksa kendi özünü gördüğüne göre her yazar/anlatıcı aynı zamanda evrensel bir öze de dikkat çeker. Üstelik insan sadece diliyle değil, bütün varlığıyla söyler. Elleriyle, gözleriyle, bedenin dansıyla, inişli çıkışla sesiyle, en önemlisi belleğiyle de dile gelir.
Yıllar önce Yunanistan’ın güzel adası Rodos’ta bir gece kulübüne gitmiştim. Saat sabahın dördüydü, klüpteki herkes sarhoş, eğleniyor, dans ediyordu. Bir ara tuvalete gittiğimde lavabonun başında ağlayan bir kadınla karşılaştım. Ellerimi yıkarken aynadan onunla göz göze geldim. Kadının yüzündeki keder benim için çok tanıdıktı. Bu göz temasıyla birlikte kadın nefes almadan konuşmaya başladı.
Biliyorsunuz söz, aynı zamanda güftedir. O kadını dinlerken sarhoşlukla yayvanlaşan bir Yunanca’dan çok daha fazlasını, “s” sesinin uyak düştüğü müzikal bir hikâyeyi dinliyordum, elbette tek kelimesini anlamadan. Kadın o kadar hızlı konuşuyordu ki ona Yunanca bilmediğimi söylemeye fırsat bulamadım. Zaten bir kaç saniye içinde onun tek ihtiyacının bir yabancıya –başkası olan bir yabancıya- konuşmak istediğini farketmiştim. Kadının konuşması dakikalar sürdü. Hırçın, yılgın, hayal kırıklığıyla dolu bu birkaç dakikalık yakınma sırasında, nişanlısının kulüpte eski kızarkadaşına rastlayınca bütün ilgisini ona yönelttiğini, öbür kadının da bu karşılaşmayı fırsat bilerek adama ne cilveler yaptığını kılı kılına anlamasam da aşağı yukarı sezmiştim.
Yunanlı kadınla aramızdaki ortak şey dil değil, üsluptu. Söz değil tavır, hâl ve Ege bölgesini baştan başa saran yaşantının bedenlerimize dövmelenmiş tarihiydi.
Aramızda gerçek bir diyalog olmasa da anlamlı bir kesişme vardı. Çok iyi çevrilmiş edebi bir metni okur gibi, kendi kültürel, dilsel kodlarımla onun kodlarını kendime deşifre ediyordum.
Bu anıyı anlatmamın sebebi çevirinin doğal bir eylem olduğunu, entelektüel bir çaba olmazdan önce beklenmedik bir kapılma, hatta yoldan çıkma hali olduğunu örnekleyebilmektir. Bazen merak ederim, çevirmenlik gibi bir maharetimiz varken acaba dünyada bir dilden başka bir dile çevrilememiş bir duygu kırıntısı kalmış mıdır?
Hannah Arendt’nin dediği gibi “Dünya insanlardan oluştuğu için insani değildir, ve sırf içinde insan sesi yankılanıyor diye de insani olmaz; yalnızca söylemin nesnesi olduğu zaman insani olur.” [H.Arendt, Men in dark Times, Harcourt Brace Jovanovich, San Diego, New York 1968 s.25]
Hal böyleyken, söylemin nesnesi hangi yakarış, hangi inilti veya sevinç, hangi ilenç veya haykırış, bize gerçeğe tahammül edebilme gücü veren hangi hikâye sadece çıktığı kaynağa asılı kalır? Çevrile çevrile dünyayı dolaşan hikâyelerin canlı kalma gücü, ortak ruhsallığımızdan ileri gelir.
Ulusal Edebiyat olarak çizilen çerçeve, dil birliği açısından anlaşılabilse de, bence hiçbir dil ulusla tanımlanamaz. Çünkü dil soydaşlara değil topluluklara aittir.
Ayrıca bir dilin içinde farklı dillerden devşirme söz dağarcıkları olduğu gibi, iç içe erimiş başka dilleri de konuk eder. Sözgelimi Türkçenin bünyesinde Arapçadan Farsçaya, Rumcadan Kürtçeye, Fransızcadan İngilizceye oldukça geniş söz dağarları mevcuttur. Öte yandan güçlü edebiyat metinlerini Ulusal Edebiyat çekmecesine kaldırmanın pek bir zihinsel yardımı da yoktur. Yalnız, tam bu noktada bir önlem almam gerekiyor. Lirik söz dizimleriyle Türk Edebiyatı, dünya edebiyatına eşsiz edebi türler kazandıran Japon Edebiyatı veya ilk düzyazı metinleriyle aslında roman türünün atası olan Çin Edebiyatı gibi tasniflere okur olarak şahsen bir itirazım olamaz. Tam tersine bu tanımlamaları çoğulluğun ve çeşitliğiliğin anahtarları olarak görürüm. Benim için itiraz noktası halkların edebiyatı üstünden bir ulus tasarlamak, edebiyatı araçsallaştırarak toplum mühendisliğine soyunmakta başlıyor.
Türk Edebiyatı’nın geçirdiği Türkçü yönelimler, tam da sözünü ettiğim  toplum mühendisliğini kanıtlar niteliktedir. Geç Osmanlı dönemi 1908 Meşrutiyet  hareketiyle birlikte edebiyatta milli kaynaklara dönmeyi ilke edinen adlı adınca “Milli  Edebiyat” diye bir akım doğmuştur. Edebiyatta milli kaynaklara dönme düşüncesiyle  ideolojik olarak güdülenmiş bu yönelim, dilde sadeleşme, aruz vezni yerine hece  vezni kullanma, yerli hayatı yansıtma gibi milliyetçi bir perspektif sunar. Bu milli  hareketin edebi üretimleri paradoksal olarak Fransız, Rus ve İngiliz Edebiyatı’nın  etkisinde yazılmıştır. Daha sonra, toplumsal sorunları vurgulayan sosyal gerçekçi  edebiyatın yanısıra 1960’lı yıllarda doğan Türkçü bir yönelim var ki, o dönem yazılan  kitaplar Türkiye toplumunun kollektif kimlik endişesini açığa vururcasına Türklüğün kökenlerine odaklı anlatılardan oluşur. [Bu konuda Murat Belge’nin “Genesis-Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni” adlı kitabı çarpıcı bir incelemedir.] Tarihi unsurları saptıran, hamaset dolu, başka milletleri aşağılayan bu akımın sığlığına ve gelip geçiciliğine rağmen nasıl kalıcı izler bıraktığını günümüzde görmek zor değil. Toplulumumuzdaki Türk-Sünni eşleşmesinin zihinsel bir gen haline gelmesi, önü alınamaz nefret, yabancı korkusu, etnik unsurlara ve azınlık dinlerine karşı takınılan dışlayıcı dil ve düşmanlıkta, bu dönemin güdümlü yazarlarının herhalde payı vardır. Neyse ki gerçek edebiyat ancak özgür ve özgün olduğu sürece canlı kalır. Onca zihinsel dayatmaya rağmen bugün güçlü bir Türk edebiyatı oluşmuşsa, edebiyatı taçlandıran bağımsız yazarların entellektüel haysiyetleri sayesinde olmuştur. Zamanı incitmekten korkmayan, katliamlarla yüzleşen, muhafazakar hassasiyetlere sırt çeviren, faşizme direnen, kültürün altını oyan, resmi tarih algısında yara açan, kimlik politikalarını alaşağı eden, her türlü cinsiyetçi, heteroseksist, homofobik düşünce biçimlerine karşı tetikte olan yazarlar sayesinde bugün hatırı sayılır bir Türkçe edebiyattan söz edebiliriz. Eğer biz bugün özgüvenle ve müdanasızca yazı yazabiliyorsak, vaktiyle yazıyı varoluşsal bir eylem olarak gerçekleştiren özgürlükçü yazar atalarımız sayesindedir.
Kişisel olarak kendi yazarlık dinamiğimin kökeninden söz etmem gerekirse, doğal olarak ulusal edebiyat çerçevesinin dışına çıkmam gerekir. Zaten dünyanın bütün yazarları gerçekte vatansızdır. Ben de birçokları gibi teskin edilemez bir gurbetlik duygusu, sürgünlük kederi, doğadan koparılmış olmanın iç sıkıntısı, sıradüzenli zamana ayak uyduramamaya içkin parçalanmışlık duygusuyla uyumsuzluk çekerim. Öte yandan, belleksel bir varlık olarak kendime zihinsel bir çerçeve çizmeye kalkıştığım zaman, Akdeniz havzasından Mezopotamya’ya, Orta Doğu’dan Anadolu’ya geniş ve tarihsel olarak köklü bir coğrafyanın yerlisi olmaktan ötürü narsistik bir doygunluk duygusuyla teselli bulurum. Kısacası kadim olan sayesinde yurtsuzluk duygusuna göğüs gerebiliyorum. Bu zihinsel coğrafya, bütün semavi dinleri, temas ettiğim bütün Yunanlı tanrıları, Sümer’den kalan mitleri, İranlı şairleri, Arap filozofları, Yahudi kabalistleri, Ermeni masallarını, Kürt dengbejlerini, Helen mimarisini, zeytin ehli Rum çifçilerin doğa bilgisini, Türkmen boylarının Şamanistik geleneklerini, Çingene şarkılarını ve daha nice halkın melekelerini ve anlatılarını içerir. Gelin görün ki Türkiye’nin dışına çıkar çıkmaz, yalnızca ve yalnızca Türk ve Müslüman bir kadın yazar olmakla işaretlenir bazı edebiyat ortamlarına sadece bu işaretle kabul edilirim. Vurgu hep bu yöndedir. Sürekli İslamiyet konusunda sorulara maruz kalırım. Endonezya’daki Ubud Festivalinde Arap masal kahramanı Sinbad’dan söz etmemi isterler, Almanya’da İslamafobi tartışmalarına davet edilirim, laiklik ilkesiyle tanınan Fransa’da Liberation gazetesinde Müslüman bir ülkede kadın olmak gibi son derece antilaik bir yaklaşımı tartışmak zorunda kalırım. Mesele konular değil, mesele bu konular aracılığıyla “bir temsilci”ye indirgenmektir. Aşmam gereken sorulardan fırsat kalırsa, avına atlayan kedi çevikliğiyle bir çırpıda kendi edebi anlayışımdan söz ederim. Türkiye’deki zihinsel kalıplar, ulusçu düşünüşün dayattığı dil alışkanlıkları, vasatlığın iktidar olduğu basitleştirici tutumlar, popüler kültürün kıyıcılığı, her gün uğradığım cinsiyetçi yaklaşımlar, yazarla okur arasındaki uçurum yetmezmiş gibi, yurt dışında da sonu gelmez önyargılar ve eksik bilgilerle donatılmış başka bir Türkiye algısıyla baş etmek zorunda kalırım. Diyeceğim, benim için ülke denilen mevhum içimde bir dert, dışımda günbegün ağırlaşan bir kamburdur. Onu ne temsil etmek isterim ne de onun tarafından temsil edilmek. Hele ki dünyadaki bütün seyri halklardan halklara geçmek şeklinde algılayan biri olarak, bir ülkenin sınırından başka bir ülkenin sınırına geçmek, benim için daimi bir hezimettir.
Tam da bu noktada bir pasaport ve ancak vizeyle başka ülkeye giriş yapan yazarın her an tehdit altında olan bağımsızlığını tanımak ve o bağımsızlığa saygı göstermek bana göre basit bir terbiye kuralı değil, ahlaki bir tutumdur. Yapıtını temsil eden sanatçıya, merkeziyetçi ve tekkültürcü bir çerçeveden baktığımız zaman görebileceğimiz kişi yalnızca bir vatandaş olacaktır. Bugünkü postmodern kapitalist sistemin bütün dünyanın yerlilerine önerdiği yaşama biçimi, aslında sadece vatandaşlık kurumudur. Dolayısıyla sanatçıyı dolaşıma sokan bütün kurumların, yayınevlerinin, editörlerin, kültür ve sanat ideologlarının, akademisyenlerin samimi demokratlıkları yaşamsal bir önem taşıyor.
Kabul etmeliyiz ki, rastladığımız bütün güzellikler kuşkulu. Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür projelerine yatırım yapıyor, yüksek sosyeteye hizmet veren giyim firmaları sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alınıyor. Vatandaşlık tabiiyetiyle sisteme paçasını kaptıran sanatçı, duymak istenileni söyleyen uzlaşmacı bir role davet ediliyor. Huzursuz etmeyecek ölçüde yaramaz, sempati duyulacak kadar çılgın, makul ölçüde deli sanatçılar… Çağımızı tehdit eden işte bu gizli evcilleşmedir. Ulusla başlayıp vatandaşlıkla tamamına eren evcillik. Ancak hatırlamalıyız ki Afganistan’da yağmalanan arkeolojik eserler bir Avrupa şehrinin müzesinde sergileniyorsa, her güzelliğe uluslarası savaşların gölgesi düşmüş ve düşecek demektir. Tam da bu noktada sanat taşıyıcısının haysiyeti, sanat nesnesinin güzelliğinden çok daha elzemdir. Hölderlin’in emanet ettiği gibi göksel şeylere ad vermeye devam edeceksek, önce haysiyetimize sahip çıkmalı, daha sonra biz, hepimiz, beraberce diyaloğun ta kendisi olmalıyız.


UNESCO’nun ‘Edebiyat Kenti’ unvanı verdiği Edinburgh’ta 2012 Ağustos’unda başlayan Edinburgh Dünya Yazarlar Konferansı’nın bu yılki konuşmacıları arasında olan Sema Kaygusuz’un 27 Şubat 2013 tarihli konuşmasının Türkçe çevirisi.
*Fotoğraf: Muhsin Akgün