Dünya Yazarlar Konferansı Konuşması
Sema Kaygusuz
Kabul etmeliyiz ki, rastladığımız bütün
güzellikler kuşkulu. Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi
bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür
projelerine yatırım yapıyor, yüksek sosyeteye hizmet veren giyim firmaları
sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alınıyor.
Vatandaşlık tabiiyetiyle sisteme paçasını kaptıran sanatçı, duymak istenileni
söyleyen uzlaşmacı bir role davet ediliyor. Huzursuz etmeyecek ölçüde yaramaz,
sempati duyulacak kadar çılgın, makul ölçüde deli sanatçılar… Çağımızı tehdit eden işte bu gizli
evcilleşmedir. Ulusla başlayıp vatandaşlıkla tamamına eren evcillik.
Önce haysiyet, sonra sanat…
Bu yazı, ulusal
edebiyat çerçevesinin insanın ruhsal evreni ile kıyaslanınca dar bir çerçeve
olduğunu hatırlatmaktadır. Ulusçuluk, milliyetçilik devletlerin projesidir. Geç
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti sırasında Milli Edebiyat ve Türkleri
kökenleştirmeye hizmet eden
ideolojik bir edebiyat türemiştir. Ne var ki bu akımlar edebiyata değil siyasi
fikirlere hizmet eder. Oysa ki bir söz varlığı olan insan, ancak bir diyaloğun
parçası olduğunda kendi dünyasını anlamlandırabilir. İnsan dilini paylaşır. Ve
bu dil gerçekte onu bir yerli yaptığı gibi, sadece kendi memleketinin değil
dünyanın yerlisi yapar. Vaktiyle ulusçu fikirlerle toplumları birbirinden
ayıran sistem, şimdiki tek kültürcü/merkeziyetçi kapitalist anlayışla
sanatçıları birer kendi yerinin yerlisi vatandaşlar haline getiriyor. Bu
bağlamda sanatçının bağımsızlığı, sanat eserinin özgünlüğü daima kuşkuludur.
Nasıl ki ideolojik olarak güdülenmiş yazar, gerçekte sadece memur ise; bugün
yerel bir temsilciliğe indirgenen yazar da sadece duymak istenileni aktaran bir
evcilliğin ötesine geçemeyecektir.
İnsanın dilsel
bir varlık olarak kendilik bilincine vardığı çarpıcı anlardan belki de en
önemlisi başkasını dinlediği, başkasıyla söyleştiği anlardır. Söyleşiye katılan
kişi, sözcükler eşliğinde zamanı ve mekanı yeni bir boyutta yeniden kavrar.
Dinlemek ve
söylemek o sırada orada bulunmaktan öte, o sırada orada geçen sözle
damgalanmaktır. Almancanın eşsiz şairi Hölderlin’in dizelerinde şöyle geçer:
İnsan pek çok şey
yaşadı
Ve birçok göksel
şeyi adlandırdı
Bir diyalog
olduğumuz
Ve birbirimizi
duyabildiğimizden beri
[Friedensfeier (bahar 1801-1803’ün sonu), üçüncü baskı
son kıta]
Peki “birçok
göksel şeyi adlandıran” bizi “bir diyalog” yapan ortak kaynak nedir? Ortak
ruhsallığımız mı, ortak coğrafyamız mı, uygarlığımız mı, kültürümüz mü, yoksa
ortak dilimiz mi? Bana kalırsa bizi bir diyolog yapan ilk düzlem, ortak
ruhsallığımızdır. Dilsel, ulusal bütün aidiyetleri aşan ortak bir ruhsallıktan
söz ediyorum.
Bir dil varlığı
olarak insan ne zaman bir anlatının nesnesi olsa, aynı zamanda o anlatının
mecazı haline de gelir ve edebiyat sadece insanı değil dünyadaki bütün şeyleri
anlamlı bir özneye dönüştürür. Anlatının nesnesi taş bile olsa o taş ‘kendi
başına her şey olan bir taş’tır. İnsan nereye baksa kendi özünü gördüğüne göre
her yazar/anlatıcı aynı zamanda evrensel bir öze de dikkat çeker. Üstelik insan
sadece diliyle değil, bütün varlığıyla söyler. Elleriyle, gözleriyle, bedenin
dansıyla, inişli çıkışla sesiyle, en önemlisi belleğiyle de dile gelir.
Yıllar önce
Yunanistan’ın güzel adası Rodos’ta bir gece kulübüne gitmiştim. Saat sabahın
dördüydü, klüpteki herkes sarhoş, eğleniyor, dans ediyordu. Bir ara tuvalete
gittiğimde lavabonun başında ağlayan bir kadınla karşılaştım. Ellerimi yıkarken
aynadan onunla göz göze geldim. Kadının yüzündeki keder benim için çok
tanıdıktı. Bu göz temasıyla birlikte kadın nefes almadan konuşmaya başladı.
Biliyorsunuz
söz, aynı zamanda güftedir. O kadını dinlerken sarhoşlukla yayvanlaşan bir
Yunanca’dan çok daha fazlasını, “s” sesinin uyak düştüğü müzikal bir hikâyeyi
dinliyordum, elbette tek kelimesini anlamadan. Kadın o kadar hızlı konuşuyordu
ki ona Yunanca bilmediğimi söylemeye fırsat bulamadım. Zaten bir kaç saniye
içinde onun tek ihtiyacının bir yabancıya –başkası olan bir yabancıya- konuşmak
istediğini farketmiştim. Kadının konuşması dakikalar sürdü. Hırçın, yılgın,
hayal kırıklığıyla dolu bu birkaç dakikalık yakınma sırasında, nişanlısının
kulüpte eski kızarkadaşına rastlayınca bütün ilgisini ona yönelttiğini, öbür
kadının da bu karşılaşmayı fırsat bilerek adama ne cilveler yaptığını kılı
kılına anlamasam da aşağı yukarı sezmiştim.
Yunanlı kadınla
aramızdaki ortak şey dil değil, üsluptu. Söz değil tavır, hâl ve Ege bölgesini
baştan başa saran yaşantının bedenlerimize dövmelenmiş tarihiydi.
Aramızda gerçek
bir diyalog olmasa da anlamlı bir kesişme vardı. Çok iyi çevrilmiş edebi bir
metni okur gibi, kendi kültürel, dilsel kodlarımla onun kodlarını kendime
deşifre ediyordum.
Bu anıyı
anlatmamın sebebi çevirinin doğal bir eylem olduğunu, entelektüel bir çaba
olmazdan önce beklenmedik bir kapılma, hatta yoldan çıkma hali olduğunu
örnekleyebilmektir. Bazen merak ederim, çevirmenlik gibi bir maharetimiz varken
acaba dünyada bir dilden başka bir dile çevrilememiş bir duygu kırıntısı kalmış
mıdır?
Hannah Arendt’nin
dediği gibi “Dünya insanlardan oluştuğu için insani değildir, ve sırf içinde
insan sesi yankılanıyor diye de insani olmaz; yalnızca söylemin nesnesi olduğu
zaman insani olur.” [H.Arendt, Men in dark Times, Harcourt Brace Jovanovich,
San Diego, New York 1968 s.25]
Hal böyleyken,
söylemin nesnesi hangi yakarış, hangi inilti veya sevinç, hangi ilenç veya
haykırış, bize gerçeğe tahammül edebilme gücü veren hangi hikâye sadece çıktığı
kaynağa asılı kalır? Çevrile çevrile dünyayı dolaşan hikâyelerin canlı kalma
gücü, ortak ruhsallığımızdan ileri gelir.
Ulusal Edebiyat
olarak çizilen çerçeve, dil birliği açısından anlaşılabilse de, bence hiçbir
dil ulusla tanımlanamaz. Çünkü dil soydaşlara değil topluluklara aittir.
Ayrıca bir dilin
içinde farklı dillerden devşirme söz dağarcıkları olduğu gibi, iç içe erimiş
başka dilleri de konuk eder. Sözgelimi Türkçenin bünyesinde Arapçadan Farsçaya,
Rumcadan Kürtçeye, Fransızcadan İngilizceye oldukça geniş söz dağarları
mevcuttur. Öte yandan güçlü edebiyat metinlerini Ulusal Edebiyat çekmecesine
kaldırmanın pek bir zihinsel yardımı da yoktur. Yalnız, tam bu noktada bir
önlem almam gerekiyor. Lirik söz dizimleriyle Türk Edebiyatı, dünya edebiyatına
eşsiz edebi türler kazandıran Japon Edebiyatı veya ilk düzyazı metinleriyle
aslında roman türünün atası olan Çin Edebiyatı gibi tasniflere okur olarak
şahsen bir itirazım olamaz. Tam tersine bu tanımlamaları çoğulluğun ve
çeşitliğiliğin anahtarları olarak görürüm. Benim için itiraz noktası halkların
edebiyatı üstünden bir ulus tasarlamak, edebiyatı araçsallaştırarak toplum
mühendisliğine soyunmakta başlıyor.
Türk
Edebiyatı’nın geçirdiği Türkçü yönelimler, tam da sözünü ettiğim toplum mühendisliğini kanıtlar niteliktedir.
Geç Osmanlı dönemi 1908 Meşrutiyet
hareketiyle birlikte edebiyatta milli kaynaklara dönmeyi ilke edinen
adlı adınca “Milli Edebiyat” diye bir
akım doğmuştur. Edebiyatta milli kaynaklara dönme düşüncesiyle ideolojik olarak güdülenmiş bu yönelim, dilde
sadeleşme, aruz vezni yerine hece vezni
kullanma, yerli hayatı yansıtma gibi milliyetçi bir perspektif sunar. Bu
milli hareketin edebi üretimleri
paradoksal olarak Fransız, Rus ve İngiliz Edebiyatı’nın etkisinde yazılmıştır. Daha sonra, toplumsal
sorunları vurgulayan sosyal gerçekçi
edebiyatın yanısıra 1960’lı yıllarda doğan Türkçü bir yönelim var ki, o
dönem yazılan kitaplar Türkiye
toplumunun kollektif kimlik endişesini açığa vururcasına Türklüğün kökenlerine
odaklı anlatılardan oluşur. [Bu konuda Murat Belge’nin “Genesis-Büyük Ulusal
Anlatı ve Türklerin Kökeni” adlı kitabı çarpıcı bir incelemedir.] Tarihi
unsurları saptıran, hamaset dolu, başka milletleri aşağılayan bu akımın
sığlığına ve gelip geçiciliğine rağmen nasıl kalıcı izler bıraktığını günümüzde
görmek zor değil. Toplulumumuzdaki Türk-Sünni eşleşmesinin zihinsel bir gen
haline gelmesi, önü alınamaz nefret, yabancı korkusu, etnik unsurlara ve
azınlık dinlerine karşı takınılan dışlayıcı dil ve düşmanlıkta, bu dönemin
güdümlü yazarlarının herhalde payı vardır. Neyse ki gerçek edebiyat ancak özgür
ve özgün olduğu sürece canlı kalır. Onca zihinsel dayatmaya rağmen bugün güçlü
bir Türk edebiyatı oluşmuşsa, edebiyatı taçlandıran bağımsız yazarların
entellektüel haysiyetleri sayesinde olmuştur. Zamanı incitmekten korkmayan,
katliamlarla yüzleşen, muhafazakar hassasiyetlere sırt çeviren, faşizme
direnen, kültürün altını oyan, resmi tarih algısında yara açan, kimlik
politikalarını alaşağı eden,
her türlü cinsiyetçi, heteroseksist, homofobik düşünce biçimlerine karşı
tetikte olan yazarlar sayesinde bugün hatırı sayılır bir Türkçe edebiyattan söz
edebiliriz. Eğer
biz bugün özgüvenle ve müdanasızca yazı yazabiliyorsak, vaktiyle yazıyı
varoluşsal bir eylem olarak gerçekleştiren özgürlükçü yazar atalarımız
sayesindedir.
Kişisel olarak
kendi yazarlık dinamiğimin kökeninden söz etmem gerekirse, doğal olarak ulusal
edebiyat çerçevesinin dışına çıkmam gerekir. Zaten dünyanın bütün yazarları
gerçekte vatansızdır. Ben de birçokları gibi teskin edilemez bir gurbetlik
duygusu, sürgünlük kederi, doğadan koparılmış olmanın iç sıkıntısı, sıradüzenli
zamana ayak uyduramamaya içkin parçalanmışlık duygusuyla uyumsuzluk çekerim.
Öte yandan, belleksel bir varlık olarak kendime zihinsel bir çerçeve çizmeye
kalkıştığım zaman, Akdeniz havzasından Mezopotamya’ya, Orta Doğu’dan Anadolu’ya
geniş ve tarihsel olarak köklü bir coğrafyanın yerlisi olmaktan ötürü narsistik
bir doygunluk duygusuyla teselli bulurum. Kısacası kadim olan sayesinde
yurtsuzluk duygusuna göğüs gerebiliyorum. Bu zihinsel coğrafya, bütün semavi
dinleri, temas ettiğim bütün Yunanlı tanrıları, Sümer’den kalan mitleri, İranlı
şairleri, Arap filozofları, Yahudi kabalistleri, Ermeni masallarını, Kürt
dengbejlerini, Helen mimarisini, zeytin ehli Rum çifçilerin doğa bilgisini,
Türkmen boylarının Şamanistik geleneklerini, Çingene şarkılarını ve daha nice
halkın melekelerini ve anlatılarını içerir. Gelin görün ki Türkiye’nin dışına
çıkar çıkmaz, yalnızca ve yalnızca Türk ve Müslüman bir kadın yazar olmakla
işaretlenir bazı edebiyat ortamlarına sadece bu işaretle kabul edilirim. Vurgu hep bu yöndedir.
Sürekli İslamiyet konusunda sorulara maruz kalırım. Endonezya’daki Ubud
Festivalinde Arap masal kahramanı Sinbad’dan söz etmemi isterler, Almanya’da
İslamafobi tartışmalarına davet edilirim, laiklik ilkesiyle tanınan Fransa’da
Liberation gazetesinde Müslüman bir ülkede kadın olmak gibi son derece antilaik
bir yaklaşımı tartışmak zorunda kalırım. Mesele konular değil, mesele bu
konular aracılığıyla “bir temsilci”ye indirgenmektir. Aşmam gereken sorulardan
fırsat kalırsa, avına atlayan kedi çevikliğiyle bir çırpıda kendi edebi
anlayışımdan söz ederim. Türkiye’deki zihinsel kalıplar, ulusçu düşünüşün
dayattığı dil alışkanlıkları, vasatlığın iktidar olduğu basitleştirici
tutumlar, popüler kültürün kıyıcılığı, her gün uğradığım cinsiyetçi yaklaşımlar,
yazarla okur arasındaki uçurum yetmezmiş gibi, yurt dışında da sonu gelmez
önyargılar ve eksik bilgilerle donatılmış başka bir Türkiye algısıyla baş etmek
zorunda kalırım. Diyeceğim, benim için ülke denilen mevhum içimde bir dert,
dışımda günbegün ağırlaşan bir kamburdur. Onu ne temsil etmek isterim ne de
onun tarafından temsil edilmek. Hele ki dünyadaki bütün seyri halklardan
halklara geçmek şeklinde algılayan biri olarak, bir ülkenin sınırından başka
bir ülkenin sınırına geçmek, benim için daimi bir hezimettir.
Tam da bu
noktada bir pasaport ve ancak vizeyle başka ülkeye giriş yapan yazarın her an
tehdit altında olan bağımsızlığını tanımak ve o bağımsızlığa saygı göstermek
bana göre basit bir terbiye kuralı değil, ahlaki bir tutumdur. Yapıtını temsil eden sanatçıya,
merkeziyetçi ve tekkültürcü bir çerçeveden baktığımız zaman görebileceğimiz
kişi yalnızca bir vatandaş olacaktır. Bugünkü postmodern kapitalist sistemin
bütün dünyanın yerlilerine önerdiği yaşama biçimi, aslında sadece vatandaşlık
kurumudur. Dolayısıyla sanatçıyı dolaşıma sokan bütün kurumların,
yayınevlerinin, editörlerin, kültür ve sanat ideologlarının, akademisyenlerin
samimi demokratlıkları yaşamsal bir önem taşıyor.
Kabul etmeliyiz ki, rastladığımız bütün
güzellikler kuşkulu. Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi
bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür
projelerine yatırım yapıyor, yüksek sosyeteye hizmet veren giyim firmaları
sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alınıyor.
Vatandaşlık tabiiyetiyle sisteme paçasını kaptıran sanatçı, duymak istenileni
söyleyen uzlaşmacı bir role davet ediliyor. Huzursuz etmeyecek ölçüde yaramaz,
sempati duyulacak kadar çılgın, makul ölçüde deli sanatçılar… Çağımızı tehdit eden işte bu gizli
evcilleşmedir. Ulusla başlayıp vatandaşlıkla tamamına eren evcillik. Ancak
hatırlamalıyız ki Afganistan’da yağmalanan arkeolojik eserler bir Avrupa
şehrinin müzesinde sergileniyorsa, her güzelliğe uluslarası savaşların gölgesi
düşmüş ve düşecek demektir. Tam da bu noktada sanat taşıyıcısının haysiyeti,
sanat nesnesinin güzelliğinden çok daha elzemdir. Hölderlin’in emanet ettiği
gibi göksel şeylere ad vermeye devam edeceksek, önce haysiyetimize sahip
çıkmalı, daha sonra biz, hepimiz, beraberce diyaloğun ta kendisi olmalıyız.
UNESCO’nun
‘Edebiyat Kenti’ unvanı verdiği Edinburgh’ta 2012 Ağustos’unda başlayan
Edinburgh Dünya Yazarlar Konferansı’nın bu yılki konuşmacıları arasında olan
Sema Kaygusuz’un 27 Şubat 2013 tarihli konuşmasının Türkçe çevirisi.
*Fotoğraf:
Muhsin Akgün