Wednesday, March 27, 2013

Ermenistan’da Bir Türkiyeli


Agos Kitap/Kirk, Mayıs 2009

Bercuhi Berberyan, Ermenistan’da Bir Türkiyeli, İstanbul: Metis, Mart 2009.
Bercuhi Berberyan’ın Ermenistan’da Bir Türkiyeli adıyla yayımlanan gezi notları, nihayetinde on günlük bir seyahatin ürünü. İlk kez yurtdışına çıkan biri, ilk kez ziyaret ettiği bir ülke hakkında on günde ne kadar fikir sahibi olabilirse, o memlekette akıp giden hayata ne kadar nüfuz edebilirse, insanları, âdetleri ne kadar objektif bir gözle değerlendirebilirse, Berberyan da o kadar fikir sahibi, o kadar vâkıf ve o kadar objektif.
Ermenistan’da Bir Türkiyeli, benzer pek çok kitap gibi, yazarın algı süzgeçlerinden süzüldüğü şekliyle anlatıyor ziyaret edilen diyarı. Olan bitenler, gidilen görülen yerler Berberyan’ın gördüğü, görmeye hazır olduğu ve görmek istediği şekliyle yansıyor sayfalara. Onun yaşam birikiminin, yapıp ettiklerinin, kendini nasıl bir insan olarak var ettiğinin, Ermenistan’ın ve Ermenistan halkının bugüne kadarki yüzlerce yıllık macerasıyla hepi topu on günlük kesişimine tanık oluyoruz kitap boyunca, fazlasına değil.
Görünüşte, eğlencelik diye bir çırpıda okunabilecek, insanın zihnini fazlaca yormayan, moda deyişle ‘light’ bir seyahat kitabı bu. İlginç de... Zira anlatının öznesi, “vatanı bildiği yerde vatandaş sayılmayan” Türkiyeli bir Ermeni; gidilen yerse, “vatanı sanılan” ama “vatan sayamadığı” Ermenistan. Berberyan’ın Agos’taki sütünundan tanıdığımız üslup hâkim kitaba. Samimi, senli benli, teklifsiz, doğrudan, sade. Her şey, bu tarz bir seyahat kitabında olması gerektiği gibi belki de.
Peki neden kolay akmıyor bu olması gerektiği gibi, sade, basit, ‘light’ kitap? Neden sık sık elden bırakmak gerekiyor? Neden bir seyahat kitabı değil de ağır bir teorik metinmişçesine, satırların altını çizmek, kelimeleri daireler içine almak, sayfa boşluklarını soru işaretleriyle doldurmak istiyor insan? Konusuna, sunuluşuna, samimiyetine itiraz etmenin mümkün olmadığı, yazarının deyişiyle bir “duygu kitabı” olan bu metin, neden yutması zor bir lokmaya dönüşüyor okudukça?
Çünkü Berberyan’ın Ermenistan’a ve Ermenistanlılara bakışında, oryantalizm sosuna bulanmış, ağır bir seçkinciliğin izleri var. Çünkü yazar, olay ve olguları genel bağlamları içinde değerlendirmekte zaaf gösteriyor, kültürel farklılıkları göreceli bir perspektifle ele almıyor; onları mutlak, insanların ve toplumların özüne ait karakteristik özellikler olarak görmeye meylediyor. Tıpkı bir oryantalist seyyahın, ziyaret ettiği ‘otantik Şark’a bakışı gibi, mercek altına aldığı halkı betimler, anlamaya çalışırken, onunla bir hiyerarşi, bir tahakküm ilişkisi kuruyor. Berberyan zaten, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tıpkı oryantalisler gibi, baktığı her yerde, o tahakküm ilişkisini yeniden kurmaya yarayacak ipuçları arıyor. İnsanlarla “empati yaparken” bile nalıncı keseri gibi hep kendine yontuyor.
Halbuki yazarın çıkış noktası son derece haklı: Vatan bildiği yerde (Türkiye’de) vatandaş sayılmıyor, vatanı sanılan yeri (Ermenistan’ı) vatan sayamıyor. Kitap, vatanı sanılan ama vatan sayamadığı yere yolculuğunda hissettiklerini, vatan bildiği ama vatandaş sayılmadığı yerdeki vatandaşlarına anlatmak üzere kaleme alınmış. Ancak bu yanlış denklemin yükü yazarın benliğini o derece esir almış ki, vatanı sanılan yerin aslında vatanı olmadığını, kendisinin oraya salt bir turist olarak gittiğini anlatma çabası, onun vatanı sanılan yerle kurabileceği ilişkiye dair sonsuz sayıda ihtimalin en başat belirleyeni haline gelmiş. Bu zaaf, metnin ruhunu adeta felce uğratmış. Ortaya çıkan metin, bir Türkiyeli’nin Ermenistan’a dair izlenimlerini anlatıyor, evet; ama belki ondan da çok, Ermenistan’ın onun vatanı olmadığını...
Bu durum, Türkiye’de Ermenileri cendereye alan siyasal baskılarla, düşmanca duygularla, onların sadakatine daima şüpheyle yaklaşılmasıyla açıklanmalı her şeyden önce. Yüzlerce, binlerce yıldır bu toprakların ortak kültürüne katkıda bulunan Ermenilerin sürekli yabancı unsurlar olarak gösterilmeye çalışılmasının, onlarda aidiyete dair bir hassasiyet yaratması, elbette anlaşılır.
Ancak, Berberyan’ın eserine hâkim olan seçkinci bakış nedeniyle, başka bir memleket söz konusu olduğunda kültürel farklılık, özgünlük, zenginlik olarak değerlendirilebilecek pek çok ayrıntı, yazarın ‘oraya’ ait olmadığını ve oradakilerden ne kadar üstün olduğunu ispat etmeye yarayan birer kanıta dönüşüyor. Bu vurgu, kitap boyunca tekrarlanıyor, tekrarlandıkça kabak tadı veriyor.
Yazarın, daha kitabın ilk sayfalarında bu seyahate çıkmayı nasıl hiç istemediğini anlatışı, onun Ermenistan’ı zihninde nereye oturttuğu hakkında fikir veriyor. İlk kez Türkiye dışına çıkacak olan Berberyan, “Bu kadar para harcasam Avrupa’ya giderim. Ay, bula bula Ermenistan’ı mı buldum ilk çıkış olarak?” diyor (s. 15). Oranın ‘başka’lığı, ‘yabancı’lığı metinde sürekli olarak vurgulanıyor: “Başka bir yer burası. Ben buralı değilim. (...) Başka türlü bir koku var şehirde. Yabancı.” (s. 20)
Yazar Ermenistanlılardan hiç hoşnut değil. Onları çirkin ve bilhassa kaba buluyor. Her nasılsa kaba olmayan, iyi yürekli Ermenistanlılarsa, onun sevimliliğine dayanamadığı için yelkenleri suya indirenler… Otelin kafesinde, kendisine ‘ora’nın kötü kahvesi yerine, ‘bura’nın güzel kahvesini pişirme inceliğini gösteren garson kız, yazar onu “tavla”dığı için öyle yapıyor mesela (s. 25). Veyahut restoranda, ‘ora’nın ağır kahvaltısı yerine ‘bura’nın otlu, domatesli kahvaltısından hazırlayan garsonları anlatırken, bu ayrıcalığı kapmış olmanın mutluluğuyla soruyor Berberyan: “Sempatik miyim ne?” (s. 53).
Güzellikler, iyilikler istisnai şeyler olarak anlatılır ve genellikle yazarın kişisel hasletleriyle, duyarlılığı, empati kurma çabasıyla açıklanırken, kötülükler, çirkinlikler alabildiğine genelleştiriliyor, mutlaklaştırılıyor:
“(D)aracık ve kısacık etekleri, iğrenç bir sarıya, kızıla boyalı, kötü kesilmiş saçları, her an sahneye çıkacaklarmış gibi, dudaklar kan kırmızı, gözler cart yeşil, gök mavisi, menekşe moru pırıltılı makyajlı, takma kirpikli, kalem kaşlı halleri (...) Ermenistanlı kadınlar güzel olur diyorlardı Türkiye’de. Biz niye hiçbirini göremedik bilmem. (...) Bir de neden ve nasıl oluyor da o kadar meme büyütüyorlar... akıl erecek gibi değil. İklimden midir nedir? Hemen hemen her kadın ulu ulu memelerle, adeta birer Kibele... (...) Kadınlar öyle süslü kokoş ya, erkekler de tam tersi. Kaba saba, hatta hanzo görünüşlü. Türkçeye yeni duhul olan deyimle “maganda” gibi çoğu.” (s. 27-8)

Kadınların memeleriyle ilgili tespit kitap boyunca çeşitli kereler çıkıyor okuyanın karşısına: “tabii ki ulu memeli, iri kadın” (s. 153); “bir dolu ulu memeli, gece kulübü makyajlı kokoş hatunla...” (s. 156)
Kafkasya coğrafyasına özgü et ağırlıklı sofra kültürü de, Berberyan’ın gadrinden kurtulamıyor. Yazar, bu dağlık memlekette, İstanbul’a, Ege’ye özgü tatları, zeytinyağlıları, salataları arıyor; bulamadıkça da öfkeleniyor: “Bir kere genel anlamda yemekleri zevksiz. Sebze yok. Zeytinyağlı yok (...) Durmadan et yiyorlar. Koca koca, kaba ve şekilsiz etler. Ermeni yemekleri Anadolu toprağının etkisiyle güzel olmuş bence, Ermenistanlılar sıfır.” (s. 72) “Adamların hiç salata kültürü yok bir kere. Domatesle salatalığı kaba kaba doğrayıp, kötü bir yağla limonlayınca ‘yaz salatası’ oluyor. Yeşillikleri ise öylece söğüş yiyorlar. Oysa ne güzel salatalar olur onlardan... bilmiyorlar.” (s. 73) “Ne biçim Ermeni bunlar yaa? Ermeni usulü zeytinyağlı dolma yapmasını bile bilmiyorlar.” (s. 155)
Bu gazaptan oralarda konuşulan Ermenice de kurtulamıyor. Berberyan, Ermenicenin iki ana lehçesinden biri olan Doğu Ermenicesini ısrarla hakir görüyor. “Şimdi bu Ermenistanlılar, Ermeniceyi bir tuhaf konuşuyorlar” diyerek girdiği bölümde, iki lehçe arasındaki farklılıkları, onların farklı coğrafi ve tarihsel koşullarda farklı kaynaklardan beslenebileceklerini, zaten onları iki ayrı lehçe yapanın da bu farklar olduğunu, her birinin kendine özgü bir değer taşıdığını anlamak istemiyor:

“(B)irçok sözcüğü yanlış kullanıyorlar. Ama bunu asla kabul etmiyorlar. Hatta başka bir dilden karışmış bazı sözcüklerin de Ermenice olduğunu iddia ediyorlar ısrarla. (...) Bizim bilip konuştuğumuz Ermenice onlarınkinden hem daha güzel. Hem daha doğru. Onların imlaları bile yanlış valla. Zaten imla filan bilmiyorlar ki!” (157-9)

Velhasılıkelam, Berberyan’ın kitabı, aslında Türkiye’de çok aşina olduğumuz türden bir ayrımcılıkla yaklaşıyor Ermenistanlılara. Bu tanıdık ayrımcı dil, kılık kıyafet gibi, ‘kültürel yozlaşma’ olarak değerlendirilen alışkanlıklar gibi, fiziksel özellikler gibi, dil gibi birtakım yaşamsal, kültürel meselelere, alışkanlık ve tercihlere yaklaşımıyla bir iktidar ve güç ilişkisi kuruyor. Berberyan da aynı yolu izleyerek kendini Ermenistanlılardan ayrıştırmaya, dahası, kimliğini, zevk ve beğenilerini, yaşam tarzını onlarınkinden yukarıda konumlandırmaya gayret ediyor. Bir an için, Doğulu kıyafetleri hor gören Batılıyı, lahmacunu veya türküleri zevksizlik olarak niteleyen seçkini, birilerinin saç-sakal kesimini veya başörtüsünü aşağılayan modern-kentliyi, Kürtçeyi dağ Türkçesi olarak kabul eden milliyetçiyi getirin gözlerinizin önüne... Berberyan’ın ayrımcılığının hangi kaynaklardan beslendiğini görürsünüz.