Agos Kitap/Kirk,
Mayıs 2009
Bercuhi
Berberyan, Ermenistan’da Bir Türkiyeli, İstanbul: Metis, Mart 2009.
Bercuhi
Berberyan’ın Ermenistan’da Bir Türkiyeli adıyla yayımlanan gezi notları,
nihayetinde on günlük bir seyahatin ürünü. İlk kez yurtdışına çıkan biri, ilk
kez ziyaret ettiği bir ülke hakkında on günde ne kadar fikir sahibi olabilirse,
o memlekette akıp giden hayata ne kadar nüfuz edebilirse, insanları, âdetleri
ne kadar objektif bir gözle değerlendirebilirse, Berberyan da o kadar fikir
sahibi, o kadar vâkıf ve o kadar objektif.
Ermenistan’da
Bir Türkiyeli, benzer pek çok kitap gibi, yazarın algı süzgeçlerinden süzüldüğü
şekliyle anlatıyor ziyaret edilen diyarı. Olan bitenler, gidilen görülen yerler
Berberyan’ın gördüğü, görmeye hazır olduğu ve görmek istediği şekliyle yansıyor
sayfalara. Onun yaşam birikiminin, yapıp ettiklerinin, kendini nasıl bir insan
olarak var ettiğinin, Ermenistan’ın ve Ermenistan halkının bugüne kadarki
yüzlerce yıllık macerasıyla hepi topu on günlük kesişimine tanık oluyoruz kitap
boyunca, fazlasına değil.
Görünüşte,
eğlencelik diye bir çırpıda okunabilecek, insanın zihnini fazlaca yormayan,
moda deyişle ‘light’ bir seyahat kitabı bu. İlginç de... Zira anlatının öznesi,
“vatanı bildiği yerde vatandaş sayılmayan” Türkiyeli bir Ermeni; gidilen yerse,
“vatanı sanılan” ama “vatan sayamadığı” Ermenistan. Berberyan’ın Agos’taki
sütünundan tanıdığımız üslup hâkim kitaba. Samimi, senli benli, teklifsiz,
doğrudan, sade. Her şey, bu tarz bir seyahat kitabında olması gerektiği gibi
belki de.
Peki neden kolay
akmıyor bu olması gerektiği gibi, sade, basit, ‘light’ kitap? Neden sık sık
elden bırakmak gerekiyor? Neden bir seyahat kitabı değil de ağır bir teorik
metinmişçesine, satırların altını çizmek, kelimeleri daireler içine almak,
sayfa boşluklarını soru işaretleriyle doldurmak istiyor insan? Konusuna,
sunuluşuna, samimiyetine itiraz etmenin mümkün olmadığı, yazarının deyişiyle
bir “duygu kitabı” olan bu metin, neden yutması zor bir lokmaya dönüşüyor
okudukça?
Çünkü
Berberyan’ın Ermenistan’a ve Ermenistanlılara bakışında, oryantalizm sosuna
bulanmış, ağır bir seçkinciliğin izleri var. Çünkü yazar, olay ve olguları
genel bağlamları içinde değerlendirmekte zaaf gösteriyor, kültürel
farklılıkları göreceli bir perspektifle ele almıyor; onları mutlak, insanların
ve toplumların özüne ait karakteristik özellikler olarak görmeye meylediyor.
Tıpkı bir oryantalist seyyahın, ziyaret ettiği ‘otantik Şark’a bakışı gibi,
mercek altına aldığı halkı betimler, anlamaya çalışırken, onunla bir hiyerarşi,
bir tahakküm ilişkisi kuruyor. Berberyan zaten, bilinçli ya da bilinçsiz
olarak, tıpkı oryantalisler gibi, baktığı her yerde, o tahakküm ilişkisini
yeniden kurmaya yarayacak ipuçları arıyor. İnsanlarla “empati yaparken” bile
nalıncı keseri gibi hep kendine yontuyor.
Halbuki yazarın
çıkış noktası son derece haklı: Vatan bildiği yerde (Türkiye’de) vatandaş
sayılmıyor, vatanı sanılan yeri (Ermenistan’ı) vatan sayamıyor. Kitap, vatanı
sanılan ama vatan sayamadığı yere yolculuğunda hissettiklerini, vatan bildiği
ama vatandaş sayılmadığı yerdeki vatandaşlarına anlatmak üzere kaleme alınmış.
Ancak bu yanlış denklemin yükü yazarın benliğini o derece esir almış ki, vatanı
sanılan yerin aslında vatanı olmadığını, kendisinin oraya salt bir turist
olarak gittiğini anlatma çabası, onun vatanı sanılan yerle kurabileceği
ilişkiye dair sonsuz sayıda ihtimalin en başat belirleyeni haline gelmiş. Bu
zaaf, metnin ruhunu adeta felce uğratmış. Ortaya çıkan metin, bir Türkiyeli’nin
Ermenistan’a dair izlenimlerini anlatıyor, evet; ama belki ondan da çok,
Ermenistan’ın onun vatanı olmadığını...
Bu durum,
Türkiye’de Ermenileri cendereye alan siyasal baskılarla, düşmanca duygularla,
onların sadakatine daima şüpheyle yaklaşılmasıyla açıklanmalı her şeyden önce.
Yüzlerce, binlerce yıldır bu toprakların ortak kültürüne katkıda bulunan
Ermenilerin sürekli yabancı unsurlar olarak gösterilmeye çalışılmasının,
onlarda aidiyete dair bir hassasiyet yaratması, elbette anlaşılır.
Ancak,
Berberyan’ın eserine hâkim olan seçkinci bakış nedeniyle, başka bir memleket
söz konusu olduğunda kültürel farklılık, özgünlük, zenginlik olarak
değerlendirilebilecek pek çok ayrıntı, yazarın ‘oraya’ ait olmadığını ve
oradakilerden ne kadar üstün olduğunu ispat etmeye yarayan birer kanıta
dönüşüyor. Bu vurgu, kitap boyunca tekrarlanıyor, tekrarlandıkça kabak tadı
veriyor.
Yazarın, daha
kitabın ilk sayfalarında bu seyahate çıkmayı nasıl hiç istemediğini anlatışı,
onun Ermenistan’ı zihninde nereye oturttuğu hakkında fikir veriyor. İlk kez
Türkiye dışına çıkacak olan Berberyan, “Bu kadar para harcasam Avrupa’ya
giderim. Ay, bula bula Ermenistan’ı mı buldum ilk çıkış olarak?” diyor (s. 15).
Oranın ‘başka’lığı, ‘yabancı’lığı metinde sürekli olarak vurgulanıyor: “Başka
bir yer burası. Ben buralı değilim. (...) Başka türlü bir koku var şehirde.
Yabancı.” (s. 20)
Yazar
Ermenistanlılardan hiç hoşnut değil. Onları çirkin ve bilhassa kaba buluyor.
Her nasılsa kaba olmayan, iyi yürekli Ermenistanlılarsa, onun sevimliliğine
dayanamadığı için yelkenleri suya indirenler… Otelin kafesinde, kendisine
‘ora’nın kötü kahvesi yerine, ‘bura’nın güzel kahvesini pişirme inceliğini
gösteren garson kız, yazar onu “tavla”dığı için öyle yapıyor mesela (s. 25).
Veyahut restoranda, ‘ora’nın ağır kahvaltısı yerine ‘bura’nın otlu, domatesli
kahvaltısından hazırlayan garsonları anlatırken, bu ayrıcalığı kapmış olmanın
mutluluğuyla soruyor Berberyan: “Sempatik miyim ne?” (s. 53).
Güzellikler,
iyilikler istisnai şeyler olarak anlatılır ve genellikle yazarın kişisel
hasletleriyle, duyarlılığı, empati kurma çabasıyla açıklanırken, kötülükler,
çirkinlikler alabildiğine genelleştiriliyor, mutlaklaştırılıyor:
“(D)aracık
ve kısacık etekleri, iğrenç bir sarıya, kızıla boyalı, kötü kesilmiş saçları,
her an sahneye çıkacaklarmış gibi, dudaklar kan kırmızı, gözler cart yeşil, gök
mavisi, menekşe moru pırıltılı makyajlı, takma kirpikli, kalem kaşlı halleri
(...) Ermenistanlı kadınlar güzel olur diyorlardı Türkiye’de. Biz niye
hiçbirini göremedik bilmem. (...) Bir de neden ve nasıl oluyor da o kadar meme
büyütüyorlar... akıl erecek gibi değil. İklimden midir nedir? Hemen hemen her
kadın ulu ulu memelerle, adeta birer Kibele... (...) Kadınlar öyle süslü kokoş
ya, erkekler de tam tersi. Kaba saba, hatta hanzo görünüşlü. Türkçeye yeni
duhul olan deyimle “maganda” gibi çoğu.” (s. 27-8)
Kadınların
memeleriyle ilgili tespit kitap boyunca çeşitli kereler çıkıyor okuyanın
karşısına: “tabii ki ulu memeli, iri kadın” (s. 153); “bir dolu ulu memeli,
gece kulübü makyajlı kokoş hatunla...” (s. 156)
Kafkasya
coğrafyasına özgü et ağırlıklı sofra kültürü de, Berberyan’ın gadrinden
kurtulamıyor. Yazar, bu dağlık memlekette, İstanbul’a, Ege’ye özgü tatları,
zeytinyağlıları, salataları arıyor; bulamadıkça da öfkeleniyor: “Bir kere genel
anlamda yemekleri zevksiz. Sebze yok. Zeytinyağlı yok (...) Durmadan et
yiyorlar. Koca koca, kaba ve şekilsiz etler. Ermeni yemekleri Anadolu
toprağının etkisiyle güzel olmuş bence, Ermenistanlılar sıfır.” (s. 72)
“Adamların hiç salata kültürü yok bir kere. Domatesle salatalığı kaba kaba
doğrayıp, kötü bir yağla limonlayınca ‘yaz salatası’ oluyor. Yeşillikleri ise
öylece söğüş yiyorlar. Oysa ne güzel salatalar olur onlardan... bilmiyorlar.”
(s. 73) “Ne biçim Ermeni bunlar yaa? Ermeni usulü zeytinyağlı dolma yapmasını
bile bilmiyorlar.” (s. 155)
Bu gazaptan
oralarda konuşulan Ermenice de kurtulamıyor. Berberyan, Ermenicenin iki ana
lehçesinden biri olan Doğu Ermenicesini ısrarla hakir görüyor. “Şimdi bu
Ermenistanlılar, Ermeniceyi bir tuhaf konuşuyorlar” diyerek girdiği bölümde,
iki lehçe arasındaki farklılıkları, onların farklı coğrafi ve tarihsel
koşullarda farklı kaynaklardan beslenebileceklerini, zaten onları iki ayrı
lehçe yapanın da bu farklar olduğunu, her birinin kendine özgü bir değer
taşıdığını anlamak istemiyor:
“(B)irçok
sözcüğü yanlış kullanıyorlar. Ama bunu asla kabul etmiyorlar. Hatta başka bir
dilden karışmış bazı sözcüklerin de Ermenice olduğunu iddia ediyorlar ısrarla.
(...) Bizim bilip konuştuğumuz Ermenice onlarınkinden hem daha güzel. Hem daha
doğru. Onların imlaları bile yanlış valla. Zaten imla filan bilmiyorlar ki!”
(157-9)
Velhasılıkelam,
Berberyan’ın kitabı, aslında Türkiye’de çok aşina olduğumuz türden bir
ayrımcılıkla yaklaşıyor Ermenistanlılara. Bu tanıdık ayrımcı dil, kılık kıyafet
gibi, ‘kültürel yozlaşma’ olarak değerlendirilen alışkanlıklar gibi, fiziksel
özellikler gibi, dil gibi birtakım yaşamsal, kültürel meselelere, alışkanlık ve
tercihlere yaklaşımıyla bir iktidar ve güç ilişkisi kuruyor. Berberyan da aynı
yolu izleyerek kendini Ermenistanlılardan ayrıştırmaya, dahası, kimliğini, zevk
ve beğenilerini, yaşam tarzını onlarınkinden yukarıda konumlandırmaya gayret
ediyor. Bir an için, Doğulu kıyafetleri hor gören Batılıyı, lahmacunu veya
türküleri zevksizlik olarak niteleyen seçkini, birilerinin saç-sakal kesimini
veya başörtüsünü aşağılayan modern-kentliyi, Kürtçeyi dağ Türkçesi olarak kabul
eden milliyetçiyi getirin gözlerinizin önüne... Berberyan’ın ayrımcılığının
hangi kaynaklardan beslendiğini görürsünüz.