13 Haziran 2008
“Karşıdevrimciler”(*)
Kaan
Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç
bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel
mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf
olarak…
Bu yıl “1968
olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves
ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir
rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri
çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken
“restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı
ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda,
giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda
bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine
“bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an
yaratmaya başladığından söz edilebilir.
Bu “bütünsel” an
içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini”
kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir.
İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik
kaybında aramak gerekiyor.
“1968 olayı” olarak
bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin
Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler,
birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye,
toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve
vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç
bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna
kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle
kesilebildi.
İnsanlar, bu
sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni
kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık
kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden
canlandırdılar.
Alain Badiou’nun
son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]]
ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak
verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi
öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan
yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi
aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni
“öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni
doğan “hakikate” sadakat beyan eden
özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.
“1968 olayı”,
her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve
sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla
siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya
baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı
izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.
Ancak kısa
sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu
kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi
projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek
özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya
başlayanlar oluşturuyordu.
Bu “yapıya
dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin
sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar
vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne”
dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama
Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin
edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal
olarak: “Hakikate” ihanet!
“İhanet”, bunun
için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı
kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan
bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini
öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu
uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra,
yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer
bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir
tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir
sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan
Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin,
toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini
yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir
psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.
Karşıdevrimciler,
ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye
devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen,
titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve
minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık
psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek
seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını
kolaylaştırmış.
Kaan
Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum.
Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar
“karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına
karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı
başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne
kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence
özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya
dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi
başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli
bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.
Öznenin “yapıya”
geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını,
yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek
mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde
gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi
çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.
Ama bence Kaan
Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor.
Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş
ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar,
“toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın
adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O
zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her
kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren
içinde buluyoruz.
“Karşı
devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı
başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini
yerine getirmiş oluyor.
Tüm bu güçlü
yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda,
kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan,
sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe
kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence
en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı,
“gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya
sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında
önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu
anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli
çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.
Sonuç olarak,
Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif
birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da
başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in,
okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme
stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek,
buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla,
karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.
[1] Alain
Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005)
Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)
[*]Kaan
Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008