Öykümüz, yorgun ve
yaralı bir at mıydı?
Düşmüş.
Unutulmuş.
Onca yoldan sonra
kimsenin dönüp bakmayı istemediği kuytulukta, yine de gülümseyerek ve alnına
düşen perçemleri savurarak izliyor muydu hayatı?
Öykümüz, gökyüzündeki
“yok” tavlasından uzun kişnemesiyle çitleri aşıp onu görmezden gelenlere rağmen
delikanlı kanını sıcak tutacak mıydı?
Peki, öykümüzün en
güzel yelelerine tutunup koşanlardan değil miydi Orhan Duru?
Hafif süvari,
yakışıklı çizmeleri ve omuzları parlayan deri ceketiyle doru donlu atın
üzerinde en ustaca eğer boşaltırken okumuştuk ya, biz onu.
“Öykü yazmama hali
normal bir haldir. Sanatçılar, yaratıcı eylemlerde bulananlar, bu normal halin
dışına çıkmak ister. Unutmayalım Napolyon da savaş normal, barış anormal haldir
demişti… İnsan varlığını kanıtlamaya çalışır. Öykücü de kendi varlığını
kanıtlamak için öykü yazar.” S.39
Bütün o hır gürün,
geçim derdinin, kimi zaman dikenli ayaklarıyla üzerimizde yürüyen korku sisinin
arasından sıyrılıp normal olmayanı yapanlar için bu sözler.
İnsan ve varlık
kaygısını dert edinmiş, söyleyecek çok şeyi olanlar için.
Kendinden yola çıkıp
iki adım sonra özünü de dışlayan ve varlığından uzaklaştıkça onu anlamak için
sarındığı kurmacanın içinden sorularını soran; sormakla kalmayıp onları açık
yaraları gibi ahaliye gösteren öykücü için.
Öykücünün karnı
yarıla, zarı yırtılmamış kırk sözü çıka.
Öykücü sözünü
sorularıyla sular.
Çok meraklıdır o.
Çok korkar bu yüzden
zamandan.
Zaman bu dünyada “sınır”
demektir.
Eski dünyanın gidip
dayandığı ve inat edenlerin sonsuza dek düşecekleri düzlüğün keskin kenarları
gibidir.
Zaman, ölümlü
olduğumuzu mühür gibi vurur avuçlarımıza.
Ve ölüm, daha soramadıklarımız
için beklemez bizi.
Kim açacak o zaman heybemizi?
Cevapları değil
soruları severiz.
Üstelik “bilenlere”
kim inanır?
“Yıllar boyunca tüm
doğruları bildiğini, gerçeğin iç yüzünü kavradığını belirtenlerden bunu
yaşamında bir kalıba oturtup işin içinden çıkanlardan hiç hoşlanmadım. Dünyanın
sırrını çözdüğünü sananlardan çok çekti insanlık. Ama insanoğlunun eğilimi de
böyle. İşin kolayına kaçmak ve bir çırpıda çözüm bulmak istiyor. Bunu yapınca
rahatlıyor. Bizim görevimiz ise bu değil. Bir yazar, bilinmezin belki de hiç
bilinmeyecek olanın peşinde koşarken; doğrulara eriştiğini öne sürenlere ve tüm
sorunları formüllere indirgeyenlere karşı uğraş vermeli.” S.49
Sorularını diliyle
dokur ama düş gücüyle giydirir öykücü.
Hiç gidilmeyen kayayı
bulmak ve omuzlayıp altına bakmak ister.
Atını eyerlemez.
Onunla beraber
koşmayı öğrenir.
Düşlerini dizginlemez,
bacaklarından akan sıcaklıkla ona yön verir.
Çok yumuşak.
Sevgiliye dokunur
gibi.
“Öykü düş gücü ister.
Öykü hem düşlerden hem de yaşamdan kaynaklanır. Yalınlık, fantezi ve kurgu
ister. Kimi zaman ayrıntılar üzerine kurulur ve yapılanır. Çağdaş öykücülük ise
gizemli bir anlatımla bir arada gider. Kısaca öykücülük zor bir yazım türüdür.
Kendini bırakmaya gelmez. Ulu orta ve düzensiz bir yöntem izleyemezsiniz.
Üstelik yazarın belleği kendine özgü bir anlatım biçimine sahip olmasını da
gerektirir.” S.23
Atımızın kıymeti onun
terinden gelir.
Bizi derin çöllerden
ve açıklık uçurumlardan geçirirken, herkesten uzak kendi günahlarımızın içinden
kaçırırken sırtını kaplayan köpükler bu nedenle kutsaldır yazar için.
“Ben cambazlıktan
çok, ilgi toplayan, derin gerçeklik duygusu veren, kendime özgü anlatımı olan
öyküler yazmak isterim. Kısaca öykü yazımında kurgu ağırlığı önce gelir. Önce
kurgu sonra anlatım ya da deyiş. Önemli olan bunlardır. Deyiş, öykücüyü bir
anlamda yazar yapar. Kurgu ise yazarı öykücü yapar. Doğal olarak bu konularda
düş gücü önde gelir.” S 53
Orhan Duru yarım
asırdır sırtında o atın.
Daha da kalkacaklar
şaha kuşkusuz.
“Bir yanılsama
sanatıdır öykü bir bakıma(…) Bir illüzyonist nasıl silindir şapkasının içinden
beklenmedik şeyler çıkarıyorsa, ben de öykülerimin içinden güvercinler ve
tavşanlar çıkarıp şaşırtmak istiyorum!” s.63
*Orhan
Duru, Yoksullar Geliyor
ahmet büke /9 Mart 08
****
Orhan Duru, Öykü
Yazmanın Sırları, Karakutu Yayınları, Şubat 2008, 94 sayfa