Gao Xingjian,
"Ruh Dağı" adlı eserinde, Çin'in kadîm kültürel değerlerini yerle bir
eden Mao'nun
"Kültür Devrimini" irdelerken, doğaya ve Çin'in engin kültür
birikimine yabancılaşan bireyin yeniden kendini bulma çabası içinde manevî bir
"Ruh Dağı" na çıkışını anlatır.
İnançları
sorgulatıyor
Gao Xingjian’ın
Ruh Dağı
Nejdet Evren
Her ruhun bir dağı
vardır; o dağ, bir efsanedir; Kaf Dağı gibi… Ruhunun derinliklerine inen biri,
hiçbir yer ve zamanda o-nun dışında huzur bulamaz. Yazar “Ruh Dağı” na bir
yolculuğa çıkar. Ön-görmediği bir rastlantı sonunda başlar bu yolculuk. Aslında
ön-görüsünden bağımsız bir gelişme değildir yaşadığı ve onun olmasını ister ve
fırsat bilir. Yolculuğun hedeflediği ise, var-oluşun ilk anlarındaki o
saflığı/el-değmemişliği/güzelliği keşfetmektir; ruhun derinliklerinde yatan
o-nu, gün-yüzüne çıkartmaktır.
Yaşanılan gerçek
olgu eğer düş
kadar güzel ise o düş her zaman görülecektir. Bu noktada düş ile gerçek iç-içe
geçer ve ayrıştırılmaları oldukça zordur. Sevinç/heyecan, hüzün/keder
yan-yanadır. Ruhun temizliğini/özgürlüğü arayan orijinal/ kendine has olanı seçen,
ayrıştıran ve koruyan bir düşüncenin ağıtsal bir anlatısıdır “Ruh Dağı” na
yükseliş…
Doğanın/
toplumların/ kültürlerin nasıl bakir kalmadıklarını, nasıl talan edildiklerini
ve yapılan tüm yıpratmaların adına kültür denilerek insanların nasıl da kandırıldıklarını
anlatır Gao Xingjian romanında. Doğaya yabancılaşmak kültürün başlangıcıydı. Ve
fakat yürek ister ki, onun sonunu hazırlayan olmasın. Doğayı, toplumları ve
kültürleri korumak “yaratıcı aklın” olanakları içerisinde olup, bu olanaklarını
kullanmaz ise, diğer türlerle birlikte ve tüm doğal zenginlikleri de savurarak
yok olacaktır. Gezginin bir ruh arayıcısı bilinci ile yolları kat-ettiği “Ruh
Dağı” na yolculuk, tüm tüketmelerin/tüketilmelerin hüzünlü bir anlatısı/
romanıdır.
Var ya da yok,
yaradılış ya da var-oluşun ilk anlarındaki doğallığı bulacağına inanarak
yolculuğa çıkan yazar, doğa tasvirlerini imgelerken bir tablo çizer gibidir;
fırçasından renk-selinin aktığı bir ırmak gibi. O, ide/düşün-selinde bunu
gerçekleştirirken düş ve gerçek arasındaki ince tülü aralamaktadır.
Sesin
doygunluğundaki zümrüt yeşil
Vadinin içine bir
sis gibi akar
Beyazın dansıdır
ırmaklaşarak dökülen
Çağlamaz…
“Ruh Dağı”nda iken
düş sınır tanımaz; bir bakarsın “Ruh dağı”, bir bakarsın “Kaf Dağı” ve bir
bakarsın ki, “Ruh kayası” olarak beliren saflık/doğallık, iyilik/güzellik,
bolluk/bereket, yaşam/paylaşım, sevgi ve benimseme doruklara tırmanmaya başlar.
Gao Xingjian
eserinin bir bölümünde demektedir ki, “ İnsan dünyaya çığlık ve gözyaşları
arasında geliyor, karmaşa ve gürültü içinde gidiyor. İnsanoğlunun gerçeği bu.”
Zaman boyutu eklemlendikçe ilk gün/o an bozulmaya başlar. Varsa o ilk gün
nerelerde gizlenmiş olabilir ki? Sonsuzluk içerisinde “ilk” mümkün olmadığına
göre yazarın aradığı o ilk-gün ayrı bir olgu olsa gerek. Nedir bu ayrı duran
olgu? Yalınlık/temizlik/duruluk/içtenlik/pazarlıksız olan paylaşım…Bu noktada
an ile küskündür yazar ki, geçmişle gelecek ütopyasına bir köprü kurmak ister;
“Ruh Dağı” nı aşılması gereken bir köprü olarak koyar öne…
Ve yazar eserinin
bir başka bölümünde demektedir ki, “ Sorun, “ben”i, sürekli huzursuzluk yaratan
o içimdeki acımasız canavarı yenemeyişim. Özsaygı, gurur, kendi kendini yok
etme dürtüsü, güvensizlik, küstahlık, hoşnutluk ve hüzün, kıskançlık ve nefret,
hepsi onun eseri, özetle, “ben” insanoğlunun mutsuzluğunun kaynağı. Bu
mutsuzluğun panzehiri, bilinçli “ben”in hapsedilip boğulması mı? Buddha işte
bunun için aydınlanmayı, uyanışı öğretti; bütün imgeler yalandır, imgenin
yokluğu da yalandır.” Bu tesbitler ile okuyucuyu düşünmeye sevk-eder.
Bütün imgeler,
yaşamın aynasıdırlar; parça-parça olup hepsi de farklı ışık demetini süzerek
renk verirler hayata; dik açılı üç aynadan yansıdıklarında ise, toplanan bir
ışık demeti gibi geldikleri/doğdukları kaynağa yansır ve ona yol alırlar;
imgeler, yaşamın aynasıdırlar; gözlerden okunur, dile dökülür ve elde
birikirler…
“Ruh Dağı” nı
okurken, hissetmek topraktan yükselen buharı ve bir denize dalar gibi yürümek
içinde; hissetmek yem-yeşilinde gün-yüzünü kıskanırcasına içine almayan vahşi
örtünün damıttığı yağmur damlasını ve bir yeşil okyanusta yelken almak gibi;
hissetmek tüm doğanın yalın sesini ve çağrısını; hissetmek yaşamayı….Görebilmek
berrak ırmağın dibindeki tortuyu ve içinde oynaşan pul-pul balıkları; yeşilin
tüm tonlarıyla bezeli renk cümbüşünü ve mavinin, beyazın ve kızılın nasıl da
kucaklaştıklarını…Yeniden yorumlamak hayatı; geçmiş zamanın kadim sesleriyle;
iz-düşebilmeli yarına ve o an-ı yakalayabilmeli…Usanmadan her an-ı ekleyerek
sürdürebilmeli kavalın tiz sesindeki şarkıyı; Gök-ana-nın koynunda bezeli olan
Karanlık Deniz-in tüm yıldızlarını yeniden yorumlayabilmeli; ışık olmalı ve
ışımalı…
Yaşanmışlıkların
öykülerini anımsar ve anlatır; geriye dönüş olmadığından her öykünün her dile
gelmesindeki farklılığı ve aralanan sır-perdesi ile yalınlaşarak yaşama
katkısını göstermeye çalışır. Bir bölümde der ki, “ Sonra, çok sonra, sözde
uygarlık denen şey, cinsel tutku ile aşkı birbirinden ayırdı. Evlilik, para,
din, ahlak gibi kavramları yarattı, kültür baskısı denen şeyi de. İnsan türünün
budalalığı” Bu söylem ile nihilizme yakınlaşır. Eserde düşünceler her alanda
gider-gelir ve her olguyu yeniden özgürlük adına sorgular.
Yazar bir diğer
bölümde der ki, “…”sen” ve “o”, hatta “onlar” hayal ürünü olsalar bile, benim
gözümde, yapmacık “biz”den daha gerçek bir içeriğe sahipler. “Biz” dendiğinde
zihnimde hemen tereddütler, kuşkular beliriyor, çünkü o “biz” de kaç “ben” var,
bilemiyorum. Ya da “ben” e zıt kaç “gölge” var, “sen” ve “ben” ve “o”nun kaç
silueti, “ben”in, “sen”in, “o”nun ürettiği kaç hayal ürünü var, tıpkı “o”nun
hayat verdiği “onlar” gibi? Evet, bu “biz” kadar aldatıcı bir kavram olamaz.”
Hayal ve gerçeği ayrıştırırken yapmacık olan ile hayali de ayrıştırmakta ve
örtülü yalanın üstünü açarak onu çıplak bırakmaktadır.
“Ben”ini arayan
elbette “ego”yu sorgulayacak ve “Ruh Dağı”na tırmanacaktır.
http://www.dipnotkitap.net/ROMAN/RuhDagi.htm
Yazan: Nejdet
Evren