Aysu Önen 31-01-2012
Heinrich Böll
Can Yayınları
Heinrich Böll’ün Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı,
duyguları alt üst eden ,
insan elinden çıkma vahşetin sahici korkunçluğuyla bir kere daha yüzleştiren,
can yakan bir kefaret öyküleri seçkisi. Hafızayı kanırtıyor, unutulmaması
gerekenleri tekrar yüzeye taşıyor. İşte bu nedenle konuyu Heinrich Böll’e
getirmeden önce, sizi biraz dolandırıp yolu ve lafı uzatacağım.
90’ların ikinci
yarısında Güney Afrika’da yaşarken havada kefaret ağırlığı vardı. Şimdi, yıllar
sonra aklımda kalan yine aynı ağırlık. Güney Afrika, yıllar süren apartheid
rejiminin yıkılmasının ardından, ilk demokratik genel seçimini yapmış, Nelson
Mandela başkan seçilmişti. Rahip Desmond Tutuliderliğinde, ırkçı
beyaz azınlık döneminde işlenen insanlık suçlarının failleriyle, kurbanlarını –
ya da kurbanların hayatta kalan yakınlarını - bir araya getiren bir toplumsal
günah çıkarma olan Truth and Reconciliation mahkemeleri sürüyordu. Amaç suç ve
ceza tespiti değil, itiraf ve af idi. Liderleri barıştı diye, üstelik bunu
Nobel Barış Ödülü ile cilaladılar diye, halkın unutması ve affetmesi
bekleniyordu. Ama birilerinin bir bedel ödemesi gerekiyordu.
Bu kefaret
ağırlığı, Güney Afrika Edebiyatı’nı da esir aldı aslında. Irkçılık teması bir
yazgı gibidir Güney Afrikalı yazar için. Yazarlar olmasa, ağlayan sevgili
ülkenin sesini dünya nasıl duyacaktır?J.M Coetzee, “eli kolu bağlı, tutuklu
edebiyat” diye isabetli bir tanımlama yapar. Eli kolu bağlıdır çünkü ırkçılığın
yarattığı insanlık dramını yazmak hem yasak hem zorunluluk hem de
sorumluluktur. Bir misyondur. Bu misyonun yazarların yaratıcılıklarını nasıl
ipotek altına aldığı apartheid bittikten sonra ortaya çıktı. ’97 yılıydı
sanırım, belki daha önce. Johannesburg Goethe Enstitüsü’nde bir yazarlar
kongresinde dinleyiciler arasındaydım. Doğu Alman yazar Thomas Brussig faşizmle olan maceralarını paylaşıyor,
yıllar sonra Berlin Duvarı yıkıldığında bunu nasıl hicve dökebildiğini
anlatıyordu. Dinleyiciler arasından genç bir adamın sorusu duyuluyor birden.
“Her şeyin bittiğini görmüyor musunuz? Ne hakkında yazacağız bundan sonra?”
Sansür,
polis ve beyaz hükümet korkusu artık kalmadığı için ırkçılık hakkında yazmanın
tam zamanı olduğu düşünülebilir ama yazarların yaratıcılıklarını ateşleyen, acı
ve öfke duymaktı. Beyaz yazarlar, ırkçı beyazların yaptıkları kötülükleri
anlatarak büyük beyaz günaha ortak olmaktan kurtulmuşlar; siyah yazarlar
kurbanların seslerini duyurarak savaşmışlardı. Sonuç stereotiplerle dolu, aynı
temaları işleyen ancak aynılığı sayesinde sesi gür çıkan bir ülke edebiyatı.
Nadine Gordimer şahsında Nobel Edebiyat Ödülü almış
bir edebiyat. Irkçılığın göz önündeki etkileri ortadan kayboldu, kırık yaşamlar
güya onarıldı ama, kolektif edebiyata katkıda bulunan yazarlar, bireysel
seslerini bulamıyorlar. (Nadine Gordimer’in Nobel sonrası eserleri hem daha
seyrek hem daha zayıftır. Üstelik hâlâ ırkçılık temaları içerir.) Üstelik
politik koşullar değiştiğinde, edebiyatlarını geleceğe taşıyabilme ve de hala
işe yarayabilme endişesi bile seziliyordu o günkü yazarlar kongresinde.
Bir yazarın
politik misyonu bittiğinde, edebi misyonu da biter mi?
Yazarın
politik misyonu olması gerekmiyor elbet. Ancak, kader bu ya, bir coğrafyanın
bütün dünyayı etkileyen politik olaylarına tanık olmak, seçim hakkı bırakmıyor.
Seçim hakkı bırakmıyor ama, yazarın edebi kaderini kendi belirlemesi mümkün.
Heinrich Böll de içine doğduğu coğrafyayı ve bütün dünyayı etkileyen politik olayları seçmemişti şüphesiz. Tanık olmak istememişti dönemin insanlık dramına. İkinici Dünya Savaşı’nın Nazi Almanya’sı, Böll’ün sırtına teklifsiz bir politik misyon yükledi yine de. Kitaba adını veren “Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer” adlı öyküde Böll, J.M. Coetzee’nin tarif ettiği “eli kolu bağlı olma” halini, gerçekçi ama yer yer Alman dışavurumculuğundan etkilenen bir tarzda anlatıyor. Heinrich Böll’ün öyküyü İkinci Dünya Savaşı sonrası yazdığını bildiğimiz halde, öyküde zaman ve mekan belirtilmemiş. İşte bu zamansızlık, Böll edebiyatının kaderini belirleyecektir.
Öyküde, genç bir
asker, ağır yaralı olarak, savaş nedeniyle hastaneye çevrilmiş olan bir okula
getirilir. Kan
kaybetmenin verdiği yarı baygın yarı sanrılı halde nerede olduğunu anlamaya
çalışır. Okulun duvarlarına asılı ünlü edebiyatçıların ve düşünürlerin
resimleri, koridorlardaki heykelleri sayesinde yerini bulur. Kısa bir süre önce
öğrencilik yaptığı okuldadır. Hatta, derme çatma ameliyat masasına paravan
olarak kullanılan kara tahtada kendi el yazısı hâlâ silinmeden durmaktadır. Tahtada
yazan kehanet gibi bir cümledir. Sanki genç asker kendi mezar taşını yazmıştır
daha öğrenciyken, kısa süre sonra öleceğini bilerek. Tahtada, “Yolcu Sparta’ya
gelirsen eğer ...”
yazmaktadır. Bu, Termofil savaşında ölen, şu filmlere de konu olmuş Spartalılar’ın
anıt mezarındaki yazıya bir göndermedir. Cümle tahtada yarımdır ve askerin
cümlesini asla tamamlayamacağını çünkü iki kolunun da kesildiğini öğrendiğimiz
an öykünün en acıklı anıdır.
Bu yaralı askerin Böll’ü
sembolize ettiğini düşünüyorum. Böll yazar olarak, savaşın kaçınılmaz
vahşeti ile ilgili eli kolu bağlı hissetmektedir. Olayları yazarak
değiştiremez. O halde tarih, edebiyata bir epigraf olmalıdır sadece. Yazar, o
kanlı ameliyat masasından ancak böyle sağ kurtulabilir. Ancak böyle o koridorlarda
resimini gördüğü edebiyatçılar arasına girebilir. Heinrich Böll edebi
kaderini sanki bu tek öyküyle seçmiş gibidir.
Heinrich Böll’ün
öyküleri, insanların savaş denen canavarı ta Spartalılar’dan beri koyunlarında
beslemekte olduğunu anlatıyor. Savaşın nedeni, tarafları, kazananları,
yenilgiye uğrayanları onu ilgilendirmiyor. Bir tek kaybeden var, o da ademoğlu.
Önemsiz insanların gereksiz yer kaplıyormuş gibi görünen ucubeleşmiş hayatları
anlatılmakta. Birinci tekil şahıs anlatıcı çoğu kez öykünün en silik kişisi.
Hikaye onun başından geçiyormuş gibi görünse de, var olma nedeni felaket
günlerine tanıklık etmek, hikayenin içinde dolaşarak okura rehberlik etmek.
Birinci tekil şahıs, savaş sonrası yoksulluğu, perişanlığı o kadar benimser ve
gerçek bir kabul
edişle anlatır ki, anlık br normal düzen buymuş düşüncesine kapılır okur. Ancak
sayfadan fırlayacakmışcasına canlı anlatılan tuhaf ikincil karakterler, düzenin
kokuşmuşluğunu hatırlatırlar. Hiçbir şey normal değildir.
Kitapta ölüme çok
yakın öyküler var. Ölümden anlar önce başlayan, tatlı bir askerlik anısı gibi
sımsıcak saran, bir anda ölüm geldiğinde kanı donduran öyküler. Yaşayan
ölülerin öyküleri var. Örneğin, gösteri için bıçak atan bir adamın bıçaklarının
hedefi olup her gece tekrar tekrar hayatta kalmayı yaşamak sayan adamın öyküsü.
Yarım insanların, vücudunun yarısı olmayan insanların öyküleri var. Hayatta
kalma öyküleri de var.
Her satırda Böll’ün
duyduğu vicdan azabı, suçluluk duygusu derinden hissediliyor. Acıklı ama
kendine acındırmayan marur bir duygu hakim. Bu duyguyu kendine ateşleyici güç
olarak almış, politik koşullar değişse de, insanı, kurbanlığını ve yenilgilerini
yazmayı başararak kendine bir edebi yol çizmiş Böll. 70’li yılları da,
50’li yıllar kadar vicdanında hissetmiş. Değişen Almanya ile değişmiş ama hiç
bir zaman toplumun sesi olmaya çalışmamış, unutulmuş bireyin sahiplenicisi
olmuş. Böll’ün dünyasında İnsan hep kaybedendir. Toplumsal olayların ve kaderin
karşısında güçlüler de, güçsüzler de oyuncaktır. Olaylar, fırsatçı güçlüleri
yaratır ama onlar da kaybedendir aslında. Alman usulü mükemmel sistemin dışına
attığı her bir kusurlu, sakat, mükemmel olmayan karakter sisteme karşı bir
eleştiridir.
Herich Böll 1972
yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Kitaplarını yazarken hep içinde taşıdığı,
Nazi Almanya’sının toplumsal ve politik uygulamaları karışısında duyduğu vicdan
azabı ve katolik kilisesine karşı hissettiği hayal kırıkılığı onu
eşitsizliklere kurban giden insanlara yardım etmeye itti. Daha sonra Yeşiller
partisi üzerinden devlet desteği alan vakıflar arasına da giren Heinrich
Böll Stiffnung adlı bir vakıfta anısı yaşıyor. İstanbul şubesi olan vakıf,
Güney Afrika’da bugün cok aktif.
Güney Afrikalı
aktivist yazarlar J. M. Coetzee 2003, Doris
Lessing 2007’de, Nobel Edebiyat Ödülü aldılar. Coetzee, hükümetle anlaşamayıp
Güney Afrika’yı terketmek zorunda kaldı, Avustralya’da yaşıyor. Doris Lessing Nobel ödülünü aldığını market
alışverişinden dönerken onu kapıda bekleyen gazetecilerden öğrendi ve bu ödül
onu hiç ilgilendirmedi.
İkinci Dünya
Savaşı döneminde Nazilerin, ırkçı beyaz azınlık yönetimi döneminde apartheid
hükümetinin elinden faşizmin birbirinden çirkin iki yüzüyle tanıştı
insanlık. Edebiyat, bu dönemlerin hem en büyük tanığı hem yardım
çığılığı, hem özgürlük savaşçısıydı. Heinrich Bölledebiyatını birey
etrafında tutup, omuzlarında hissettiği politik sorumluluğu vakfı aracılığıyla
topluma ulaştırdı. Güney Afrikalı yazarlar toplumsal bir ülke edebiyatı yaratıp
görevleri tamamlanınca bireysel dünyalarına çekildi. En büyük kefareti kim ödedi?