08 ARALIK 2015
Nobel Edebiyat
Ödülü’nün bu yılki sahibi Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, 7 Aralık’ta
ödül kabul konuşmasını yaptı. Azerbaycanlı yazar Nermin Kemal‘in Rusça’dan Azerbaycan diline harika
çevirisinden ilham alarak ben de konuşmayı Türkçe’ye çevirdim.
KAYNAK: http://www.5harfliler.com/
Kaybedilmiş Bir
Savaş Üzerine
Sevgili dostlar,
Bu kürsüde tek
başıma durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman
benimle, çocukluğumdan beri.
Çocukken köyde
yaşıyordum. Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun
argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar, mıknatıslıymış
gibi bizi kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek kardeşi
yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında
her dört Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü.
Savaştan sonraki
çocuk dünyamız, kadınların dünyasıydı. Her şeyden çok aklımda kalan, kadınların
ölümden değil, sevgiden bahsettiği. O en son gün sevdikleriyle nasıl
vedalaştıklarını anlatırlardı, onları bir zamanlar nasıl beklediklerini, nasıl
hala da bekliyor olduklarını… Yıllar geçmişti artık, onlar hala bekliyorlardı.
‘Bırak, kolsuz, bacaksız dönsün. Ben onu kollarımda taşırım, kolsuz da,
bacaksız da…’ Ben galiba sevginin ne demek olduğunu çocukluğumdan beri
biliyordum.
İşte kulağımdaki
bu kederli korodan birkaç ses:
Birinci Ses:
Bilip de ne
yapacaksın bu kadar hüzünlü bir hikayeyi? Ben kocamla savaşta tanıştım. Tank
subayıydım, Berlin’e kadar gittim. Hatırlıyorum, duruyorduk, daha o zaman kocam
değildi… Reichstag’ın orada duruyoruz, bana diyor ki, ‘Gel evlenelim. Seni
seviyorum.’ Benimse bu sözler bir ağrıma gitti ki! Tüm savaş boyunca kirin,
tozun, kanın içindeydik, etrafımızda her şey mat. Şöyle dedim ona: ‘Sen önce
benden bir kadın yap, bana çiçekler ver, şefkatli sözler söyle. Cepheden geri
yollanınca kendime bir elbise dikerim ben de.’ O kadar dokunmuştu ki sözleri,
ona hatta vurmak istemiştim. O da hissetti hepsini. Bir yanağında yanık yarası
vardı, dikişlerle kaplı, o dikişlerin üzerinde göz yaşlarını gördüm. ‘Peki,
evlenirim seninle’ dedim ve ne dediğime kendim de inanamadım. Etrafımız kırık,
dökük, tek kelimeyle, etrafımız savaş.
İkinci Ses:
Çernobil Nükleer
Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek
pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele
gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında
gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve
hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız,
biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına
imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla
Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç
hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.
Moskova’ya
vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi
sokmuyorlar.’ ‘Ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor
oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum.’ Beni ikna etmeye çalıştılar; ‘O
artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje.
Anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, seviyorum,
seviyorum.
Geceleri yangın
merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni
içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.
O öldükten birkaç
ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok
beklemiştik… Bense öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine
aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek
mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim
açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…
Üçüncü Ses:
İlk kez bir Alman
öldürdüğümde 10 yaşındaydım. Partizanlar beni yanlarına almıştı artık, eğitime.
Bu Alman yerde yaralı yatıyordu, silahını almamı söylediler. Ona doğru
davrandım, tam o sırada silahına uzandı, iki eliyle birden tutup suratıma
doğrulttu. Ama ilk eli atmaya yetişemedi, ben yetiştim. Birini öldürdüm diye
korkmadım, savaş boyunca da bir daha aklıma gelmedi. Etraf ölüyle doluydu.
Ölüler arasında yaşıyorduk.
Yıllar sonra bu
Alman rüyama girdiğinde şaşırdım. Beklemiyordum. Aynı rüyayı defalarca gördüm.
Kah ben uçmaya çalışıyorum, o beni bırakmıyor; yükseliyorsun, uçuyorsun
uçuyorsun, o arkadan yetişiyor, birlikte yere çakılıyoruz, çukurun birine
yuvarlanıyoruz. Ya yerimden kalkmak istiyorum, izin vermiyor, onun yüzünden
uçamıyorum. Aynı rüya, onlarca sene boyunca peşimi bırakmadı. Oğluma bu rüyadan
bahsedemedim. Küçüktü, bahsedemedim, ona masallar okudum. Büyüdü, yine de
bahsedemiyorum.
Flaubert, kendisi
için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim. Sokakta
yürüdüğüm zaman, kulağıma bir takım kelimeler, sözler, nidalar çalındığında,
hep şunu düşünüyorum: Zamanla ne kadar çok roman, iz bile bırakmadan kayboluyor.
Karanlığa karışıyor.
İnsan hayatının,
edebiyata kazandıramadığımız sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz,
bizi şaşırtmayan, kendine hayran bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen
ve kendine esir eden şey. İnsanın konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan
sesini seviyorum. En büyük aşkım, en büyük tutkum bu.
Bu kürsüye uzanan
yolum, neredeyse 40 yıllık uzun bir yol; insandan insana, sesten sese. Bu yolda
devam edecek güce her zaman sahiptim diyemem; çok kereler insandan ürktüğüm,
sarsıldığım, insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler
duyduğumu unutmak, karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir
insan görmekten duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı ama.
Yaşadığım ülkede,
bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda
etmek, yanmak, kurban gitmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi
öğrettiler. Başka bir ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim.
Kötülük
amansızdır, aşısını olmak gerekir. Ama biz cellatlar ve kurbanlar arasında
büyüdük. Korku içinde yaşayan ailelerimiz, bize bir şey anlatmazdı, ama
hayatlarımızın havasında bile hissedilirdi bu zehir. Kötülüğün gözü sürekli
üzerimizdeydi.
Ben beş kitap
yazdım, ama bana hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi
hakkında…
Varlam Şalamov,
şöyle yazmış: ‘İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen
dev bir savaşın iştirakçısı oldum.’ Ben işte bu savaşın tarihini yeniden
yazıyorum; zaferlerini, yenilgilerini yeniden yazıyorum… Nasıl yeryüzünde bir
krallık kurmak istediklerini… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca
insanın hayatından arta kalan bir kan golü oldu.
Ama 20. yüzyılın
hiçbir siyasi ideolojisinin komünizmle -ve onun sembolü olan Ekim Devrimi ile-
kıyaslanamadığı bir dönem vardı. Başka hiçbir ideoloji, Batı’daki aydınları ve
dünyanın tüm insanlarını daha büyük bir kuvvetle, daha parlak bir ışıkla
kendine çekemedi.
Raymond Aron, Rus
Devrimi için ‘aydınların afyonu’ demişti. Komünizm fikrinin, en az iki bin
senelik tarihi var. Ona Platon’da rastlayabiliriz – ideal ve doğru yönetim
öğretilerinde. Aristo’da, her şeyin ortak olacağı bir zamanın hayalinde. Thomas
More ve Tommaso Campanella’da… Daha sonra Saint Simon’da, Fourier’de, Owen’de…
Rus Ruhu’na has bir şey var ki, bu rüyaları gerçeğe dönüştürmeye yeltendi.
Yirmi sene evvel,
‘Kızıl İmparatorluğu’ lanetler ve göz yaşlarıyla yolcu ettik. Bugün artık yakın
tarihe daha sakince, tarihsel bir tecrübeye bakar gibi bakabiliriz. Bunu yapmak
önemli, çünkü sosyalizm tartışması şimdiye değin bitmiş değil. Ellerinde başka
bir dünya haritasıyla yeni bir nesil büyüdü, ama yine Marx ve Lenin okuyan
gençlerin sayısı az değil. Rus şehirlerinde Stalin müzeleri açılıyor, Stalin
heykelleri dikiliyor.
‘Kızıl
İmparatorluk’ artık yok, ama kızıl insan hala var. O devam ediyor.
Babam, bu
yakınlarda öldü. Ömrünün sonuna kadar inançlı bir komünistti. Parti biletini
hep sakladı. Ben faraş anlamındaki ‘Sovok’ kelimesini, ‘Sovyetler Birliği’
yerine kullanılan o alaycı kelimeyi hiç kullanamam. O zaman kendi babama,
yakınlarıma, dostlarıma da böyle demiş olurum. Onların hepsi oradan,
sosyalizmden geliyor. Aralarında birçok idealist var, romantik var. Bugün
onlara başka şekilde hitap ediliyor; kulluk romantikleri, ütopyanın kulları.
Bence her biri başka bir hayat yaşayabilirdi, ama Sovyet hayatı yaşadılar.
Neden? Bu sorunun cevabını çok uzun süre aradım – yakın zamana kadar adına SSCB
denen devasa ülkeyi baştan başa gezdim, binlerce bant doldurdum. Sosyalizm
denen şey bir yandan sadece bizim hayatımızdı. Ufak ufak, tane tane, ‘ev’
sosyalizminin, ‘içerideki’ sosyalizmin tarihini biriktirdim. Sosyalizmin insan
ruhunda nasıl yaşadığını topladım. Beni bu küçücük alan ilgilendiriyor – insan…
Tek bir insan. Aslında her şey, işte orada olup bitiyor.
Savaştan hemen
sonra, Theodor Adorno şok içinde, ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak
barbarlıktır’ demişti. Bugün ismini şükranla anmak istediğim öğretmenim Ales
Adamoviç de, 20. yy’ın kabusları hakkında kurgu yazmanın günahkarlık olduğunu
düşünüyordu. Burada yaratıcılığa yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma,
‘edebiyatüstü’ olma zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü. Nietzsche’nin
sözleri geliyor akla: hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz.
Hakikatin tek bir
kalbe, tek bir akla sığmaması bana hep eziyet vermiştir. Hakikat ayrık
ayrıktır, çoktur. Hakikat farklıdır, dünyaya sepelenmiştir. ‘İnsanlık, kendisi
hakkında, edebiyatla sabitleme fırsatı bulduğundan çok, çok daha fazlasını
biliyor’ diyor Dostoyevski.
Ben ne yapıyorum?
Gündelik hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını
topluyorum. Beni ruhun tarihi ilgilendiriyor. Ruhun gündelik varlığı
ilgilendiriyor. Büyük Tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği. Kaçırılmış
tarih benim uğraşı alanım. Daha önce defalarca duyduğum gibi, şimdilerde de
yaptığımın edebiyat değil, belgeleme olduğu söyleniyor.
Peki bugün
edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı
yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey
sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin
çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine
akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan yaratmış oluyor,
heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan
insan, hem oyuncu, hem yaratıcı.
Beni ilgilendiren,
küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak
insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini, ve kendi tarihini
anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da
gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak
gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz
kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde,
Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık,
sonsuzlukta bir araya geldik … dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan
gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!
Benim
kahramanlarımla olan konuşmalarım da aşağı yukarı işte böyle başlıyor. İnsan,
tabi ki, kendi tarihini anlatır, boşluktan konuşamaz. Ancak çağımızın
hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla
kirlenmiş olan insan ruhuna ulaşmak zor.
Zamanın nasıl
hareket ettiğini, Fikir’in nasıl öldüğünü, onun izinden yine de nasıl gittiğimi
gösterebilmek için günlüklerimden birkaç sayfa okumak isterim…
1980-1985
Savaş hakkında bir
kitap yazıyorum. Neden savaş hakkında? Çünkü biz savaşçı insanlarız; sürekli ya
savaşıyoruz, ya savaşa hazırlanıyoruz. Dikkatli bakarsak, her konuyu savaş
mantığıyla düşündüğümüzü görürüz. Evde, sokakta. Bu yüzden bizde insan hayatı
bu kadar ucuzdur. Her şey, savaştaymış gibi…
Şüpheyle başladım.
Savaş hakkında bir kitap daha. Niye ki?
Gazeteci olarak
gittiğim gezilerden birinde bir kadınla tanıştım; savaşta sağlık görevlisiymiş.
Bana şunu anlattı: Kış vakti, Ladoga Golü’nü geçiyorlar. Düşman tarafından
birisi, hareketliliği farkedince ateş etmeye başlıyor. Atlar, insanlar buzun
altına düşüyor. Gece vakti oluyor bu. Kadın da, yaralı birine tutunup onu
kıyıya sürüklemeye çalışıyor. ‘Taşıyorum ama ıslak, çıplak, diyorum ki herhalde
kıyafetleri yırtıldı. Kıyıya varınca farkettim ki, devasa, yaralı bir mersin
balığıymış taşıdığım. Katmerli bir küfür bastım! İnsanlar acı çekiyor, peki ya
hayvanlar, kuşlar, balıklar? Onlar ne yapmış?
Bir başka gezide,
savaşta süvari bölüğünde görev yapan bir sağlık görevlisi kadın anlatıyordu:
Çatışma sırasında yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor,
ama adamın Alman olduğunu çukura inince farkediyor. Adamın bacağı kırık,
kanaması var. Adam düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar
ölüyor. Ama kadın adamın bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra
bu sefer bilincini kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura.
Rusla Alman, bilinçleri açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir
onun suratına yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor
kadın. ‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’
Bu, benim
bilmediğim bir savaştı. Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil.
Kahraman bir halkın, başka bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir
kadının ağıdını hatırlıyorum: ‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve
hepsi orada yatıyor… Hepsi de genç, ve o kadar güzel ki… Yerde yatıyorlar ve
gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de.’
İşte bu, ‘onlara
da, öbürlerine de,’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi.
Savaşın, cinayet demek olduğuyla ilgili olacaktı. Kadınların hafızasında savaş
böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan
artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin
hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de.
Doğru, cepheye
gitmeyi kendileri istemişti. 17-18 yaşlarında. İstedikleri öldürmek değildi,
ama ölmeye hazırlardı. Vatan için ölmeye. Tarihten sözleri çıkarıp atamazsın –
Stalin için ölmeye de.
Kitap iki sene
boyunca basılmadı. Perestroyka’ya, Gorbaçov’a kadar basmadılar. Sansürcüler,
‘Sizin kitabınızdan sonra, kimse savaşa gitmeyecek’ diye bana akıl verdi,
‘sizin anlattığınız savaş korkunç. Neden kahramanlarınız yok?’ Ben kahraman
aramıyordum. Tarihi, ona şahit olup ve onda iştirak edip de görünmez kalanların
hikayeleriyle yazıyordum. Bu insanlara kimse hiçbir zaman sormadı. İnsanlar,
sıradan insanlar, büyük fikirler hakkında ne düşünüyor, bilmiyoruz.
Savaştan hemen
sonra insan bir hikaye anlatır, 10 sene sonra başka bir hikaye. Bir şeyler tabi
ki değişir, çünkü insan, hatıralarında hayatının tüm parçalarını üst üste
dizmektedir. Tüm benliğinin. O senelerde nasıl yaşadığı, ne okuduğu, kimi
gördüğü, neye inandığı, en sonunda mutlu olup olmadığı… Bunlar, biz değiştikçe
değişen canlı belgeler.
Ama ben şundan
kesinlikle eminim; böyle genç kadınlar, 1941’deki asker kadınlar gibi kadınlar,
bir daha hiç var olmayacak. Bunlar, ‘Kızıl Ülkü’nün zirvede olduğu yıllardı,
devrim zamanından ve Lenin döneminden bile daha yükseklerde. Onların zaferi,
bugün bile Gulag kamplarını gölgede bırakmaya devam ediyor. Ben, bu kızları
sınırsızca seviyorum. Ama onlarla Stalin’i konuşmak, ya da savaştan hemen
sonra, trenler dolusu zafer kazanmış cesur askerin Sibirya’ya gönderildiği
gerçeğini konuşmak mümkün değildi. Geride kalanlar eve döndü, sesini çıkarmadı.
Bir keresinde
şöyle bir söz duydum: ‘Biz, yalnızca savaşta özgürdük. Cephenin önlerinde.’
Bizim en büyük sermayemiz, ızdırap. Petrol değil, doğalgaz değil – ızdırap.
Aralıksız üretebildiğimiz tek şey bu. Sürekli şu soruya cevap arıyorum: bizim
çektiğimiz acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar
acı? Çaadayev doğru söylemiş: Rusya, hafızasız ülke, topyekun hafıza kaybı
ülkesi, eleştiri ve tefekküre hep hazır, bakir bir bilinç alanı.
Ayaklarımızın
altında büyük kitaplar sürünüyor…
1989
Kabil’deyim. Artık
savaşla ilgili yazmak istemiyordum. Gel gör ki gerçek bir savaştayım işte.
Pravda gazetesinden alıntı: ‘Kardeş Afgan halkına sosyalizmi inşa etmeleri için
yardımcı oluyoruz.’ Savaşın insanları, savaşın objeleri her yerde. Savaş
zamanındayız.
Dün beni cepheye
götürmediler. ‘Otelde kalın hanımefendi. Sonra sizin için hesap vermek zorunda
kalacağız.’ Otelde oturuyor ve düşünüyorum; başkalarının cesaretini, aldıkları
riskleri kenardan izlemenin ahlaksız bir yanı var. İki haftadır buradayım ve
savaşın erkek doğasının ürünü olduğu hissinden kurtulamıyorum; benim için bu
anlaşılmaz bir şey.
Ama savaşın
gündelik hali müthiş ihtişamlı. Silahların meğer güzel olduğunu keşfettim –
tüfekler, mayınlar, tanklar. İnsan, başka insanları en iyi nasıl öldürebileceği
üzerine çok kafa yormuş. Hakikat ve güzellik arasındaki ebedi münakaşa… Bana
yeni bir İtalyan mayını gösterdiler. Benim ‘kadın’ tepkim: ‘Güzelmiş. Niye
böyle güzel peki?’ Askeri bir dille hepsini açıkladılar; bu mayının üzerinden
geçen veya şu köşesinden ya da bu kenarından basan insandan geriye yarım kova
et kalır. Burada anormal olandan normalmiş gibi bahsediliyor, her şeyin kendi
mantığı var. Savaştayız ya sonuçta… Bu görüntüler kimseye aklını kaçırtmıyor.
Yerde bir insan yatıyor mesela, onu öldüren ne bir doğa olayı, ne alın yazısı;
onu öldüren bir başka insan.
‘Kara lale’lerden
birine yükleme yapılışını izledim; Afganistan’da ölen askerlerin cenazelerini,
açılamayacak çinkodan tabutlar içinde evlerine götüren uçaklar. Ölülere 40’lı
yıllardan kalma eski üniformalarla poturlar giydiriyorlar, ama bazen onlar bile
yetmiyor. Askerler kendi aralarında konuşuyor: ‘Yeni ölüleri buzdolabında getirmişler.
Sanki bozulmuş yaban domuzu eti gibi kokuyor.’ Yazacağım bunları. Memleketimde
bana inanmayacaklar diye korkuyorum. Gazetelerimiz, Sovyet askerinin burada
ektiği dostluk çiçeklerini yazıyor.
Gençlerle
konuşuyorum. Çoğu kendi iradesiyle gelmiş, kendileri istemiş buraya
gönderilmeyi. Çoğunun aydın ailelerden geldiğini farkediyorum; öğretmenlerin,
doktorların, kütüphanecilerin olduğu ailelerden, kısaca okur-yazar ailelerden.
Samimiyetle, Afgan halkına sosyalizm inşasında yardım etme hayaliyle gelmişler.
Şimdi kendilerine gülüyorlar. Bana havaalanında bir yer gösterdiler, yüzlerce
çinko tabut, güneşin altında gizemle parlayarak bekliyor. Yanımdaki subay
dayanamadı: ‘Belki benim de mezarım bunların arasında. Sokacaklar beni de bir
tanesine. Niçin buradayım, ne için savaşıyorum?’ Kendi sözlerinden hemen o an
ürktü; ‘Yazmayın bunları.’
Gece rüyamda
ölüler görüyorum. Hepsinin yüzünde şaşkın bir ifade: ‘Nasıl yani, öldüm mü?
Gerçekten mi öldüm?’
Bir grup
hemşireyle birlikte, Afgan sivillerin yattığı bir hastaneye gittim. Çocuklara
hediye götürdük. Oyuncaklar, şekerler, bisküviler. Benim elimde beş tane
oyuncak ayı vardı. Hastaneye vardık; uzunca bir kışla. Nevresim niyetine
herkeste birer battaniye var. Kucağında bir bebek, genç bir Afgan kadın
yaklaştı. Bir şey söylemek ister gibiydi; savaşın sürdüğü 10 sene boyunca
herkes birazcık Rusça konuşmayı öğrenmişti. Elimdeki oyuncaklardan birini
bebeğe verdim, dişleriyle aldı. ‘Neden dişleriyle alıyor’ diye şaşırdım. Afgan
kadın bebeğin üzerindeki battaniyeyi çekti, kolları yoktu bebeğin. ‘Senin
Rusların bombaladı’ dedi kadın. Birileri beni yakaladı yere yığılırken.
‘Grad’
roketlerimizin, köyleri nasıl dümdüz tarlalara çevirdiğini gördüm. Bir Afgan
mezarlığına gittim, upuzun. Mezarlığın ortalarında yaşlı bir Afgan kadın,
bağırıyordu. Minsk’in güneyindeki bir köyde eve getirilen çinko tabutu
hatırladım, bir annenin çığlıklarını. Bu ne insanca bir haykırıştı, ne
hayvanca… Kabil’deki mezarlıkta duyduğuma benziyordu sadece.
İtiraf ediyorum,
hemen özgürleşmedim. Hikayelerimdeki kahramanlara karşı samimiydim, onlar da
bana güveniyordu. Her birimizin özgürlüğe giden yolu ayrıydı. Afganistan’a
kadar, güleryüzlü sosyalizme inanıyordum. Oradan döndüğümde ise tüm hülyalardan
arınmıştım. ‘Affet beni baba’ dedim onu gördüğümde. ‘Sen beni komünist
ideallere inançla terbiye ettin, ama annemle birlikte eğittiğiniz -ebeveynlerim
köy öğretmeniydi- dünün Sovyet talebelerinin, yabancı bir ülkede, tanımadıkları
insanları öldürüşünü bir kere olsun görmek, tüm sözlerinin küle dönmesi için
yeterli. Bizler katiliz baba, anlıyor musun?’ Babam, ağladı.
Afganistan’dan
böyle çok insan özgürleşmiş döndü. Ama başka bir örneğim de var. Orada,
Afganistan’da, genç bir erkek bana şöyle bağırmıştı: ‘Sen, bir kadın, ne
anlarsın savaştan? İnsanlar savaşta öyle kitaplarda, filmlerde öldükleri gibi
mi ölüyorlar ki? Orada ölen güzel ölüyor. Benimse dün arkadaşımı vurdular.
Kurşun kafasına girdi, daha bir 10 metre koştu sonra, beynini havada yakalamaya
çalışıyordu.’ Yedi yıl aradan sonra bu genç, Afganistan hikayeleri anlatmayı
seven başarılı bir iş adamı oldu. Bir gün beni aradı: ‘Ne işe yarıyor senin
kitapların? Fazla korkunçlar.’ O artık başka bir insandı. Ölümün ortasında
tanıştığım, 20 yaşında ölmek istemeyen kişi değildi…
Kendime, savaş
hakkında nasıl bir kitap yazmak istediğimi soruyordum. Ateş etmeyen insan
hakkında yazmak isterdim. Başka bir insanı vuramayan insan hakkında. Savaş
düşüncesinin bile acı verdiği insan hakkında. Nerede o insan? Ben onunla
tanışamadım.
1990-1997
Sadece Rus
edebiyatı, dev bir ülkenin bir zamanlar içinden geçtiği o eşsiz deneyimi
anlatabilir; bu yüzden ilginçtir. Bana sürekli, ‘neden hep felaketler hakkında
yazıyorsunuz’ diye soruyorlar. Çünkü hayatımız bu. Artık farklı ülkelerde de
yaşasak, Kızıl İnsan her yerde. Aynı hayattan çıkan, aynı hatıralarla yaşayan
insanlar.
Uzun süre Çernobil
hakkında yazmak istemedim. Bu konuda nasıl yazacağımı bilmiyordum; hangi
araçlarla, nereden başlayarak yazacağımı. Hakkında dünyanın daha önce neredeyse
hiçbir şey duymadığı, Avrupa’nın bir köşesine sıkışmış o küçük ülkemin ismi,
şimdi tüm dillerdeydi. Biz Belaruslular ise, Çernobil halkı olmuştuk. Bilinmeze
ilk dokunanlar biz olduk. Anladık ki komünist, etnik ve dini tufanlardan da
öte, gelecekte bizi daha vahşi, topyekun belalar bekliyor, henüz göze
görünmeyen belalar. Çernobil’le birlikte, yeni bir safha açıldı.
Aklımda kalan
mesela, eskiden tank subayı olan yaşlı bir adamın, camına çarpan güvercinlerden
şikayet etmesi: ‘Günde iki-üç kuş düşüyor böyle. Gazeteler ise durum kontrol
altında diyor.’
Şehir parklarından
yaprakları toplayıp, şehir dışına çıkarıyorlardı. Yaprakları gömüyorlardı
orada. Zehirlenmiş toprak parçalarını götürüp gömüyorlardı. Toprağı toprağa
defnediyorlardı. Çalı çırpıyı, çimeni gömüyorlardı. O günlerde herkesin
yüzünde, hafifçe çıldırmış bir ifade vardı.
Yaşlı bir bahçıvan
anlattı: ‘Sabah dışarı çıktım, bir şey eksik. Tanıdık bir ses eksik. Tek bir
arı yok, tek bir arının sesi gelmiyor, bir tanesinin bile. Bu nasıl bir şey?
İkinci gün de uçmadı arılar, üçüncü gün de. Sonra bize nükleer santralde kaza
oldu diye haber geldi. Santral yanı başımızda. Ama uzun süre hiçbir şey
bilmiyorduk. Arılar biliyordu, biz bilmiyorduk.’
Çernobil haberleri
gazetelerde askeri dille veriliyordu: patlamalar, kahramanlar, askerler,
tahliye… İstasyonda KGB iş başındaydı; casus ve sabotajcı arıyorlardı.
Söylentiler dolaşıyordu; kaza, sosyalist kampı yıkmak isteyen Batılı özel
güçlerin planlı işiymiş. Askeri mühimmat Çernobil’e doğru yoldaydı, askerler
geliyordu. Sistem her zaman olduğu gibi işliyordu; askeri şekilde. Ama elinde
yeni tüfeğiyle askerin, bu yeni dünyada felaketten başka alacağı yoktu. Elinden
gelen tek şey, yüksek dozda radyasyona maruz kalıp, evine dönüp ölmekti.
Gözlerimin önünde,
Çernobil öncesinin insanları, Çernobil insanlarına dönüştüler.
Rasyasyonu
göremiyordun, ona dokunamıyordun, kokusunu duyamıyordun. Bizi artık bu bildik
ve bilinmedik dünya çevreliyordu. Nükleer bölgeye gittiğimde hemen anlattılar:
Çiçek koparmak yasak, çimene oturmak yasak, kuyudan su içmek yasak… Ölüm her
yanda gizleniyordu, ama bu başka türlü bir ölümdü. Yeni bir maske takmış,
yabancı bir kıyafet giymiş. Savaşı görmüş yaşlılar, bir kez daha evlerinden
‘tahliye’ edilirken gök yüzüne bakıyordu: ‘Güneş parlıyor, ne duman var, ne
gaz, ateş eden yok. Bu savaş mı ki, yine göçmen edildik?’ Sabah ilk iş
gazetelere koşuyor, sonra hayalkırıklığıyla bir kenara atıyorlardı onları;
casusları daha bulamamışlar. Halk düşmanları hakkında bir şey yazmıyor.
Casusların, halk düşmanlarının olmadığı bir dünya da yabancıydı.
Yeni bir şeyin
başlangıcıydı bu. Çernobil ve Afganistan, bizi özgürleştirdi.
Benim için dünya
yerinden kıpırdadı. Nükleer bölgede kendimi ne Belaruslu, ne Rus, ne Ukraynalı
hissettim; yok edilebilecek biyolojik bir türdüm.
İki felaket üst
üste geldi. Sosyal felaket -sosyalist Atlantis sulara gömülüyordu- ve kozmik
felaket -Çernobil. İmparatorluğun düşüşü herkesi endişelendiriyordu. İnsanlar
günü dert ediyor, var olma mücadelesi veriyordu; yaşamak için gerekenleri hangi
parayla, nereden almalı? Nasıl yaşamalı? Neye inanmalı? Hangi flamaların
altında durmalı bu sefer? Ya da Büyük Fikirler olmadan yaşamayı mı öğrenmeli?
Bu sonucusunun nasıl yapılacağını kimse bilmiyordu, o güne kadar hiç böyle
yaşamamışlardı. Kızıl İnsan’ın önünde yüzlerce soru vardı. Hepsine yalnız
başına göğüs gerdi. Hiçbir zaman, özgürlüğünün ilk günlerindeki kadar yalnız
olmamıştı. Etrafımda, hayatları sarsılan insanlar vardı ve ben onlara kulak
verdim.
Günlüğümü
kapatıyorum…
İmparatorluk
yıkıldığında bize ne oldu? Dünya daha evvel cellatlar ve kurbanlar diye
ayrılırdı; Gulag’daki gibi. Erkek ve kız kardeşler; Savaş’taki gibi. Seçmenler;
teknoloji, çağdaş dünya. Dünya daha evvel bir de hapse atanlar ve atılanlar
diye ayrılırdı. Bugün Batıcılar ve Slavcılar, satılmışlar ve vatanseverler diye
ayrılıyor. Bir de alabilenler ve alamayanlar diye… Bu sonuncusu, bana göre
sosyalizm sonrasının en acı tecrübesi, zira daha bu yakınlarda hepimiz birdik.
Kızıl İnsan, mutfakta oturup hayalini kurduğumuz o Özgürlük Krallığı’na bir
türlü ulaşamadı. Rusya’yı o olmadan böldüler, o ise elinde bir hiçle kalakaldı.
Aşağılanmış ve soyulmuş. Saldırgan ve tehlikeli.
Yeniden Rusya’yı
dolaşmaya başladım. Şunları duydum:
-Bu ülkede modernleşme, ancak toplama kampları ve kurşuna dizmelerle mümkün.
-Rus insanı sanki zengin olmak istemiyor bile, hatta bundan korkuyor. Tek istediği, başkalarının zengin olmaması. Kimsenin ondan daha zengin olmaması.
-Burada dürüst insan bulamazsın, ama bolca dindar vardır.
-Boşuna güdülmeyi reddeden yeni bir nesil bekleme. Rus insanı özgürlükten anlamaz, anca Kazaklardan ve onların kamçılarından anlar.
-İki temel Rusça kelime: savaş ve hapis. Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.
-Rusların hayatı çekilmez olmalı, bedbaht olmalı; ruh ancak o zaman yükselir, bu dünyaya ait olmadığını o zaman idrak eder. Her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok yer bulur.
-Yeni bir devrime yetecek ne güç, ne delilik yok kimsede. Ruh da yok. Ruslara, tüylerini diken diken edecek büyük fikirler lazım.
-Hayatlarımız işte böyle geçer bizim, pislikle savaş arasında gider gelir. Komünizm ölmedi, cesedi yaşıyor.
Cesaretimi
toplayıp söyleyeceğim: 90’lı yıllarda elimize geçen şansı kaçırdık. Ülkemiz
nasıl olmalı, güçlü mü, yoksa insanlarına layık mı sorusu önümüze geldiğinde,
birinci şıkkı seçtik: Güçlü olmalı. Şimdi yine güç zamanı. Ruslar
Ukraynalılarla, kardeşleriyle savaşıyor – benim babam Belaruslu, annem
Ukraynalı, bir sürü başka insanın da böyle… Rus uçakları Suriye’yi bombalıyor…
Umut devri yerini,
korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı
yaşıyoruz.
Kızıl İnsan’ın
tarihini yazıp bitirdim mi şimdi, emin değilim.
Benim üç evim var.
Belarus, toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna,
annemin vatanı, doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal
edemediğim… Benim için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda
zor.