Seçenek mi Seçebilmek mi? Özgürlük Nedir? (1)
“Öz” olduğumuz gibi olmamızı sağlayan temel unsurdur. Özgürlük kelimesi bu bağlamda ele alınınca, “özün gürleşmesi durumun”u akla getirir. Batı dillerinde özgürlüğün karşılığı olarak iki farklı sözcük vardır. (ingilizcede) “liberty” ile “freedom”. Birbirlerinden farklı olmaları sizi şarşırtmasın, ikisinin de anlamı birebir aynıdır. “Freedom” sözcüğünün kökeni Avrupalı paganlara dayanır, “Liberty” latince kökenlidir. Şimdiye değin kullanımda, politik ve ekonomik özgürlükten kastedilirken “liberty” kelimesi daha çok kullanılmış, bireyin günlük yaşamdaki özgürlüğü anlatılırken “freedom” kelimesi tercih edilmiş. Ancak bundaki sebep aralarındaki anlam farkı değil, sadece kökenleri itibari ile yazarların kelimelere karşı tutunduğu tavırdır. Her iki kelime de bir yere bağlılığı veya yükümlülüğü olmayan kişiler veya şeyler için kullanılagelmiş, özellikle köle ve özgür insan arasındaki ayrımla doğmuş kelimelerdir. Bir anlamda özgürlük, kölelik kelimesinin karşı ucunda bulunan sözcüktür.
“Öz’ün gürleşmesi durumu” tanımı üzerinden gidersek, batı düşünüş tarihinde hasıl olan temel soruya varırız. Bu varış, kavramın kendisinde var olan uluslar arası bir önemi ve algılayışlardaki benzerliği de gösterir. Bu temel soru, bireyin potansiyelini ortaya çıkarırken, daha güçlü olmasının neye bağlı olduğunun araştırmasıdır. Yani potansiyellerin, olabildiğince fazla “ortaya çıkma seçeneğinin” olması mı önemlidir, yoksa özün kendisi için en iyi olan çıkışı bulması ve o yöne yönelebilme iradesinin olması mı? Bir benzetme ile şöyle göz önüne getirebiliriz durumu. Kapalı bir su deposu düşünelim. Mühim olan (suyun çıkışı için) bu su deposunda olabildiğince fazla musluk mu olmasıdır?; veyahut tek bir musluğun konumlandırılacağı en uygun yeri bulabilme ve onu kullanma iradesi midir? Birinci şekilde (çok fazla çıkış yeri olması) su her nereden çıkmak isterse istesin, ordan çıkma özgürlüğünü elde eder, diğer yandan ikincisinde “gür” akacağı en optimum noktayı seçmek ve oradan “çağlamak” özgürlüğünü bulur.
Isaiah Berlin bu soruyu cevaplamaya uğraşırken özgürlük kavramını anlamlı bir ayrımla ikiye böler. Aslında yaptığı, özgürlük algılayışını iki farklı scala üzerine oturtup en uç noktaları tanımlamak olmuştur. “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde, özgürlüğün bir negatif bir de pozitif boyutlarının olduğunu belirtir. Bu pozitiflik veya negatiflik olumluluk veya olumsuzluk manalarında değil, sadece farklı algılama boyutlarında olduğunu belirtmekle ilintilidir.
Negatif özgürlük, tüm seçeneklerin ulaşılabilir ve seçilebilir olduğu durumdur. Negatif özgürlüğü anlatmaya çalışırken kendisi uzun bir koridor örneğini verir. Bu koridorda sonsuzca kapı uzanmaktadır. Berlin’e göre bireyin ne kadar özgür olduğu, kaçını kullanıp kullanmadığından bağımsız olarak, kilitli olmayan kapılarla ilintilidir. Ne kadar çok açık kapı varsa, o kadar özgürüzdür. Yani seçip seçmememizden gayrı olarak, ne kadar çok seçeneğimiz varsa o kadar özgürüzdür.(2)
Pozitif özgürlük ise, seçeneklerin çokluğundan ziyade, seçimin efendisi olabilmekle ilgilidir. Seçimin kendisinde, potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirme ve bağlı bulunan zincirlerden bu yol ile kurtulabilmektir. Bu özgürlük algılayışı eski yunanın “bedeni” bir hapishane gibi gören anlayışıyla başlamış; Kant, Hegel, Marx ve sonrasında Frankfurt okulu ile sürekli geliştirilmiştir ve negatif özgürlüğe kıyasla anlaşılması daha zor ve uğraştırıcıdır. Negatif özgürlük ise, (belkide ilk defa) John Locke’un 1689’da yayınladığı “A Letter Concerning Toleration” adlı açık mektubunda ciddi olarak masaya yatırılmıştır. Sonrasında John Stuart Mill “On Liberty” ile bu görüşü iyice detaylandırır. Kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” görüşüyle, aynı zamanlarda kök salar ve onla beraber büyür. Bizim için bu nedenle anlaşılması ve algılanması, pozitif özgürlüğe kıyasla daha kolaydır, zira halihazırda bu kavramın kurumsallaştığı bir dünyada doğduk. Pozitif özgürlük ise tassavuftaki, “hakikati bulmak ve asıl özgürlüğe kavuşmak”, budizmdeki “nirvanaya ulaşmak” ya da Platonun bahsettiği “idealara vakıf olmak” gibi zorlu bir uğraşı, öğreti gerektirir.
Modern düşünüş tarihinde, bu ayrımın tam anlamıyla oturduğu iki özgün yaklaşımdan bahsedilebilinir. Alman yaklaşımı ve İngiliz yaklaşımı. Bunlara ek olarak kimi araştırmacılar çok tutarlı olmasa da bir Fransız yaklaşımından bahsederler.(3) Ancak Nigel Warburton gibi yazarlar Fransız düşünürleri, kendilerine ait fikri farklılıkları gözden kaçırmayarak, pozitif eksenine oturtmayı seçerler. Bunun en açık sebebi Fransızların Descartes ve Rousseau’dan sonra, Sartre ve Foucault’ya değin felsefi açılımlara yön verememiş olmaları, ve bu nedenle kendilerine ait bütünlüklü ve ilerleyen bir fikri alan oluşturamamış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki (aynı zamanda yerin kısıtlı oluşu sebebiyle) bu yazıda özgürlük kavramı Alman ve İngiliz ekolleri üzerinden anlatılacak, belli başlı argümanlar tartışılacak ve belki de kişisel yaşamda uygulanabilir bir özgürlük anlayışı geliştirilecektir.
Pozitif Özgürlük; Plato, Kant, Marx, Marcuse ve Adorno
Alfred North Whitehead, “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir.”(4) der. Bir anlamda ya onun dediklerine karşı çıkarız ya da felsefesini geliştiririz. Kendisinin mağara metaforunu bilmeyen hemen yok gibidir. Ona göre biz insanlar bir mağaranın içinde duvara karşı oturmuş vaziyetteyizdir ve arkamamızda bir ışık vardır. Mağaranın dışında ise ideaların doğadaki formları gelip geçer ve biz ancak ve ancak onların, arkamızdaki ışık sayesinde önümüze vuran gölgelerini görebiliriz. Gerçek anlamda özgür olmak erdemle gerçekleştiğine göre ve erdemli olmak da hakikati bilmekle var olduğuna göre, özgür olabilmemizin tek yolu hakikata ulaşmaktır. Hakikat ise dil ile açıklanabilecek, günlük yaşamdaki formlara uygulanabilcek bir şey değildir, zira günlük yaşayış formlarımız ve kurguladığımız dil hakikatin kopyasının kopyasının kopyası üzerine kurulmuştur. Biz o mağaradan çıksak ve ideaların gerçek hallerini görebilsek bile, mağaraya dönüp onları anlatamayız. Bu da insan bilgisinin günlük yaşamda değersiz olduğunu gösterir ki bu bizi “daha iyi bir yaşamı” amaçlıyorsak, derin bir kısırdöngüye bırakır.
Kant, “What is Enlightenment?” adlı kısa makalesinde esas olarak, mağaranın dışına çıkıp görebilme seçeneğimiz olup olmadığından çok bir insanın aydınlanabilmesi ve özgür olmasını, o mağaradan çıkma kararı ve kararın başkasının rehberliği olmadan verebilmesi ekseninde açıklar. Kant’a göre bireyler olgun değildir ve bu olgun olmama durumu onları sürekli olarak başkalarının rehberliğine muhtaç eder. Aydınlanma bireyin bu olgun olmama durumundan, kendi iradesiyle çıkıp kendi düşüncesini kullanma cesaretini sergilemesidir. Bu cesaret ile özgürleşme olanağı sağlar. Marx ise emek kavramında, bireyin kendi potansiyellerini satışa çıkarması ile beraber özgürlükten vazgeçmiş olduğunu ve insan olmaktan çıktığını söyler.(5) Onun emek kavramı yunanlıların “askesis” kavramına dayanır. Yunanlılara göre “askesis” “psuche”yi geliştirir dönüştürür. “Psuche” ise insandaki potansiyellerdir. Yani “askesis” insanın kendi içindeki potansiyelleri kinetiğe (yani harekete) dönüştürme ve bu potansiyellerin kapasitelerini olabildiğince açığa çıkarma olayıdır. Bu insanın kendisi ile uğraştığı bir pratikler bütünü değil, pratiklerin diğer insanları, doğayı ve sonrasında evreni değiştirip dönüştürme dinamiğidir. Emeği bu kapsamda tanımlarsak, emek insanın kendi içerisindeki potansiyelleri ortaya çıkarması ve bu yolla olabildiğince kendini geliştirmesi, dönüştürmesi ve mükemelleştirmesidir. Mükemelleşme haline arete derdi eski yunanlılar. Kimileri bunu erdem (virtue), kimileri ise excellence (mükemmel olma durumu) diye çevirir. İşte bu hal özgürleşme halidir.
Kapitalizm ile beraber gelişen “her istediğini yapabilme” ve John Stuart Mill ile “zarar prensibine”(6)oturtulan özgürlük kavramı Marx’tan çok Frankfurt okulunun saldırısına uğrar. Herbert Marcuse “One-Dimensional Man” adlı kitabında insanların oldukça fazla seçeneklerinin olduğunu, ancak gerçekten neye ihtiyaçları olup olmadığını bilmediklerini vurgular. Ayrıca çok fazla seçeneğin olmasının sahici özgürlüğü kısıtladığını belirtir. Zira bir markete gidip on tane farklı marka arasından seçim yapmaya harcanan vakit, bireyi aslolan ihtiyacından uzaklaştırır ve onu reklamlara bağımlı, “istediğini yapar zanederken” başkalarının yönlendirilmeleriyle hareket eden birine dönüştürür.
Pozitif özgürlük kavramını daha iyi anlayabilmek için, bir Adorno anektodu anlatmak yerinde olur. Adorno’ya, gençlerin kendisinin özgürlük söylevleri üzerine sokağa döküldüğünü söyleyip, bohemleri gösterirler. Adorno ise “benim dediklerimin tersini anlamışlar” diye kısa bir cevap verir. Aslında Adorno ve diğerlerinin üzerinde durdukları şey, bireyin anlamlı seçeneği bulmak yerine, toplumsal hareketlerin, kitlesel yaklaşımların ve “kapitalizm çarklarının” esiri olmalarıdır. “Önemli olan istediğini yapabilmektir” anlayışı, her istediğini yapabilmek değil, anlamlı seçeneği bulma uğraşıdır ve bulunursa uygulamaktır.
Negatif Özgürlük; John Locke, John Stuart Mill, Isaiah Berlin
Isaiah Berlin “Two Concepts of Liberty” adlı makalesinde özgürlük kavramını ikiye ayırdıktan sonra, pozitif özgürlüğün ana paradoxunu çözümler. Ona göre kişi, anlamlı seçeneğin var olduğunu kabul edip onu en hakiki özgürlük olarak tanımladığında, kendi dışındakilerin bu bilgiyi hasıl olmadıklarını düşünür. Bir müddet sonra da onları özgürlüğe kavuşturmak adına, kendine onlar adına karar verme hakkı verir. Nasıl ki Platon yöneticilerin filozoflar olmasını gerektiğini söylüyorsa (çünkü hakikati bilen onlardır), hakikati bulduğunu sanan herkes bu duruma düşer. Berlin’e göre Sovyet Rusya statükosu, Alman faşizmi bu olgulara örnektir. Herhangi bir seçeneğin doğruluğu kabul edildiğinde ve bu doğruluk yayıldığında toplum her bireyinin “asılda” ne istediğini görmezden gelerek, “onun için en uygun olanı” zorlamaya başlar.
Berlin’in bu söylemi olgulara dayanır ve gerçekten de tarihte hep böyle olmuştur. Ancak olgulara dayanan ve aklen ispat edilemeyen bu gerekçe herhangi bir şeyi reddetmeye yetmez. Çünkü Berlin’in söyledikleri tarihte gerçekleşmiş olabilir, ancak her zaman böyle gerçekleşeceği iddiası yanıltıcıdır. Belki de böyle yapmayan insanlar veya toplumlar olmuştur ve biz bilmiyoruzdur, ya da gelecekte olacaktır. Totaliter rejimin kaynağı olarak gördüğü “pozitif özgürlük” her koşulda ve durumda totaliter rejimi sağlamaz. (en azından sağladığına dair herhangi bir akli ispatımız yoktur.) Yani “pozitif özgürlük her zaman totaliter rejim doğurur”, argümanı yanlıştır.
John Locke “A Letter Concerning Toleration(1689)” adıyla kilise yetkililerine ve topluma açık bir mektup yazar ve üç temel argüman ile din alanında tanınması gereken özgürlüğü tartışır. Birinci argümanı, incilden örnekler vererek, diğer dinlere karşı yapılan zulümlerin, hristiyanlıkta olmadığıdır. Çünkü hristiyanlıkta, zor ile değil sevgi ile anlatılan dinin işlerliği vardır. Eğer ki bu takipçiler zulmettiklerini değil, bataklığa düşmüş ruhları kurtuluşa erdirdiklerini düşünüyorlarsa, bu seferde samimiyetten uzaklaşırlar ve çelişkiye düşerler. Çünkü eğer amaçları bataklığa düşenleri kurtarmaksa, tüm enerjilerini hıristiyanlıkta tanımlanmış yedi büyük günaha düşenleri kurtarmaya vermeliydiler. Bu ikinci argüman (tutarsızlık), yeterince anlamlı olsa da, Locke çok daha güçlü üçüncü bir argüman ortaya atar(7): “Irrationality” yani akılsızlık argümanı. Ona göre inanç, içsel bir olgudur ve ancak içsel değişimlere bağlıdır. İnanmak istemek ile inanmak arasındaki fark burda yatar. Kişi işkence gördüğünde, işkence yapanların dinine inanmak isteyebilir, hatta bunu çok ister, fakat kendini istediği kadar zorlasın, inancını iradesiyle değiştiremez. Bu argümanlardan özellikle üçüncü olanı, kişilerin seçimlerine uygulanacak baskı konusunda genelleşetirilebilinir. Pozitif özgürlüğün savunduğu “rasyonel seçeneği seçebilmeye” karşı olan bu argüman, rasyonel olanın zorlanmasının da özgürlüğü kısıtladığını savunur.
Mill bu çerçevede, özgürlüğü “utility” (mutluluk/refah/“elde edilen”) kavramıyla ilişkilendirir ve insanların neyi seçip seçmediklerinin onların kararı olduğunu belirtir. Ona göre birey hangi seçenekle mutlu olacağını düşünüyorsa onu seçer ve bu seçimi kimse engellememelidir. Böylesi bir tanımdan sonra, herkesin her istediğini yapabilmesinin temel bir hak olduğunu, bu hakkın toplum (veya devlet) tarafından engellenmesinin ancak ve ancak istenilen şeyin bir başkasına zarar vermesinin engellemek amacıyla meşrulaşacağını belirtir.(8) Şu nokta önemlidir ki Mill devletin her zarar verene müdahele etmesi gibi bir görevinin olduğunu söylemez, onun söylediği devletin müdahelesinin tek meşru noktasının böyle bir durum olduğudur. Diyelim ki evinizde yatıyorsunuz ve biri gelip garajınızın önüne arabasını park etti. O gün o evden çıkmayı hiç düşünmüyor olabilirsiniz. Garaj kapısını kullanmanız gerekmeyebilir. Bu kullanımdan bağımsız olarak garajınızın önüne arabasını park eden adam özgürlüğünüzü kısıtlıyordur. Bu kısıtlamaya devletin (veya özgürlüğü kısıtlanan olarak sizin) müdahelesi elbette ki şart değildir, ancak müdaheleniz meşrudur.
Mill’in temel argümanı sorunlarla doludur, çünkü “zarar prensibi” çoğu zaman işe yaramaz. Birçok insan artık her edimin dolaylı olarak kendisini de etkilediğini bilir/inanır. Örneğin kapalı mekanda sigara içilmesinin yasaklanması, zarar prensibiyle açıklanabilinir. Kapalı mekandaki diğer insanlar da sigara dumanından etkileniyorlardır. Ancak sigara kullanımı sağlık masraflarını arttırır ve bu da ülkenin refahını düşürür. Refah düşüşü sigara içmeyeni de içeni de aynı derecede etkiler. Bu durumda sigaranın tümden yasaklanması gerekir. Aynı argüman hemen tüm edimler için yapılabilir. Mesela şöyle absürd örnekler verilebilinir: “çok koşma!” (oksijen tüketimin artar ve dünyadaki kişi başına düşen oksijen miktarı azalır); “pasta yeme!” (gün içerisinde sana yetecek kadar kaloriden fazla tüketmen aslında, başkalarının aç kalmasını sağlar) vs… Bu örnekler Berlin’in pozitif özgürlüğün kötüye kullanıldığına dair söylemlerinin negatif özgürlüğü de uygulanabilir olduğunu gösterir. Burda aksırdığımızda aslında Çin’de bir şeyler değiştirdiğimizi varsayan “kelebek teorisini” kullanıp, her hareketimizin olası bir “zarar verme” nedeni olarak takip edilmesinin gerekliliğini savunmak da mümkündür. Elbette bu noktada “zarar” derken Mill’in tam olarak ne kastettiği de önemlidir. Çünkü ona göre şiddet içeren oyunlar dahi serbest bırakılmalıdır, mühim olan oyuna katılanların (katılımcı veya izleyici) bu oyunun nasıl olası zararlar getirebileceğini bilmesidir. Böyle bir bilgi mevcut ise, isteyen gider oynar veya izler (reşit olmayan çocukların tüm özgürlüklerden muaf tutulması gerektiğini ayrıca belirtir).
İfade özgürlüğünü savunan argümanlar vardır “On Liberty” kitabında. İlkin hiçkimsenin “yanılmaz” olmadığını söyler Mill. Karşı çıkılan ve engellenmesi istenen fikir doğru olabilir, bu nedenle baskı görmemelidir. Diyelim ki fikir yanlıştır. Bu olasılıkta dahi fikir engellenmemelidir, çünkü yanlış fikirlerdir doğru fikri doğru kılan. Diğer yandan eleştirilmesine izin verilmeyen (yüzde yüz doğru olsa dahi) fikirler, (yanlış da olsa) başka fikirlere karşı kendini savunma ihtiyacı görmezse, “doğru” olan doğru olmaktan çıkıp “tartışılmaz” bir ölü dogmaya döner. Bu da dördüncü temel sıkıntıyı yaratır. Ölü bir dogma sadece bir inanıştır. Farklı deneyimlerde uygulanabilecek şekillerde derinleştirilemez ve geliştirilemez.
Yeni Bir Özgürlük Anlayışı
Bir yandan Amerikan tarzı tüm kapıların açık olduğu, ancak onca kapı arasında gerek hegemonya, gerek iktidar söylemleri gerek fırsat eşitsizliğinden ötürü, “özgürce” seçim yapamama özgürlüğü, diğer yandan en rasyonel seçimde kendini gerçekleştirme ve iradeyi eline alma, ancak seçenek çeşitliliğinden yoksun derviş özgürlüğü… Peki hangisi? Seçeneklerimizin fazla olması aslında birilerinin fazla para kazanma isteğinden doğuyor. Hem ekonominin birinci kuralı gereği (zaman ve mekan başta olmak üzere dünyadaki kaynakların kısıtlı olmasından dolayı), tüm seçenekleri edimlemek gibi bir şansımız yok. Kendimiz için en iyiyi seçememiz ise “yanılmaz” olmadığımıza, ve hegemonyaya kurban olduğumuza göre imkansız gibi bir şey. Bu ciddi bir sorun yaratıyor, çünkü yaşamın en güzel ve belki de en gerekli duygusudur “özgür hissetmek”. Peki hangisi?
Bu soruya cevap verirken unutmamamız gereken şey şu ki pozitif özgürlük anlayışı her zaman için seçeneklerin çok fazla kişiye ulaşabilir olduğu rafah dönemlerinde (negatif özgürlüğün zaten asgari düzeyde var olduğu dönemlerde) popüler olmuştur. Mesela eski yunan aristokratlarında, Yükselme dönemindeki Osmanlı entellektüel çevresinde, Habsburg hanedanının güçlü kolları arasında ve ikinci dünya savaşı sonrası Batı Avrupa ile Amerika orta kesiminde bu algılayış üzerine çok temel düşünürler çıkmıştır. Halbuki negatif özgürlüğün olmadığı dönem ve yerlerde pozitif özgürlüğün esamesi bile görülmez. Mesela eski yunanda kadınları ve köleleri, Avrupa’daki mülksüzleri, modern dünyanın az gelişmiş ülkelerinin biz garip insanları bu özgürlükten muafızdır. Kimi zaman da ekmek yerine “nirvana umudu” ile doyuruluruz. Peki “bizler için” hangisi?
Ferrariye sahip olamamışken “ferrarisini satan bilge” triplerinde dolaşmanın absürdlüğü aşikar. Bizim için en iyisi olabilecek seçeneklerin kapıları kilitliyken ve birçok alanda sınırlanmışken, kendi potansiyellerimizi ortaya çıkarmaya çalışmak “züğürdün tesellisi” olması kadar, imkansız da… Bu nedenle kanımca “hangisi?” diye sorarken bireyin ilkin kendi konumunu algılaması ve buna göre karar vermesi gerekir. Pozitif ve negatif özgürlükler boyutlarında nerede durduğumuzun bilincine varabilirsek, buna göre her iki boyuttan birinde veya ikisinde ilerlememiz gerekir. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu civcivden çıkar sorusundan çok tavuk muyuz civciv mi sorusu daha anlamlı. Civcivsek olabildiğince sınırlarımızı ve fikri ufuklarımızı geliştirmeye çabalamalı, tavuksak yaşantımızın getirdiği deneyim ve bilgelikte, elbette “yeni”yi unutmadan ve yeniyi arama çabasını tümden kaybetmeden, yoğunlaşmalıyız. Sonuçta özgürlük, dünyanın göreceli olduğunun farkındalığında yatar. Platon için mağaranın dışına çıkmak kendisine özgürlük sağlıyor (veya sağlayamıyor) olabilir, ancak “benim” için özgürlük fikirlerimi ne kadar rahat ifade edebildiğimde yatıyordur. Doğudaki kız için özgürlük akşam üzeri kapısın önünü temizledikten sonra merdivenlerde oturup çekirdek çitletmektir, üniversiteyi bitirmiş sizin için sevdiğiniz işe girebilmektir.
Hasılı özgürlük denilen şey nerde durup nereye baktığınıza göre değişir. Önemli olan özgür hissetmenizdir.
Yazan: Emin Saydut
eminsaydut@sanatlog.com
Dipnotlar:(1) Resim http://kerembeyit.deviantart.com/art/Liberty-81958146 adresinden alınmıştır.
(2) Berlin, 1969, p. Xlviii
(3) Cohen, Paul M. Freedom’s Moment. University of Chicago Press, USA. 1997
(4) Platon. Sokrates’in savunması. Çev. Gören, Erman. Kabalcı yayınevi, İstanbul
(5) Bu konu için bkz. Preface to the Contribution to Political Economy. January, 1859
(6) Bu prensip kısaca “özgürlük başkasının özgürlük alanına girdiğimiz yerde biter” şeklinde çevrilebilir. Ancak ayrıntılar için bkz. Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982
(7) Warburton, Nigel. Freedom. Routledge, London: 2001. 29
(8) Mill, John Stuart. On Liberty. Penguin, London: 1982. 67-68