Özgün adı:
Eichmann in Jerusalem
A Report on the
Banality of Evil
Çeviri: Özge Çelik
Yayına Hazırlayan:
Savaş Kılıç
Kapak Tasarımı:
Emine Bora
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Aralık
2009
3. Basım: Haziran
2014
Nazi Almanyası'nda
Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf
Eichmann, 11 Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde
yakalandı ve İsrail'e getirildi. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne
çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı: Başkalarıyla birlikte, Nazi
rejiminin başından sonuna kadar ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sırasında
Yahudi halkına karşı suçlar, insanlığa karşı suçlar işlemişti.
Ülkemizde
özellikle totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü siyaset bilimci
Hannah Arendt bu kitabında, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin
toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi Adolf
Eichmann'ın Kudüs'teki yargı sürecini ele alıyor. Arendt, bu duruşmada
Yahudilerin çektiği acıların, antisemitizmin ya da ırkçılığın bir anlamda
gözardı edildiğini; duruşmanın sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini
söyleyen, terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında
Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey
hatırlamayan bu adamın yaptıklarına indirgendiğini söylüyor.
Yahudi
soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan
ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken
Arendt, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte
kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurguluyor. Eichmann duruşmasından yola çıkarak,
insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini gözler önüne seriyor.
Sanık bölümünden,
s. 31-34.
Karl Adolf
Eichmann ile Maria'nın (kızlık soyadı Schefferling) oğlu olan Otto Adolf, 11
Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde yakalandı ve dokuz
gün sonra İsrail'e getirildi. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne
çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı: "Başkalarıyla birlikte",
Nazi rejiminin başından sonuna kadar ve özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında
Yahudi halkına karşı suçlar, insanlığa karşı suçlar işlemişti. 1950 tarihli
"Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza) Yasası"na göre, "bu
suçlardan herhangi birini işleyen kişi… ölüm cezasına çarptırılır"dı. Bu
yasaya göre yargılanan Eichmann her suçlamayı şöyle reddediyordu: "Bu
iddianame bakımından suçsuzum."
Ne bakımdan suçlu
olduğunu düşünüyordu o zaman? Sanığın uzun –kendisine göre "gelmiş geçmiş
en uzun"– çapraz sorgusu sırasında, ne savunma ne iddia makamı ne de üç
hâkimden biri Eichmann'a bu bariz soruyu sorma zahmetine girdi. Eichmann'ın
tuttuğu ve ücretini de İsrail hükümeti'nin ödediği (çünkü bütün savunma
avukatlarının ücretlerinin savaştan galip çıkan ülkelerin Mahkemeleri
tarafından ödendiği Nürnberg Duruşmaları bu konuda emsal teşkil ediyordu)
Köln'lü avukat Robert Servatius bir röportajda bu soruyu cevapladı: "Eichmann
Tanrı'ya karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil." Ama bu cevabı
sanığın ağzından duyan olmadı. Görünüşe göre savunma Eichmann'ın, itham
edildiği suçları, dönemin Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey yapmamış
olmasına; itham edildiği şeylerin suçtan ziyade, üzerinde başka hiçbir devletin
yetkiye sahip olmadığı (par in parem imperium non habet) "hükümet
tasarrufları" olmasına; itaat etmekle yükümlü tutulduğunuz ve Servatius'un
ifadesiyle "başarırsanız madalya ve nişanlara boğulacağınız,
başaramazsanız darağacını boylayacağınız" eylemler gerçekleştirmiş
olmasına dayanarak reddetmesini tercih etmişti. (Nitekim Goebbels 1943'te,
"Ya gelmiş geçmiş en büyük devlet adamları ya da en büyük suçlular olarak
tarihe geçeceğiz" demişti.) Servatius İsrail dışına çıktığı zaman
(Bavyera'daki Katolik Akademisi'nde düzenlenen, Rheinischer Merkur gazetesinin
deyişiyle "hassas bir meseleyle", yani "tarihi ve siyasi suçları
cezai takibat yoluyla ele almanın olabilirliği ve kısıtlarıyla" ilgili bir
toplantıda) bir adım daha ileri gidip "Eichmann duruşmasının meşruluğuna
gölge düşüren tek cezai sorunun ancak sanığı yakalayan İsraillileri
yargılamakla çözülebileceğini, ama bunun şimdiye kadar yapılmadığını" dile
getirdi – bu arada, Servatius'un beyanını İsrail'de sık sık tekrarlanan ve
herkese duyurulan sözleriyle bağdaştırmak biraz zordur; çünkü duruşmanın
işleyişini, olumlu bir anlamda Nürnberg Duruşmaları'yla karşılaştırarak
"büyük bir manevi başarı" olarak nitelendirmiştir.
Eichmann'ın
yaklaşımı ise daha farklıydı. Her şeyden önce, cinayet suçlaması asılsızdı:
"Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir
Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm – hayatım boyunca kimseyi
öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle
böyle bir şey yapmadım." Veya daha sonra açıklamasını biraz daha
daraltarak söylediği gibi, "Bir kere bile yapmak zorunda kalmadım" –
buna karşılık böyle bir emir alsa, zorunda kalsa, şüphesiz kendi babasını bile
öldürecekti. Bu nedenle sadece –Kudüs'teyken "İnsanlık tarihinin en büyük
suçlarından biri" ilan ettiği– Yahudi katliamında "yardım ve
yataklıkla" suçlanabileceğini tekrar tekrar söyledi (1955' te Arjantin'de,
kendisi gibi kanundan kaçan eski bir SS olan Hollandalı gazeteci Sassen'e
verdiği ve bir kısmı Hollanda'da çıkan Life'ta ve Almanya'nın Der Stern'inde
yayımlanan röportajda, kısacası şu meşhur Sassen dokümanlarında bunlar zaten
vardı). Savunma, Eichmann'ın teorisine pek aldırış etmedi; ama iddia makamı,
Eichmann' ın en azından bir kere, kendi elleriyle bir insanı (Macaristan'daki
Yahudi bir delikanlıyı) öldürdüğünü kanıtlamaya yönelik başarısız bir girişim
için epey zaman harcadı. Savcının üstünde daha fazla zaman harcadığı, ve daha
başarılı bir biçimde ele aldığı, başka bir şey de Franz Rademacher'in aldığı
bir nottu. Almanya Dışişleri Bakanlığı'ndaki Yahudi uzmanı Rademacher'in
Eichmann'la telefonda konuşurken Yugoslavya ile ilgili dokümanlardan birinin
üzerine karaladığı bu notta şöyle bir cümle vardı: "Eichmann vurun diyor."
Nihayetinde Eichmann'ın, cüzi de olsa bir kanıtı bulunan, tek "ölüm
emri" buydu – tabii bu bir ölüm emriyse.
Bu kanıt, duruşma
sırasında o kadar üstünde durulmasa da, çok tartışmalıydı. Hâkimler Eichmann'ın
toptan inkârını reddedip savcının beyanını kabul ettiler – Eichmann'ın inkârı hiç etkili
olmadı çünkü, Servatius'un tabiriyle, "pek de önemli olmayan küçük bir
olayı [topu topu sekiz bin insan]" unutuvermişti. Söz konusu olay 1941
sonbaharında, Almanya'nın Yugoslavya'nın Sırp kesimini işgalinden altı ay sonra
gerçekleşmişti. İşgalin ilk zamanlarından beri, Ordu'nun başı partizan
savaşlarıyla beladaydı ve askeri makamlar da öldürülen her Alman askerine
karşılık yüz Yahudi veya Çingene rehine öldürerek bir taşla iki kuş vurmaya
karar vermişti. Yahudiler de Çingeneler de partizan değildi elbette; ama askeri
hükümetin ilgili sivil yetkilisi, Devlet Danışmanı Harald Turner,
"kamplarda tuttuğumuz Yahudiler de Sırp uyruklu [nasılsa], ayrıca ortadan
kaldırılmaları gerekiyor" diyordu (aktaran Raul Hilberg, The Destruction of
the European Jews, 1961). Bu kamplar bölgenin askeri valisi General Franz Böhme
tarafından kurulmuştu ve sadece erkekleri barındırıyordu. Binlerce Yahudiyi ve
Çingeneyi öldürmeye başlamadan önce, ne General Böhme ne de Devlet Danışmanı
Turner Eichmann'ın onayını bekledi. Asıl sorun Böhme'nin, ilgili polis ve SS
makamlarına danışmadan kendi sorumluluğundaki bütün Yahudileri sürmeye karar
vermesiyle başladı; Böhme muhtemelen, Sırbistan'ı judenrein hale getirmek için
başkalarının komutası altında faaliyet gösteren özel birliklere gerek
olmadığını göstermek istiyordu. Mesele tehcirle ilgili olduğundan Eichmann
durumdan haberdar edildi, ama böyle bir hamlenin diğer planları olumsuz
etkileyeceğini düşünerek buna onay vermedi. Zaten General Böhme' ye "diğer
ülkelerde [yani Rusya'da] çok daha fazla sayıda Yahudinin icabına bakarken,
başka komutanların bu bahsi açmaya bile gerek görmediklerini" hatırlatan
Eichmann değil, Dışişleri Bakanlığı' ndan Martin Luther'di. Her halükârda,
Eichmann gerçekten "vurmayı önerdiyse", askerlere sadece bunca
zamandır zaten yaptıkları işe devam etmelerini ve rehine meselesini tümüyle
onların inisiyatifine bıraktığını söylemiş oluyordu. Sadece erkekler söz konusu
olduğuna göre, bu meselenin Ordu'yu ilgilendirdiği belliydi. Sırbistan'da,
Nihai Çözüm'ü yaklaşık altı ay sonra uygulamaya başladılar; kadınları ve
çocukları gaz kamyonlarına doldurup öldürdüler. Çapraz sorgu sırasında,
Eichmann her zamanki gibi en karmaşık ve inandırıcılıktan en uzak açıklamayı
seçti: Rademacher'in bu konuyla ilgili olarak Dışişleri Bakanlığı'nda söz
sahibi olabilmesi için, Reich Güvenlik Merkez Bürosu'nun (RSHA), yani
Eichmann'ın birliğinin desteğine ihtiyacı vardı; dolayısıyla Rademacher bu
sahte belgeyi düzenledi. (Rademacher 1952'de, bir Batı Alman mahkemesinde
yargılanırken, bu olayı çok daha makul bir biçimde açıklamıştı: "Ordu,
Sırbistan'da düzeni sağlamakla görevliydi ve isyancı Yahudileri vurup öldürmek
zorunda kalmıştı." Rademacher'in söyledikleri ne kadar aklımıza yatsa da,
koca bir yalandan başka bir şey değildi; çünkü –Nazi kaynaklarından edindiğimiz
bilgilere göre– Yahudiler "isyancı" değildi.) Telefonda söylenen bir
sözü emir şeklinde yorumlamak zorsa, Eichmann'ın Ordu generallerine emirler
yağdıracak bir konumda bulunduğuna inanmak daha da zordu.
Öyleyse,
cinayetin suç ortağı olmakla itham edilse, bu suçu kabul mü edecekti? Belki de, ama şüphesiz
suça önemli sınırlamalar getirecekti.
KENAN TEKEŞ YAZDI
Düşünen Kadın: Hannah Arendt
Margaretge Von
Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi, Holokost’u daha önce
kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren kadın düşünürü anlatıyor.
Yıl 1962… Güneşli,
güzel mart sabahlarından biridir… Bir kadın taksiye biner… Kadını taşıyan taksi
Central Park'a doğru gider… Şoför arabanın hızı artırır… Ve bir süre sonra
taksi çok sert bir şekilde karşıdan gelen kamyonla çarpışır… Olay yerine
çok sonra bir ambulans gelir… Kadın gözlerini ambulansta açar… Önce kollarını
ve bacaklarını hareket ettirir… Sonra gözlerini açar… Hafızasının yerinde olup
olmadığını görmek için tarihleri, şiir mısralarını ve telefon numaralarını
sayar… Hafızası yerindedir kadının.
Kadın çok
sonraları yaşadığı bu olayla ilgili arkadaşı Mary McCarthy'ye, "Kısa bir
süreliğine yaşam ya da ölüm kararının bana bağlı olduğunu düşündüm" der…
Ve "hayatın epey güzel olduğunu ve onu çok sevdiğini" söyler.
Hayatın epey güzel
olduğunu ve onu çok sevdiğini, söyleyen kadın yüzyılın dahi kadınlarından Hannah
Arendt’tir.
Arendt, 1906
yılının 14 Ekim'inde Hannover’de bir Yahudi mühendisin tek çoçuğu olarak dünyaya
gelir... Berlin'de büyür… 18 yaşında Marburg’da Martin Heidegger’den felsefe
eğitimi almaya başlar... Heidegger ile düşünsel ve tutkusal bir aşka tutulur...
Bu aşka tutuluş onun düşünce dünyasını alabildiğince genişletecektir.
(Heidegger diz çöküp ona “aşka en büyük davet karşındakinin senden önce aşık
olmasıdır” der.)
Marburg ve Freiburg’da üniversite eğitimini
tamamlar ve Heidelberg’e giderek Karl Jaspers’in yanında doktorasını tamamlar…
Doktorasını tamamladığında henüz yirmi iki yaşındadır.
1924-1929 yılları
arasında dönemin ünlü düşünürleri ile tanışır, eğitim alır, etkiler, etkilenir,
aşık olur, aşık ettirir.
Marburg’da Martin
Heidegger ve Rudolf Bultmann’dan, Freiburg’da Edmund Husserl’den, Heidelberg’de
Karl Jaspers’in öğrencisi olarak felsefe, ilahiyat ve Yunanca eğitimi görür.
1933 yılında
Hitler'in iktidara gelmesi üzerine Almanya’dan ayrılarak Fransa’ya geçer.
Paris'e kaçmak zorunda kalan Arendt orada Walter Benjamin ile tanışıp onunla
dost olur.
Paris’te Yahudi
göçmen hareketi içerisinde aktif olarak yer alır. Fransa'nın II. Dünya Savaşı
sırasında Alman askeri kuvvetlerinin Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi
sonucunda Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesinden ötürü Fransa'dan da
kaçmak zorunda kalır.
1940 yılında Alman
şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir.
1941’de eşi ile
birlikte ABD’ye gider, oraya yerleşir ve ABD vatandaşı olur. ABD’deki ilk
yıllarında akademik bir iş bulmakta epey zorlanır.
1953’te
Princeton’da Christian Gauss konferanslarına çağrılır. 1959’da tam kadrolu ilk
kadın profesör olur.
Böylece
Arendt, California, Chicago, Columbia, Northwestern,
Cornell gibi üniversitelerde verdiği derslerle seçkin bir akademik kariyere
sahip olur.
1975 yılında 69
yaşındayken öldüğünde New York’taki New School for Social Research’de felsefe
profesörüydü.
Hannah Arendt,
gerek siyasi gerekse duygusal birikime sahip olup kendine özgü düşünce çizgisi
içinde, şiddet, iktidar, devrim, totalitarizm, eşitlik-eşitsizlik, özgürlük,
siyaset, felsefe, insan, eylem, düşünce, hakikat, ahlak, retorik, ideoloji,
kültür, demokrasi, milliyetçilik, ırkçılık, devlet, parti, rejim, insan
hakları, antisemitizm, emperyalizm, sanat, kamusal alan üzerinde çalışmalar
yaptı.
Arendt özellikle
de şiddet ve şiddetin kaynağı üzerinde durur. Şiddeti, sayılara ya da görüşlere
değil, kullanılan araçlara dayandırır. Ona göre şiddet her zaman araçlara
muhtaçtır ve içerisinde her zaman bir keyfilik unsuru taşımaktadır. Ve devlet
de, en güçlü şiddet araçlarını elinde bulunduran merkezi bir otoritedir.
Arendt kimi zaman
şiddetin gereksiz olmadığını ve onu bir insanlık durumu olarak gördüğünü
açıklar:
“Kimse meşru
müdafaa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgulamaz. Çünkü şiddet
yalnızca açık değil, aynı zamanda mevcuttur ve aracı haklı kılan amaç hemen
orada durmaktadır.” Ve ekler “Bir Yahudi, Yahudi olarak şiddet görüyorsa
kendini savunmalıdır.”
Arendt’in bütün
dünyada tartışılmasını sağlayan gelişme ise Gestapo şefi Heydrich’in emri
altında Yahudi sorununu çözmekle özel olarak görevlendirilen Adolf Eichmann’ın
yargılandığı davada kaleme aldığı düşünceleridir.
30 Mart’ta
başlayan ve 14 Nisan’da sona erecek olan 32. İstanbul Film Festivali’nde
feminist yönetmen Margaretge Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah
Arendt” filmi izleyiciyle buluştu.
Film, bir düşünür,
aynı zamanda sert bir kadın olan ve sigaraları uç uca içen, "kötülüğün
sıradanlığı" düşüncesiyle hem kendi halkını hem dünyayı karşısına alan
Hannah Arendt’in 1960-1964 yılları arasındaki zaman dilimine odaklanır.
Senaryosunun da Von
Trotta’nın yazdığı filmde Barbara Sukowa (Hannah Arendt), Axel Milberg
(Heinrich Blückher), Ulrich Noethen (Hans Jonas), Michael Degen (Kurt
Blumenfeld), Klaus Pohl (Martin Heidegger), Friederike Becht (Küçük
Hannah Arendt), Victoria Trauttmansdoff (Charlotte Beradt) oynuyor.
Film düz bir zaman
çizgisinde ilerlemez. Sıçramalı zaman ile geçmişe de döner. Bu geçmişe dönüş
Arendt ile hocası olan Martin Heidegger ile olan düşünsel ve tutku düzeyindeki
ilişkileri anlatılır. Bu aşk Arendt’e düşünce ve tutku üzerine düşünmesini
sağlayacaktır.
Film genel olarak
1960-1964 yılları arasındaki zaman dilimine odaklanır. Nazi Adolf Eichmann’ın
(ya da Eichmann tiyniyetli insanların), 1960 yılında Mossad ajanları tarafından
Arjantin’de yakalanıp İsrail’'e götürülmesiyle başlar. Eichmann’ın yakalanması
hem İsrail’de hem de dünyada yankılanır.
Çünkü Eichmann
önemli bir isimdir. Gestapo şefi Heydrich’in emri altında Yahudi sorununu
çözmekle özel olarak görevlendirilen kişidir.
Filmin bundan
sonrasında da Hannah Arendt’in Eichmann’ın yargılandığı dava için Kudüs’e
gitmesi, mahkemede Eichmann’da gördükleri (mahkeme görüntüleri gerçek
görüntülerdir), düşündükleri, bu düşündükleri karşısında İsrail/Yahudi
toplumunun gösterdiği tepkiler ve bu tepkiler karşısında Arendt’in
yaşadıklarını ve Martin Heidegger ile olan aşkını izleriz.
Hannah Arendt,
Eichman’ın yargılanacağı mahkemede görmek ve New Yorker gazetesine yazmak için
1961 yılında Kudüs’e gider. O’nun bu gidişi başlangıçta “adalet aramak”
içindir. Ancak dava sırasında Eichman’ın tavırları Arendt’te faklı
düşünceler yaratır. Bu düşüncelerini “Eichmann Kudüs’te: Şeytaniliğin Basitliği
Üzerine Bir Rapor” adlı kitapta dile getirir. Kitapta savunduğu bu düşünceler
bugün dahi tartışılmaktadır.
Hannah Arendt
düşünme yetisinden yoksun olmuş bireylerin verilen eylemi sorgusuz sualsiz
gerçekleştirdiğine inanır. Eichman’ın da bu düşünme eyleminin yoksunluğundan
dolayı iktidarın verdiği eylemi yerine getirdiğini düşünür.
Yine Arendt Yahudi
soykırımı sırasında yaşananlarda Yahudi liderlerinin rolü olduğunu da söyler.
Ona göre, onların muhalefet etmeyip işbirliği yapmalarının bunda etkisi
olduğunu savunur.
İşte Arendt’in bu
“acı”masız sözleri soykırım yaşamış Yahudi halkının yüreğini “acı”tır.
Arkadaşlarının çoğu onu şiddetle eleştirir. Yahudi Konseyleri onu Alman
makamları ile işbirliği ile suçlar. Kimisi bu düşüncelerine katılırken kimisi
de onu ölümle tehdit eder. Tehdit mektupları alır. Filmde Mossad tarafından
tehdit edildiğini de görürüz. Üniversitedeki işinden olur.
Ancak Arendt kendi
düşüncesinden bir adım geri atmaz ve düşüncesini tutarlı bir şekilde savunmaya
devam eder. O Eichman’ı ve soykırımı gerçekleştirenleri anlamanın onu ve onları
affetmek anlamına gelmediğini düşünerek “anlamak asla affetmek anlamına gelmez”
der.
Arendt kötülüğün
temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe sıradan insanların diğerlerinin
emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını
düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı
sorusuna cevap arar.
“Düşünmenin
tezahür rüzgarı doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabilir. Yeter ki
insan düşünme eylemliliği içinde olsun.” Arendt hem düşünme hem de tutku açıdan
gerçekleştirdiği eylem ile bilinçli insanın yüreği beyninde atar, sözünü
doğrular.
Von Trotta’nın
yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi sinemasal olarak görmeye yetenekli
gözlere pek bir şey sunmasa da Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde
yazma cesaretini gösteren ve “ölüm ve yaşam kararının bana bağlı olduğunu”
düşünen kadını bir de sinemada görmek açısından izlemek gerekir. (KT/AS)
* Hannah Arendt’in
“Eichmann in Jerusalem”
ile “Şiddet Üzerine” adlı kitaplarından yararlanılmışt