YILDIRIM TÜRKER
30/08/2008
Sevgili Tezer; Sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış...
Sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış olan o görüntüden kurtulamıyorum. Üstünden on yıllar geçmiş. Ankara’dayım henüz. Edepsizcesine gencim. Hayat, sanki her köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. Yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. Bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... Birkaç kişiyiz. Önden giriyorum. Salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. Boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın. Nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. Sonrası hep izini sürmek oldu. Pavese’nin izini sürdüğün gibi.
Sen Zürih’e giderken yazışmaya karar vermiştik. Belki bir kitap yaparız sonra, demiştin. Ama olmadı. Notlarından birinde diyorsun ki, “Özlem duygusu bende giderek ölüyor. Ancak çok sık gördüğümü ya da ölenleri özlüyorum. Ardından ‘Kalanlar’ adıyla basılan kitabında en yoğun şiddetle hissettiğim cümlelerinden biri bu oldu. Sana yazamadım. Sen de yazmadın. İşte ben seni şimdi çok özlüyorum.
Seni özledikçe unutuyorum. Gün günden sisler içinde yitip gidiyorsun. Bellek yitimi gibi. Seni unutuyorum. Yazdıkların, senden bağımsız metinlere dönüşüyor. O an korkuyla fark ediyorum, onları yazan insanı hiç tanımamışım gibi merak ettiğimi. Yazdıklarını yeniden okurken, onları yazan yazarı, insanı, kadını, tanımadığım o kişiyi kafamda kurarken yakaladığım oluyor kendimi. Sarışın, ince bir kadın kuruyorum. Yine güzel, yine şaşırtıcı boğuk bir sesle kesik kesik konuşup sigaralar içen bir kadın. Kendimi yakaladığım zaman senin yazdıklarına ne kadar benzediğini düşünüyorum.
Seni hatırlamak, gitmek gibi bir şey. Belki hep ‘gitmek’i yazdığın için. Can yakıcı.
Bir yanıyla da yük atar gibi, ama her şeyi terk ederken dahi durmadan dönüp ardına bakan insanların gidişi gibi. Bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi.
‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, ‘Pazar günleri... Şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep” yazan, çoktan gitti.
“Bir ana ve babadan olma değilim... Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” diyordun notlarında.
Şimdi şu dünyayla barışmışların çağsamayla andığı o korkunç sıkıntıyı, o orta sınıf cehennemini, kendine hiç acımadan, bir tek sen yazdın. Kuşağının, sınıfının, bütün güdük oyunların mızıkçısıydın.
Çocukluğunun geçtiği yerlerde gezindim birkaç kez. Çelebi Apartmanı’nı aradım. O yangın mahallelerini aradım. Saat kulesinin önündeki alandan kalkan otobüslere bakıp seyahat edenleri gıptayla seyreden, içinden ‘bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım’ diye geçiren o küçük kızı aradım durdum. O eski yangın mahalleleri bütün şehir gibi değişmişti. Oysa o can sıkıntısı, o küçük kız çocuklarının üstüne basan hayat olduğu gibi sürüyordu.
Öğretmenleri, doktorları, babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya seni acıttıkça yazdın. Yazı, sana hep acı verdi. Yazarken adeta fiziksel bir acı çektiğini anlatmıştın bana. Yazıyı sorguladın. Sözcükler sana hiçbir zaman yetmedi. Ama onlardan başka sığınacak yerin yoktu.
Seninle uzun uzun deliliği konuşmuştuk.
Hep dünyanın kıyısından sarktın.
Elektriğin sağaltıcı gücüne büyük inanç besleyen iktidara çarptın. Yenilmedin. Hep kendin oldun. Sonuna dek kendini ‘buzda bir balık’ gibi hissettin. Hep,
‘bağımsızlık, özgürlük, uyum sağlamak zorunda olmamak’dı özlemin. Kısa yaşadın. Hayatından olağanüstü bir güzellik kaldı geriye. Şimdi sana ancak Pavese için yazdıklarını tekrarlayabilirim: Tezer Özlü; “Bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. Seni ne denli seviyorum.”