Saturday, May 9, 2015

Tezer Özlü



“ölüm düşüncesi izliyor beni.
gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum.
bunun …
belli bir nedeni yok.
yaşansa da olur, yaşanmasa da.
bir kaygı yalnız.
beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı.
karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum.
herkes her geceki uykusunu uyuyor.
ev soğuk.
çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum.
günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum.
kusmamak için üstüne reçelli ekmek yiyiyorum.
genç bir kızım.
ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum.
sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.
karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var.
karşı çıkmak istediğim kurallar var.
bir haykırış!
küçük dünyanız sizin olsun.
bir haykırış!
sessizce yatağa dönüyorum.
ölümü ve yokluğu üzerine uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor.
şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor.
korkacak birşey yok.
kırlarda koşuyorum.
sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum.
hep kırlar.
esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım.
birazdan ölüm beni alacak.
(Ev, sayfa: 12)




Tezer Özlü (d. 10 Eylül 1943, Simav, Kütahya – ö. 18 Şubat 1986, Zürih, İsviçre), Türk yazar. Özellikle Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk olmak üzere az sayıda kitabıyla tanınır. Yazar Demir Özlü ile yazar ve çevirmen Sezer Duru’nun kardeşidir.

Yaşamı

Simav’da doğdu. Çocukluğu anne babasının görev yaptığı Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçti. İstanbul’a on yaşındayken geldi. Avusturya Kız Lisesi’ne gitti; ancak mezun olmadı. 1961’de yurt dışına çıktı. 1962 – 1963 yıllarında otostopla Avrupa’yı gezdi. Paris’te tanıştığı tiyatrocu ve yazar Güner Sümer’le 1964 yılında evlendi. Birlikte Ankara’ya yerleştiler. Sümer’in AST’ta çalıştığı bu dönemde Özlü Almanca çevirmenlik yaptı. AST’ta 1963-64 sezonunda Sümer’in yönettiği Brendan Behan’ın Gizli Ordu oyununda oynadı. Sümer’den ayrılarak İstanbul’a yerleşti. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kesintili olarak 1967 – 1972 yılları arasında İstanbul’da farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kaldı. Çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında yazdı.
1968 yılında yönetmen Erden Kıral’la evlendi. Bu evlilikten 1973’te kızı Deniz doğdu. Bir burs alarak 1981’de Berlin’ e gitti. Bu arada Kıral’dan ayrıldı. Kanada’da yaşayan İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile tanıştı ve 1984’te Marti’yle evlenerek Zürih’e yerleşti. Göğüs kanseri nedeniyle 1986’nın 18 Şubat’ında burada öldü. Mezarı Aşiyan Mezarlığı’ndadır.
Özlü, eski eşi Erden Kıral’ın Yol filminin çekimi döneminde yaşananları anlattığı filmi Yolda’da Yelda Reynaud tarafından canlandırıldı.

Eserleri

İlk kitabı 1963’ten itibaren dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan Eski Bahçe’dir. Kitap ilk kez 1978’de basıldı. 1980’de ilk romanı olan Çocukluğun Soğuk Geceleri yayımlandı. Kendisini derinden etkilemiş üç yazar olan Svevo, Kafka ve Pavese’nin izinden giderek yazdığı ikinci romanı 1983’te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yayımlandı. 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazanan kitap, yazar tarfından Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla Türkçe olarak bir anlamda yeniden yazıldı ve bu haliyle 1984’te basıldı. İlk öykü kitabı Eski Bahçe ölümünün ardından, daha sonra yazdığı öykülerle birlikte Eski Bahçe – Eski Sevgi 1987’de okurla buluştu. Gergedan Dergisi 13. sayısında yazar anısına bir “fotobiyografi” yayımladı. Günce ve anlatılarından bazı parçalar ise Kalanlar (1990) adlı küçük bir kitapçıkta bir araya getirildi. Bu kitapta yer alan çoğu Almanca yazılmış metinlerin çoğu, Sezer Duru tarafından Türkçe’ye çevrildi. Özlü’nün yayımlanmamış senaryosu Zaman Dışı Yaşam da 1993’ten itibaren yazarın tüm yapıtlarını yayımlayan YKY tarafından basıldı. Bu seride, yazarın dostu Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşan Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar (1995) da bulunmaktadır.

Eserleri

  • Eski Bahçe (1978), öykü
  • Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980), roman
  • Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde 1983),roman
  • Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984), roman
  • Eski Bahçe – Eski Sevgi (1987), öykü
  • Kalanlar (1995), deneme
  • Zaman Dışı Yaşam (2000), senaryo

 

Bir İntiharın İzinde

“EDEBİYATIN İÇİNDEKİ YAŞAM MI YOKSA   YAŞAMIN İÇİNDEKİ EDEBİYAT MI?”
Yaşamın Ucuna Yolculuk‘a çıktığımızda, Tezer Özlü için roman veya öykü yazmaktan ziyade iç dünyaları anlatmak önemli hale geliyor. Metinlerinde içsel konuşmalar belirli bir bilinç akışıyla sürüyor; birinci tekil anlatıcı olguları, ilişkileri biçimlendirirken ikinci tekil şahıs Kafka’nın, Svevo’nun, Pavese’nin bir zamanlar yaşadığı şehirlerinde var oluşunu kavramaya çalışıyor.
Tezer Özlü’nün Almanca Bir İntiharın İzinde (Cesar Pavese Üzerine Çeşitlemeler) adıyla kaleme aldığı anlatısı, 1983 yılında Almanya’da yayımlanmamış eserlerin ödüllendirildiği Marburg Edebiyat Ödülü’nü almıştı. Daha sonra yazar, anlatısını Türkçeye çevirmiş ve eser Türkiye’de Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla 1984’te yayımlanmıştı.
“Ölü duvarlar”ın gerisinde, cesaretini toplayıp toplumun akılla bağdaşmayan düzenini reddederek sınırların ötesine geçmeyi dener ve bir yolculuğa çıkar Tezer Özlü. Edebiyat dünyasının mezarlıklarına uzanan bir yolculuktur bu. Akıl, delilik, varoluş ve boşluğun iç içe, yoğun duygularla geçtiği bu yolculuk, 4 Temmuz – 20 Temmuz 1982 tarihleri arasında gerçekleşir. Berlin’den başlayan yolculuğun Viyana, Zagreb, Belgrad, Niş gibi ara durakları olsa da ana durakları Prag’da Kafka, Trieste’de Svevo ve Torino’da Pavese’nin hayatlarını geçirdikleri kentler ve köyledir.
Ama asıl yolculuk sınırsız varoluşta başlıyor; yalnızlığın boyutlarını aşan bir başınalığı derinleştiren insan sevgisiyle. “O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun.” (s. 23) Çocukluk beklentilerinin, sevgilerin yitiverdiği, yüreklerin korkuyla kaplandığı bir darbenin ardından İstanbul’dan başlayan bir yolculuktur bu aynı zamanda. “O zamanlar, İstanbul’un dayanılmaz kargaşası içinde Svevo’yu okurken, Trieste bulvarlarında dolaşan roman kahramanlarına ne denli özenmiştin. Bombaların patladığı, her gün, her gece silah seslerinin duyulduğu, her an, ölümün insanları bulduğu İstanbul kentinde dayanılmaz yaşamdan kaçılacak tek köşe gene kitaplardı.” (s. 67)
Tezer Özlü için mekânları anlatmak, tipler çizmek bir süre sonra anlamını yitiriyor. Çünkü artık görünenin ardında görünmeyeni, sıradan görüntüleri çözümlemeye başlıyor. Arayışları içinde yaşamı ve gitmeyi varoluşu kavramak olarak algılıyor. “Oysa bugünkü yalnızlığım içinde ne denli güçlü ve mutluyum.” dese de yolculuğunun başında acıları mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdiğini belirtmek de yerinde olur. “Yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi. Kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi. Sinir hastanelerinin kantinlerinde, teneke çayı, kendi odamda içmek istiyordum. Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme.” (s. 9)

“Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım”

“Dünyanın en derin acısını” öykülerine, mektuplarına yansıttığını düşündüğü Kafka’nın Prag’daki mezarı başında çocukluğunu, ailesiyle olan iletişimsizliğini hatırlar Tezer Özlü. Çünkü Kafka da yaşamı boyunca babasının baskısı, dönemin siyasi ortamı nedeniyle huzursuz, içedönük ve yaşadığı topluma yabancıdır.
“Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı.”(2) Pavese’nin bu cümlesini “Hep öyle değil mi.” diye sorarak açıklıyor Tezer Özlü, “Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. Kim karşılıyor sevgileri. Bir ilişkinin başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu. Duygularımın karşıtını savunamam. Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek. Tek bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da herkesten nefret ettim. Kendi dışımda.” (s. 43)
Yüreği kocaman ender insanlar vardır yeryüzünde, sevgilerini, sonsuz sevme isteklerini bir kişide değil tüm insanlığa paylaştırmak isterler. Tezer Özlü de onlardan biriydi. Herkesi kucaklayan bu sevgi sınır koymuyor, bazen uzaklaşmayı tercih etse de düşüncelerin dünyasından, yeniden keşfetme ve derinleştirme isteği kendisi için belirlediği gerekliliklerden sapmıyor. “İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı.” (s. 22)
Yaşam ve ölüm arasındaki sessizlikte var olmanın gerekliliğiyle geçmişteki görüntüler ve ölmekte olan biçimleniyor Özlü’nün kaleminde, “Radyolar arananların adlarını sayıyor. Sık sık sonsuza atılışın dayanılmazlığını duyuyorsun. Delilik ve bağımsızlık arasındaki uzun, güç yolu düşünüyorsun. Ne denli güçlü olmak gerektiğini. Zamanı ve çekilen acıları.” (s. 32)
Kendine olan bağımlılığından taşan bağımsızlığıyla kitap boyunca Tezer Özlü, okurunu kendine hayran bırakıyor; alışılagelmiş ilişkilere, toplumun değer yargılarına, yabancılaşmaya karşı hep “gitmek”, doyumsuz bulutların sonsuzluğuna. “Hiçbir yerde değilim. Hiçbir yerde olmayacağım. Hiçbir şeyi benimsemeyeceğim.” (s. 58) sözleriyle de dayatılan tüm kalıpları reddeder. Zafer anıtlarının yükselişi gibi yenilgilerin de insan ölülerinin üzerinden geçtiği şehirlerde “nerelisin”, diye soranlara “hiçbir yerli”dir yanıtı.

“Yitmeyen, eksilmeyen, giderek güçlenen, bizi aşan karamsarlık”

Italo Svevo’nun şehri Trieste’ye, giderek artan, dayanılmaz bir diş ağrısı ve öldüren yorgunluğuyla uzun bir tren yolculuğundan sonra varıyor. Tren raylarını seviyor. Çünkü trenler Tezer Özlü için bir başınalığın, gidebilmenin, bağımsızlığın sembolüdür. Çocukluğun Soğuk Geceleri‘nde de bu düşüncesini dile getirir. Duygusuzlukların kısacık anlarda mutluluğa dönüştüğü tanışma ve sohbetlerin yeridir istasyonlar. Yolculuklarda hiç kimsenin diğerinden bir beklentisi yoktur, çünkü yollar sonsuzluğa açılan yaşamın sürekliliğine götürür. Olguları irdeler yol boyunca. Gereklilik kipleriyle vardığı sonuçlar bizim için aforizma niteliğinde dersek abartmış olmayız. “Hayır, bunlar yalan ilişkiler. Çevrenin yozluğu içinde yalanlaşan ilişkiler. Kendimizle nasıl hesaplaşabiliyorsak, birbirimizle de öyle hesaplaşmamız, açık olmamız gerek.” (s. 51)
“Hiçbir zaman sakin olamamak belki de benim yazgım.” (s. 73) Bu cümle İstanbul’dan beri yanında taşıdığı defterinde notları arasındadır yazarın. Svevo’nun bu cümlesi hayatını geçirdiği bir Akdeniz şehri olan Trieste’ye geldiğinde tekrarlanır. Bu ziyaret sırasında İtalya futbolda dünya şampiyonu olur, tüm ülkenin bağırışı, çığlığı kulaklarında patlar Tezer Özlü’nün. Aynı dönem İsrail’in Filistin’e karşı açtığı savaş konuşulmaz bile. Çünkü, “Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinlemektedir.” (s. 12) Bugün olduğu gibi.
İtalya’nın Trieste kentinde doğup büyüyen Svevo, eserlerindeki konuları ve sorunlarıyla İtalyan yazınını Avrupa boyutuna ulaştıran yazarlardan biri olarak kabul edilmektedir.(3) Romanlarının edebiyat çevrelerinde ses getirmesi, kardeşinin genç yaşta ölümü ve mutsuz evliliği sonucu kendisini, bir romanında da verdiği adla “Senilita” (kendini yaşlı duyan genç adam) gibi hissetmeye başlayan Svevo, genç yaşta hastalık ve ölüm düşüncesine saplanmıştır.(4) Dünya edebiyatında evliliği en güzel anlatan Svevo’nun 84 yaşındaki kızı Letizia ile tanışır, sohbet eder Özlü. Tezer Özlü’nün, belirgin iki ortak yönü vardır Svevo’yla, ilki ikisinin de sınırsızlığını sigara ile dengelemeye çalışması, ikincisi karamsarlık. Yılların kendisinden fiziksel olarak hiçbir şey kaybettirmediği, gördüğü en güzel yaşlı kadındır Letizia; babasının hayatını tüm içtenliğiyle anlatır ona. Babasıyla yaşam güzeldir ancak kötümserliği daima içinde taşıdığını söyler. İç sesiyle, parantez içinde yazar yanıtını verir, “(Beni de bilinçlendiğim yıllardan beri izleyen karamsarlık. Mutlulukların tümü, geliştirdiğim karamsarlık. Yürüyebilmek için, ileri gidebilmek için, nefret edebilmek, öfke duyabilmek, ağaçlara bakabilmek, gökyüzünü sevebilmek için. Bizi yaşam ve ölüm, sevgi ve yitiklik, çocukluk ve yaşlılık arasında hareket ettiren karamsarlık. Yitmeyen, eksilmeyen, giderek güçlenen, bizi aşan karamsarlık.)” (s. 85)
Kolayına kaçmadan, insanın kendi gerçeğinde var olup içgüdüleriyle yeteneklerini ortaya koyması kurallar dahilinde mümkün değildir. Başarılı bir birey olmak, ev sahibi olmak, sayılmak, medeni durum, düzenli iş ve sistemin onayladığı ne varsa hepsine haykırıyor Tezer Özlü, “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.” (s. 58)

“Yeryüzünün intiharları sonsuzdur”

Hayat coşkuyla yaşanmalı, sınırlar olmadan, varoluşumuz sonsuzluğa varmayı hak etmeli. “Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY.” gibi karşı çıkmanın sonunda ulaşılan bireysel bağımsızlıkla hiçliğin sınırlarından bırakılmışlığın, umutsuzluğun karanlığından biraz olsun çıkabilmek, geceyi gündüze dönüştürebilmek düşüncesi vardır Tezer Özlü’nün Pavese’den yaptığı alıntılarında, “Kader diye bir şey yoktur, yalnız sınırlar vardır. En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.” (s. 52)
Dünya değişiyorsa insan ilişkileri de değişmeli, varoluşuyla insan kendini kavrayabilmeli. Aksi durumda “Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.” (s. 60) Gitmekten hiçbir zaman vazgeçmiyor, insan ilişkilerini değiştirme umuduyla, bayrakları sevmediği gibi şiddetten ve doğaya zarar verebilecek her şeyden uzak olmak onun için başlı başına bir mutluluk kaynağı.
Gittiği şehirlerde, kaldığı otellerde korkuyla ve utançla bölünüyor bazı geceler uykuları, insan olmaktan utanıyor. Pavese’den alıntılanan sözlerde bu utancın nedenini daha net anlayabiliyoruz, “İnsan, gerçeği kavradığı için utanıyor – işte gerçek önümüzde: Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar.” (s. 77)
Peki neden bu yolculuğu yapıyor, gördüklerini sözcüklerine yansıtıyor? diye sorarsak, yanıtı şu sözleri herhalde. “Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş ölülerden.” (s 80)
Pavese’nin doğup büyüdüğü Torino’nun S. Stefano Belbo köyünde, “Olmam gereken yerdeyim.” diyen Tezer Özlü’nün yalnızlığındayız. İntiharı özleyen karakterleriyle Pavese yaşamı boyunca uzun uzun düşünüp kendi intiharını hazırlar. Kolay değil, “tüm mısır tarlalarının ve tüm boş gökyüzlerinin uzağında” olmak, hazırlanmak da gerek. Torino’da Otel Roma’nın tabutu andıran asansörüyle çıkılan 305 numaralı odasında uyku haplarıyla yaşama veda eder Pavese, henüz 42 yaşındayken. “Ölüm gelecek ve gözlerini alacak, o ölüm ki bizleri sabahtan akşama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak.” (s 37)
Herkesi bağlıyorum ve herkesten özür diliyorum. Sözcükler yok. Yalnız bir davranış. Bundan böyle yazmayacağım.” (s. 115) Yazar burada geçirdiği sürede Pavese’nin intiharını derinden hisseder ve ölüm yakınındaymış gibi yolculuğu boyunca karşılaştığı insan yüzlerini, yolları, edindiği yeni duyguları hızla aklından geçirir. Pavese, başkalarını öldürmeyi asla kabul etmez ve yaşadığı dönemde ülkesindeki iç savaşta eline silah almadığı için dönemin İtalyan ilericileri tarafından dışlanır, sevdiği tüm kadınlar onu terk eder. Yaşamı boyunca hep yalnızdır.
Edebiyatın içindeki yaşam mı yoksa yaşamın içindeki edebiyat mı? Pavese’nin köyüne gelene dek yaşamın yazıdan daha güçlü olduğunu düşünür Tezer Özlü. Yine de edebiyatın içinde yaşamaktan kendini alamaz ve bu ikilemin çelişkisi altında yıllarca sürer bunalımı. Ay ve Şenlik Ateşleri‘nin kahramanı ve gerçek hayatta da Pavese’nin dostu olan Nuto’yla tanıştığında kararını verir. “Edebiyatı oluşturan insanların Nuto ve benzerlerinin olduğunu ve edebiyatı gene onların yaşattıklarını kavrıyorum.” der. (s. 121).
Geçmişini ve başlangıcını yaşadığı anda hisseder Tezer Özlü ve içinde taşıdığı sonsuzlukta ölümün de ötesini görmeye başlar, “Yeryüzünün intiharları sonsuzdur. Biri, bir yerde intihar ettiğinde, bir başkası intihar etmeye hazırlanıyordur. Biri ölmeye başladığında, bir başka yerde yaşama başlıyordur diğeri.” (s. 108)
Notlar:
(1) Hiclâl Demir, “Yaşamın ve Yazının Ucuna Yolculuk”, Hürriyet Gösteri, Aralık 2000, sayı: 224
(2) Metinde yer alan tüm italikler Cesare Pavese’den alıntılardır. Yaşamın Ucuna Yolculuk, y.n.
(3) Gül Işık “Sunu”, Zeno’nun Bilinci, Italo Svevo, Türkçesi: Gül Işık, İstanbul, Ada Yayınları, 1986
(4) Hiclâl Demir, “Yaşamın ve Yazının Ucuna Yolculuk”, Hürriyet Gösteri, Aralık 2000, sayı: 224
mavimelek
Sayı: 42, Yayın tarihi: 24/11/2009

 

Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum – Tezer Özlü

 Camdan düzensiz bir duvar…

Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var.  Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyim onları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.
İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.
Yok hiç bir şey.
Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum. Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta. Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç.
Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak  dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.
Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum. Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.
Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım. Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük evin içinde herbirimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu. O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı. Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.
Ağlıyor musun? derdim. Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi. Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku. Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı. Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum. Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.
Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim. Napıyorsun? dedim. Kendimi öldürüyorum, dedi.
Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum. Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik. Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi. Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi. Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı. Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni. Niçin çukura girdin? dedim.
Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.) O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu.  Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum? Kendi ölümümden?
Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum.  Bilmiyorum.Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden. Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.
Onlar önden gidiyorlar.
Ben arkadan.
Kar onların dizlerine geliyor.
Benim omzuma.
O kadın nereye götürüyor bizi?
Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.
Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?
1966 Kaynak: Eski Sevgi,  Eski Bahçe

 

Tezer Özlü: “Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun”

Tezer Deniz
Şimdi sen ölü bir anı olmak istiyorsun.
Başka kentlerin başka sınırlarından arıyorsun. Daha uzaklara gitmek istiyorsun. Benim geçmişimin kentine. Benim güçlüklerimin kentine Çocukluğumda gördüğüm ilk büyük kente. Varır varmaz küçük taşra kasabalarına özlem duyduğum kente. Gecekonduyu andıran bir eve geldiğimizde. Babamın akrabalarının yanına Geldiğimiz gün. Bir gece önce akrabalardan birinin çocuğu ölmüştü. Karanlık odalardan birinde üzerini beyaz bir çarşafla örtmüşler, öyle bekliyordu. Annesi bitişik odada ağlıyor, biz çocuklar holde oynuyorduk. Kapı hep aralansın, küçük çocuğu cesedini görebileyim istiyordum. Bir büyük korkuyla karışıktı bu özlem. Ölümün bana ilk kez kaldığım evde bir çocuk cesedi olarak göründüğü yağmurlu bir gün. Dokuz yaşında bir çocuk cesedi.
“Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.”*
Her anı ölüdür.Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.
Başka hiçbir şey.
Şimdi sen bir anısın. Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlasın Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi.
“İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır; oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir.”
Gövdeler iç içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi olanaksız mı. O sonsuz boşalma anında da sevgi doyumsuz, insan yalnız mı. Doğum anında. Ölüm anında.
Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı.
Özlem duymuyorum. Bir beklediğim de yok. Acı da duymuyorum. Açlık da. Uyku da. Ama belki de her şeyi bürüyen bir acı. Beni. Caddemi. Odamı. Resimlerimi. Anılarımı. Çocukluğumu. Çocuğumu. Kanımı. Benliğimi. Ah, derinliğinde duygular aradığım benliğimden de öte, benliğimden de büyük. O zaman uzun gecelerin o güzel teni ile karşılaşıyorum. Sonunda bizi güneş ışıklarının bulduğu gecelerin. Ya da arka avludaki çıplak ağacın. Şimdi sen ölü bir anı olmak istiyorsun. Başka kentlerin başka sınırlarından arıyorsun. Daha uzaklara gitmek istiyorsun. Benim geçmişimin kentine. Benim güçlüklerimin kentine Çocukluğumda gördüğüm ilk büyük kente. Varır varmaz küçük taşra kasabalarına özlem duyduğum kente. Gecekonduyu andıran bir eve geldiğimizde. Babamın akrabalarının yanına Geldiğimiz gün. Bir gece önce akrabalardan birinin çocuğu ölmüştü. Karanlık odalardan birinde üzerini beyaz bir çarşafla örtmüşler, öyle bekliyordu. Annesi bitişik odada ağlıyor, biz çocuklar holde oynuyorduk. Kapı hep aralansın, küçük çocuğu cesedini görebileyim istiyordum. Bir büyük korkuyla karışıktı bu özlem. Ölümün bana ilk kez kaldığım evde bir çocuk cesedi olarak göründüğü yağmurlu bir gün. Dokuz yaşında bir çocuk cesedi. Kitaplarımın evin dar koridorunda tozlu raflarda dizi durduğu büyük kente gitmek istiyorsun. Akşamın alaca kanlığının yaklaştığı saatlerde tepelerimin daha da belirginleştiği ağaçlarımın tek tek gölgelerini seyrettiğim ve kendi kendime “işte öleceğin yer burası. Nerede olursan ol, ölmek için, kendi ölümünü bulmak için bu tepelere dön” dediğim kente.
Dünyayı o kentte algıladık. Tramvaylara bindik, ilk insan kalabalığı arasında yittik. Sonra insanların birbirinden ne denli farklı olduğunu sezinledik. Genç olduk. Kahvelere, meyhanelere gittik. Sanatçılara baktık. Geceleri onların gittikleri barlara gittik.
Şimdi, bu sanatçıların kimi öldü, kimi de ırak ülkelere gitti.
O kentte, ilk kez erkek bedenlerini sevmeyi öğrendik ya da denedik. Evlendik ya da boşandık. Her şeyle alay edebildiğimiz geceler oldu. Kimimizin sinirleri bozuldu. Kimimiz kanserden öldü. Orada politikayı yaşadık. Yasak şiirlerle. Bir avuç insan hakkı ile. Ama her şey içimizde büyüdü. Büyüdü. insan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı birbaşınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu Anımsattığı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgarının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun.
“Şimdi çocukluk beklentilerini yeniden buldum, bulvarların ve evlimim öte yakasında…”
Bulvarların ve evlerin uzantısında çocukluk sorularımın yanıtını buluyorum. İçimdeki çocuk konuşuyor: İşte yaşam burada. Sınırsız varoluş. Çocukluk resimlerinde sınırlı olan varoluş. Ama şimdi sonsuz işte. Sonsuzluğu yakalayabilen için. İşle burada. Ev sıraları biçiminde… geniş bir cadde biçiminde, çıplak bir ağaç biçiminde. Yaşlı bir kadın biçiminde. Bir sarhoş biçiminde. Sen çocukluğunun özlemi içinde özlemeye devam ediyorsun…
Çocukluğumda, ortasını bir duvarın böldüğü bir kent resmi yoktu. Yalnız ve yaşlı kadınların resmi yoktu. Her an bırakılmışlık içinde ölümü bekleyen. Bunlar yeni resimler. Büyük bir mağazanın altında karanlık bir lokanta. Yaşlılar önlerinde çikolatalı pasta, oturuyorlar. Yitik geçmişlerini yitik anları içinde yaşıyorlar. Yaşamıyorlar. Yaşamları çikolatalı pasta ve ölüm beklentisinden oluşuyor. Bu yeryüzünde her şey olmak isterim, ama Berlin kentinde yaşlı, yalnız bir kadın olmak, asla. Berlin kentelerinde. Eski yapılarında. O zamana dek çoktan bir mezarlığa varmış olmam gerek. İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir, canlı (cesedi) asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı kadınların yalnızlığını değil.
“Büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum. Ölmeyi görmek, Mora Nehrini yeniden görmek olduğunu…”
Tezer Özlü Yaşamın Ucuna Yolculuk 
*Bütün italikler Cesare Pavese’den alıntılardır.
Tezer Özlü  Eski Bahçe – Eski Sevgi

Bu tahta eve, bu doğduğum yere, bu ihtiyarların yanına ne diye gelmiştim? Nerede başlıyor? Bilmiyorum.Çocukluğumdamı? Yaşlılığımda mı? Kapı çalındı. Beklemiyordum onu. Karşılıklı oturduk.
Elleri titriyor.
Yaşlılıktan.
Burada bulacağımı bilmiyordum seni.
Uzun süredir gitmek istiyordum buralardan.
Nereye?
Herhangi bir yere. Burada hiç kıpırdamadan ölmemek için.
Gel otur yanıma. Sevişelim seninle.
Başlayamam.
Neden?
Korku veriyor bana. Hep düşünceler. Bir gün boşalırken ölmek istiyorum. Ya da onu öldürmek.
Çevremde, çocukluğumun geçtiği kentlerde, insanlarda bir tatsızlık, bir anlamsızlık var. Bunu biliyor muyum? Hayır. Anlatılmaz bir duygu. Çocuksu bir duygululuk. Seziyorum.
Şimdi başka bir kentteyim. Bir başıma bir odadayım. Şimdi seninle konuşurken, duyduğum sesler tam bana gelirken, kaybolup gidiyor. Tutamıyorum onları. Ağzımdan çıkan sözler de birden bire uzaklaşıyorlar.
Ve ben demek istediğimi diyemiyorum. Elim benim elim değil artık.
Daha birçok geceler.
Hayır. Hiçbir gece.
Yatıyoruz. O istemiyor. Ben de. Kimin kimi öldürdüğünü bilemiyorum. Ortada bir ölü var. Ya o. Ya ben.
Yorgunum. Ama bu kentte kalmak beni daha çok yoracak. Yıllardır yordu. Kaç kez buralara bir daha dönmemek için uzaklara gittim (belki de hiç gitmedim).
Onunla dün gece sokaklarda kavga etmiştim. Beni yanına çağırdığı için. Ondan da kaçıyordum. Ama gene de yanına gelmiştim çağırınca.
Başımı çeviriyorum. Taa ötede deniz var. Hayır. Tanımıyorum burayı ben. İlk gelişim bu.
Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı.
Sabahleyin buldum ninemi. Babamla sarılmış yerde uyuyorlardı. İkisi de horluyordu. Ninem birden doğruldu. Ufacık gözleriyle bana bakıyordu. Görüyor muydu beni?
Hadi kalkın bahçeye çıkıp oynayalım.
İkisi de kalktılar hemen.
Düşümde onun kadınlık organının içinde bir de erkeklik organı olduğunu gördüm. Uyanır uyanmaz seviştik. Ortada iki ölü vardı. Hem o. Hem ben.
O sabah saklambaç oynarken babamı da, ninemi de aradım. Babam çimenlerin üzerinde uyuyakalmıştı. Eli şeyindeydi. Ninemi bulamadım. O sabahtan beri kayıp. Saklambaç oynayalım derken, kaybolup gitti. Babam onun uzun yıllardan beri bahçeden dışarı çıkmadığını, yolları hiç bilmediğini, tanımadığını söyledi. Babamla el ele verip her yeri aradık. Ben istemedim bu kadarını ama, babam tutturdu. Üstelik ağlamaya da başlamaz mı?
Sus, istemem, diye bağırdım.
Susturamadım. Tahta eve koşup topunu getirdim. Hemen sıçrayıp ayağa kalktı. Aynı dünkü gibi topu ağaçlardan birine atıyor, tutuyor, atıyor, tutuyor, gene atıyor, gene tutuyor..
(1965) Eski Bahçe

Kitaplarından Alıntılar
“…ama insanın gerçek yeteneğini,tüm yaşamını,kanını,aklını,varoluşunu, verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki… bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün.ama hayır,hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum.sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla,namus anlayışınızla,başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok.aranızda dolaşmak için giyiniyorum.hem de iyi giyiniyorum.iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.aranızda dolaşmak için çalışıyorum.istediğimi çalışmama izin vermediğiniz için.içgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için.hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum,birşey yapıldı sanıyorsunuz. yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.işyerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz.ölmek istedim,dirilttiniz. yazı yazmak istedim,aç kalırsın dediniz.aç kalmayı denedim,serum verdiniz.delirdim,kafama elektrik verdiniz.hiç aile olmıyacak insanla biraraya geldim,gene aile olduk.ben bütün bunların dışındayım.”
“…düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur.hiçbir şey.hiçbir korku… aklını en acı olana,en derine,en sonsuza atmışsan korkma.ne sessizlikten, ne dolunaydan,ne ölümlülükten,ne ölümsüzlükten,ne seslerden,ne gün doğuşundan,ne gün batışından.sakin ol.öylece dur.yaşamdan geç.kentlerden geç.sınırları aş.gülüşlerden geç.anlamsız konuşmaları dinle,galerileri gez,kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin.”
“aşk onsuz yaşayamayacağını bilmek yine de bunu ona söyleyememektir.”
(Yaşamın Uucuna Yolculuk)
“Pazar günleri… Şimdilerde Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep.”
(Çocukluğun Soğuk Geceleri)
“Ben,insan olma çabasının sürekli üstüne giden ben?Artık beni benden alsınlar.Atsınlar bir alanın sabah süpürülen,sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesine.Ben de biraz onlardan olmak istiyorum.Duyguları ölçüleyen,sevgilerini sevmeyen,acılarını acımayan,yollarını yürümeyen,uykularını uyuyan,iştahlarını yiyen,sevişme isteklerini boşaltanlardan olmak istiyorum.Sevişme isteğinin sonunda tüm aşkları üstleyecek yorulmazlığı değil,yorgunluğu istiyorum bir insanın yürek atışlarında.Ama sessiz gecelerin sonu var mı sanıyorsun?”
(Kalanlar)
“Yanımda bir canlının yatmasını neden bu kadar istediğimi şimdi daha iyi duyuyorum. Yaşamaya belki de her şeyin bittiği bir yerde başladım. Ya da kendi yaşamıma inanmıyorum. Kendi varoluşum yetmiyor bana. Yanımdaki bir tene değip, yürek atışlarını duyabildiğimde, yaşamın gücünü algılıyorum. “
(Kalanlar)

“Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”
(Yaşamın Ucuna Yolculuk)
 “O geldiğinde, mum ışığında güzel gözlü bir delikanlıyla yemek yiyiyorum. Kırmızı şarap içiyoruz. Kapı çalıyor. Neden onunla yaşamayı istemediğimi yazdığım an çıkıp geldi. İşte karşımda. Üzerime atlıyor. Beni odaya, yatağın üzerine sürüklüyor…
-Yapma! -Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam. -Yaşarsın.Herkes herkessiz yaşayabilir.Bizim ilişkimiz bitti.Seninle ilk yattığımız gecelerde bile,sanki sevişmenin sonunda kollarımda bir ölü kalıyordu.Birbirimizi boşluğa sürüklüyoruz, öldürüyoruz. -Birlikte ölelim! -Ne farkı var.İstersen bahçeye bir çukur kazıp, ikimizi gömsünler. -Gömsünler, isterim. -Gömmesinler.Gel otur, getirdiğin konyaktan içelim.Sevdiğin kenti anlat.”
(Leo Ferre’nin konseri, sayfa: 33)
“Saplantıların acıları ,burada da sürüyor.Uyandığım an başlayan,uykunun derinliklerinde ancak biraz azalan acı.Arkadaşlarıma belli etmemeye çalışıyorum.Onlar şakacı,özgür “beni” arıyor.Bulamıyor.Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil.Onların dünyasında çoşku delilik derecesine varmıyor.Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna,belki de ölüm isteğine dönüşmüyor.Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor.Düzenli yemek yiyorlar.Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları.Onlar işlerine inanmış.Onlar “başkaldırmayı” savunurken,belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.”
(Leo Ferre’nin konseri, sayfa: 41)
Elektroşokun başlangıcı ve bitişi vardır.Ve ortası yoktur.İnsan için, hasta insan için.Ama ben o ölüm ortasını yaşadım.Ve işte şokun tam ortasındayım.Elektroşok verilirken düşünüyorum ve duyuyorum:
“….İşte şimdi olaylar o denli ileri gitti ki, bana elektroşok veriyorlar/belki de beni elektroşokla konuşturma yöntemine gidiyorlar/doktor eve gelmiş olmalı/üstelik elindeki şok gereci garip bir gereç/tahta bir boyacı sandığı gibi/kimbilir belki de elektriği iyi ayarlayamadı/ya da kent ceryanı işte/yükselir alçalır/ve öldürür insanı/ve işte beni şimdi evimde şok komasına soktular/konuşturmak mı istiyorlar/kocam gerçekten aldatılıp aldatılmadığını öğrenmek mi istiyor/aldatılsa ne olur aldatılmasa ne olur/konuşturuyorlar mı/konuşuyor muyum/bana bunu yapmamalıydılar/bir gizlim yok ki/hepsine her zaman hastayken de iyi davrandım/kimseye bağırmadım/kimseye saldırmadım/acıları kendim çektim her zaman/öleceğim de ne olacak/ölsem ne olur/ama şokun derecesini çok kaçırdılar/işte elektriğin dişlerimdeki metal dolgulardaki titreşimini duyuyorum/dayanılır gibi değil/böyle şoklar altında ölenler olduğunu biliyorum/bunları bana anlatmışlardı/hastanelerde dersleri dinlerken duymuştum/öğrenmiştim/başımda Süm var mı/olamaz/annem erkek kardeşim kocam/şok içinde onların başımda olduğunu anlıyorum/doktorun da kim olduğunu biliyorum/biraz sonra gözlerimi kapayınca öleceğim/artık uğraşacak kimseleri kalmayacak/istedikleri ne/yaşamımı elektrikle bitirecek kadar/kızmıyorum/salt iyiliğimi istiyorlar/doğal bir olay mı bu/yaşayarak düşünerek yaşanacak olay mı bu/belki de doğal “
-Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün, diyorum. (Ne 12 Mart döneminde, ne öncesi ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim.Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz.)
(Leo Ferre’nin konseri, sayfa: 47) “Çocukluğun Soğuk Geceleri”
“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. ve hepsine haykırmak istiyorum. onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. hem de hiç bir çaba harcamadan. belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. iyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. içgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.”
(Yaşamın Ucuna Yolculuk)
“Pazar günleri.. Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep.”
(Çocukluğun Soğuk Geceleri)

‎”Benim en büyük mutluluğum herşeyden kaçmak. Herşeyden. Tüm çocuklardan. Tüm acılardan. Tüm sevgilerden. Tüm orgazmlardan. Tüm gecelerden. Tüm günlerden. Her hilal aydan, her ülkeden. Ben her gece ölüyorum. Her sabah yeniden canlanıyorum. Her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda…”
(Zaman Dışı Yaşam)

‎”Nihayet yağmur başladı. Bu sabah artık yağmuru neden bu kadar çok sevdiğimi anladım. Ağlayan bir yüreğe benzediği için. Onun acısı yüreğimi ağrıtıyor..”
(26.11.1981 Tezer Özlü, Kalanlar)
 
Aforizmalar
“Çağımızın en büyük acısının yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğunu görüyorum…”
“Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir…”
“Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?”
“Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin…”
“Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum…”
“Yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi…”
“Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiçkimse kurtaramaz…”
“Sen günlere birşeyler getirmedikçe, günler sana hiçbir şey getirmiyor…”
“Aynı dili konuşan iki kişi yok..!”
“Ben gökyüzünün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim…”
“Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır.”
“İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum…”
“Sevgiler geçer, sevgiler gelir… ”
“Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması…”
“Her gidiş, her yolculuk, kendi ‘benimin’ bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.”
“Yaşam, belki de benim algıladığımdan daha acı…”
“İnsan kendini yaşamının her döneminde, hem genç, hem çocuk, hem yetişkin, hem yaşlı algılamıyor muydu?”
“Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?”
“Hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok… Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.”
“Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu?”
“Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar…”
“Hep öyle değil mi. Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. Kim karşılıyor sevgileri…”
“Her anı ölüdür…”
“Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi…”
“Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı?”
“Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?”
“Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi anı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben’in, ben’i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi bütünleştiğinde…”
“Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir…”
“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi…”
“Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar.
“Ya da sevgiyi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı…”
“Sen tüm kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık…”
“Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor…”
“Şunu öğrenmelisin : sen hiç bir işe yaramaz değilsin. seni senden çalan toplumdur.”
Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.”
“Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her zaman güçlüydü. “
“Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.”
“İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.”
“Bir şeyin değişmesinden ve hiçbir şeyin değişmemesinden korkuyorum.”
“İnsanın başkasına söyledikleri, kendi duymak istedikleridir. yazdıkları, okumak istedikleridir. sevmasi, sevilmeyi istediği biçimdedir.”
“Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştürdüğünü algılar, onları yaşarken anılaştırırdım. sonra bunu en güzel biçimde savinio’da okudum: “yaşanan an da anı olacak.”
“Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur.”
“Aynı dili konuşan iki kişi yok.”
“Kimse beni sevmesin.”
“…Sakin ol. öylece dur. yaşamdan geç. kentlerden geç. sınırları aş. gülüşlerden gec. anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin.
“Kırk yıldır düşündüğüm halde, düşünmeye zamanım olmadığı duygusundayım.”