Uruguaylı yazar
Galeano'nun kitapları 20 dile çevrilmişti
TARİH-13 Nisan 2015
16:43
Uruguaylı yazar,
74 yaşında yaşamını yitirdi. Galeano, Cuma günü akciğer kanseri sebebiyle Uruguay'ın
başkenti Montevideo'da hastaneye kaldırılmıştı.
1971 yılında
yayımlanan 'Latin Amerika'nın Kesik Damarları' eseri klasikleşen Galeano'nun
yapıtları 20 dile çevrildi. 'Gölgede ve Güneşte Futbol' gibi futbol üzerine
kitaplarıyla da bilinen Galeano, gazetecilik ve yazarlığa başlamadan önce
fabrika işçiliği de yaptı.
Eserleri
Ateş Anıları, Latin
Amerika'nın Kesik Damarları, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Biz Hayır
Diyoruz, Tepetaklak, Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler, Kucaklaşmanın Kitabı,
Gölgede ve Güneşte Futbol, Söz Mezbahası,Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler,
Aynalar, Ve Günler Yürümeye Başladı
“Aynaların içi
insanlarla dolu.
Görünmez insanlar bizi görürler.
Unutulmuşlar bizi hatırlarlar.
Biz aslında onları görürüz görürken kendimizi.
Peki, biz gidince, onlar da mı giderler?”
Evet, unutmamamız ve hatırlamamız gereken çok şey var.
Görünmez insanlar bizi görürler.
Unutulmuşlar bizi hatırlarlar.
Biz aslında onları görürüz görürken kendimizi.
Peki, biz gidince, onlar da mı giderler?”
Evet, unutmamamız ve hatırlamamız gereken çok şey var.
CELAL FEDAİ
Yazı Kaynağı: Zaman Kitap Eki
Yazı Kaynağı: Zaman Kitap Eki
Birkaç yıldır
tarih bilimine değil belki ama tarih anlatımına dair, üzerinde düşünülmesi
gereken ciddi bir merak var..Anlatıma duyulan merak zamanla bilime evrilir mi,
bilinmez. Ama böyle bir şey olmasa da tarih denilen ve içinden nelerin çıkacağı
hep merak edilen o muamma yüklü sandık, her seviyeden insan için ilgi alanı
olmaya devam edeceğe benziyor.
Bugüne nasıl geldiğimize ilişkin bizde uyanan kuşkunun da bir işareti olsa gerek bu ilgi. Birileri bize bir şeyler anlatmış. Anlatılanlar aklımıza yatmıyor şimdi. Kendi anlatımızı oluşturmamız gerekiyor. İşte tam bu istek bizde uyandığında ardımızdayken küçükmüş gibi gelen ama önümüze aldığımızda devasa boyutlarıyla gözümüzü korkutan hayali bir evren bizi bekliyor. Çetin bir anlama, anlamlandırma işi… Bir toplumda ne kadar çok insanın bu işe yeltendiğine bakarak o toplumun farkındalığı hakkında hüküm vermek mümkün.
İnsan teklerinin de bu husustaki ciddiyetine bakarak da o bireylere ilişkin çok şey söyleyebiliriz. Bu tarz bir ilgi, kişinin ya da toplumun aynası oluyor adeta. Kişinin ya da toplumun tüm halleri, görünüyor bu aynada. Kadim bir metafor ayna. Ama işlevi biteceğe benzemiyor.
Bugüne nasıl geldiğimize ilişkin bizde uyanan kuşkunun da bir işareti olsa gerek bu ilgi. Birileri bize bir şeyler anlatmış. Anlatılanlar aklımıza yatmıyor şimdi. Kendi anlatımızı oluşturmamız gerekiyor. İşte tam bu istek bizde uyandığında ardımızdayken küçükmüş gibi gelen ama önümüze aldığımızda devasa boyutlarıyla gözümüzü korkutan hayali bir evren bizi bekliyor. Çetin bir anlama, anlamlandırma işi… Bir toplumda ne kadar çok insanın bu işe yeltendiğine bakarak o toplumun farkındalığı hakkında hüküm vermek mümkün.
İnsan teklerinin de bu husustaki ciddiyetine bakarak da o bireylere ilişkin çok şey söyleyebiliriz. Bu tarz bir ilgi, kişinin ya da toplumun aynası oluyor adeta. Kişinin ya da toplumun tüm halleri, görünüyor bu aynada. Kadim bir metafor ayna. Ama işlevi biteceğe benzemiyor.
Kadim ama güncel
tarih
Tarihe ilgimiz ile
aynaya düşkünlüğümüzü yan yana getirdiğimiz bu noktada, Uruguaylı yazar Eduardo
Galeano’nun Aynalar’ının nasıl bir ilgi göreceğini merak ediyorum. Kolay ve
zevkle okunan, maharetle yazılmış, kitabın sunuluş ifadesiyle söylersek
‘neredeyse evrensel bir tarih’ kitabı var elimizde. Galeano, kendi anlamlandırdığı
dünyanın başlangıcından günümüze tarihini; olayları, durumları, kişileri,
nedenleri, sonuçları, mekânı, iç dünyaları ve bir yerden sonra toplumsallıkla
hep paralel ilerleyen siyaseti de göz önüne alarak oluşturmuş kitabını. Bir iki
sayfayı geçmeyen küçücük anlatıların içine kendi dünya tarihini sığdırmış.
Deyim yerindeyse, bir çeşit iç tarih. Kitabın mahiyetine nüfuz eder etmez bende
de böyle bir istek uyandığını söylersem, umarım yazarın ne kadar önemli bir
işe, etkili bir yöntemle koyulduğunu anlatmış olurum. Kendimi, şairin dediği
gibi ‘tarihten imtihana kalkmış’ gibi hissettim. İmtihanı verebileceğim
düşüncesi, içimde bir sevinç eşliğinde oluşmuştu. Ne var ki kitabın daha
girişindeki şu küçük izahla haddimi bilmek üzere durakladım: “Bu kitapta bibliyografik
kaynaklar yok. Onları çıkarmaktan başka çare bulamadım: Tam zamanında fark
ettim ki, onları koymaya kalksam kitapta yer alan neredeyse altı yüz anlatının
kapladığından daha fazla yer kaplayacaklar.
Aynalar’ın sonlarına doğru bir yerde, “Yalancı Savaşlar” başlıklı bir anlatısınaysa şöyle başlıyor Galeano: “Irak Savaşı, Batı’nın petrolünü Doğu’nun kumlarının altına koyan Coğrafya’nın yaptığı hatayı düzeltme ihtiyacından doğdu. Ancak hiçbir savaş şunu dürüstçe itiraf etmez: -Çalmak için öldürdüm.” Bir sayfayı bulmayan bu metin, yalancı savaşların aynasında
hızlıca dolaştırıyor ve ayrıntılarda kaybolmadan, özü kavratıp aynadan çıkarıyor bizi. Bu önemli. Çünkü tarihe yönelik ilgilerin çoğu, tarihi bir bataklığa çeviriyor. Olayların, kişilerin ağında kayboluyor insanlar. Aynanın bir noktası onları yutuyor. Kimi bir savaşın tasvirinde, kimi bir kişiliğin sergüzeştinde tüm tarihi kavramaya çalışıyor. Aynalar, bu bakımdan da farklı. Olayların, kişilerin aynasına hem baktırıyor hem de hipnotize olmaya müsaade etmeden illüzyonu bozuyor. Galeano’nun evrensel bakışının kitaba saygıdeğer bir nitelik kattığını da anmanın yeri burası. Aynalar’da Thales de var İbn-i Sina da. Yazar için önemli olan, tarihin seyri içinde bir yerde bir şekilde iktidar olanların göz önüne getirtmediklerini görülebilir kılmak. Görülebilir olmayan, bilinçte de yerini alamıyor.
Aynalar’ın sonlarına doğru bir yerde, “Yalancı Savaşlar” başlıklı bir anlatısınaysa şöyle başlıyor Galeano: “Irak Savaşı, Batı’nın petrolünü Doğu’nun kumlarının altına koyan Coğrafya’nın yaptığı hatayı düzeltme ihtiyacından doğdu. Ancak hiçbir savaş şunu dürüstçe itiraf etmez: -Çalmak için öldürdüm.” Bir sayfayı bulmayan bu metin, yalancı savaşların aynasında
hızlıca dolaştırıyor ve ayrıntılarda kaybolmadan, özü kavratıp aynadan çıkarıyor bizi. Bu önemli. Çünkü tarihe yönelik ilgilerin çoğu, tarihi bir bataklığa çeviriyor. Olayların, kişilerin ağında kayboluyor insanlar. Aynanın bir noktası onları yutuyor. Kimi bir savaşın tasvirinde, kimi bir kişiliğin sergüzeştinde tüm tarihi kavramaya çalışıyor. Aynalar, bu bakımdan da farklı. Olayların, kişilerin aynasına hem baktırıyor hem de hipnotize olmaya müsaade etmeden illüzyonu bozuyor. Galeano’nun evrensel bakışının kitaba saygıdeğer bir nitelik kattığını da anmanın yeri burası. Aynalar’da Thales de var İbn-i Sina da. Yazar için önemli olan, tarihin seyri içinde bir yerde bir şekilde iktidar olanların göz önüne getirtmediklerini görülebilir kılmak. Görülebilir olmayan, bilinçte de yerini alamıyor.
Aforizma gibi
İspanyolca yazan
bir Uruguaylı olarak Galeano, İspanya’nın sahip olduğu mirası bir İspanyol’dan
daha derin görebiliyor. Bir gece Madrid’de bindiği taksinin şoförüne, Kuzey
Afrikalı Müslümanların ülkeye ne getirdiğini soran yazarın, “Sorun” karşılığını
aldığında yazdıkları, ayna metaforu kadar kadim
olmasa gerek ama ne yazık ki öyle görülebiliyor: “Moros diye adlandırılan bu kişiler İslam inancını benimsemiş İspanyollardı; İspanya’da sekiz asır otuz iki kuşak boyunca yaşamışlardı ve orada hiçbir yerde olmadığı kadar parlak bir uygarlık kurmuşlardı. Birçok İspanyol o zamanki uygarlık ışığının
yaydığı parlaklığın hâlâ devam ettiğini bilmez. Müslümanlık mirası diğer birçok şeyin yanı sıra şunları da kapsar: Katolik krallar yönetiminde ortadan kalkan dinsel hoşgörü; yel değirmenleri, bahçeler ve bugün hâlâ birçok şehrin su ihtiyacını karşılayıp tarlaların sulanmasında kullanılan arklar; posta dağıtım hizmeti; sirke, hardal, safran, tarçın (…)”
Anekdotlar da aforizmalara benzer. Bilhassa bilgiçlik yüklü konuşmalarda etkili bir işlev görür. Tarihi anekdot aktarımı haline getirenler için de bol bilgi var Aynalar’da. Ama asıl kendi evrensel bakışını oluşturmak isteyenler için değerli.
olmasa gerek ama ne yazık ki öyle görülebiliyor: “Moros diye adlandırılan bu kişiler İslam inancını benimsemiş İspanyollardı; İspanya’da sekiz asır otuz iki kuşak boyunca yaşamışlardı ve orada hiçbir yerde olmadığı kadar parlak bir uygarlık kurmuşlardı. Birçok İspanyol o zamanki uygarlık ışığının
yaydığı parlaklığın hâlâ devam ettiğini bilmez. Müslümanlık mirası diğer birçok şeyin yanı sıra şunları da kapsar: Katolik krallar yönetiminde ortadan kalkan dinsel hoşgörü; yel değirmenleri, bahçeler ve bugün hâlâ birçok şehrin su ihtiyacını karşılayıp tarlaların sulanmasında kullanılan arklar; posta dağıtım hizmeti; sirke, hardal, safran, tarçın (…)”
Anekdotlar da aforizmalara benzer. Bilhassa bilgiçlik yüklü konuşmalarda etkili bir işlev görür. Tarihi anekdot aktarımı haline getirenler için de bol bilgi var Aynalar’da. Ama asıl kendi evrensel bakışını oluşturmak isteyenler için değerli.
Galeano, kedi
gerçekliği ve Django
Uruguaylı güzel
insan, güzel yazar Eduardo Galeano'nun Can Yayınları'ndan çıkmış olan “Gölgede
ve Güneşte Futbol” adlı eseri, memleketimizdeki “entel futbol cephesi”nin en
favori üçüncü kitabıdır.
Birincisi bence Can Kozanoğlu'nun “Bju Maçı Alıcaz”ıdır ama “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” diyen de çıkar.
Galeano geçen hafta yeni bir kitapla, tam da içim dışım her yanım feci şekilde sıkılmışken hızır gibi yetişti.Kitabın adı “Aynalar”; Süleyman Doğru çevirmiş, Sel Yayıncılık da basmış.
Aynalar, Galeano'nun tatlı, dokunaklı, hınzır, asi ve yürekli cümleleriyle dünya tarihini özetliyor.
Denemeler, portreler, küçük hikayeler. Mitolojiden ilahiyata, savaşlardan öncü şahsiyetlere kadar her şeye kendine özgü bir şekilde değiyor Galeano.Uruguaylı ustanın hassas imbiğinden süzülerek gelen bir dünya tarihini okumak, minik metinlerden koca bir dünya yaratmak mümkün.El altından eksik edilmeyecek kitaplardan biri olduğunu hemen belli ediyor.
* * *
O zaman, dönsün sayfalar! Galeano'nun “Aynalar”ıyla mutlu ve huzurlu bir güne geçiş yapmak azmindeyim. Kafamı kurcalayacak büyüklükte bir işim yok; ideal okuma şartları oluşmuş. Galeano “Homeros”u anlatıyor, “Oh!” diyerek okuyorum: “Ne bir şey vardı, ne de hiç kimse. Hayaletler bile yoktu. Sadece dilsiz taşlar ve kalıntıların arasında otlayacak yeşillik arayan koyun vardı.
Ancak kör ozan artık orada bulunmayan büyük şehri görmeyi başardı. Onun surlarla çevrili olup körfezin üzerindeki tepede yükseldiğini gördü ve onu yerle bir etmiş olan savaşın naralarını ve kılıç şıkırtılarını duydu. Ve bunları bir şarkıyla dile getirdi. Bu Truva'nın yeniden kuruluşu oldu...”
* * *
Tam “Üşenmeyip sırtıma bir yastık daha getirirsem içeriden ve bir de gergedan boy aysti yaparsam okuma şartları bakımından nirvana'ya ereceğim” noktasına gelmişken hayat bir kez daha çalışmadığım yerden gelmeye karar verdi.
Birbirini takip eden üç ses:
- Hışır fışır...
- Tumburlak/Tump!
- Bunemeyaaaaav?!
Bu efektler kedinin sırasıyla sarmaşıktan kalan kuru dallara asılmasını, bu işlem sırasında zevkten şuurunu ve dengesini yitirip alt kattaki bahçeye düşüşünü ve “N'oldu bana usta?” demesini temsil ediyor. Balkona çıktım, aşağıya baktım.
Klasik manzara: “Ben kimim? Sen kimsin? Burası neresi? En yakın ıslak mama paketi nerede?” ifadesiyle bana bakıyor.
Ne Galeano kaldı, ne Homeros tabii.
Al sana “edebi tada haiz medeniyet tarihi!”
* * *
KAKUT (Kedi AKUT'u) pozisyonu alındı.
Önceki operasyonlarda düştükten sonra şuurunu kaybedip asabileştiğini bildiğimden, kendimi savunmak için eldiven aldım.
Daha önce beraber kapıda kaldığımız için anahtarı da unutmadım.
Yakınına ulaştığımda meraklı bir kalabalığın toplandığını gördüm. Kalabalık tamamen mahallenin kedilerinden oluşuyor.
Ara sıra selamlaştığım doğal papyonlu siyah/beyaz kedi “N'olmuş burada abi?” gibilerden bir bana bir de benim elemana baktı.
“Sen uza, arıza çıkacak” dedim.
Der demez çıktı tabii. Eleman önde ben arkada bir çalılık macerası, bir duvar tırmanma ve bir plonjon denemesi yaşadık.
Plonjonum başarılı oldu.
Papyonlu kedi bütün olanı biteni ilgiyle izledi, ona ve diğerlerine film olduğumuzla kaldık.
* * *
Elemana genel muayene, “Sana paraşüt mü takayım ben yani, n'apayım?” fırçası ve kitaba dönüş.Günlük hayatın gelişme şekli ve kedi gerçekliği “kuğu yumurtasından doğan Helena”ya filan pek uymayacağından kitabın başka sayfalarına yöneldim.Ve caz gitaristi Django Reinhardt portresinde durdum, huzura demir attım:
“Bir çingene kervanında dünyaya geldi. İlk yılları Belçika yollarında bir ayıyla bir keçinin danslarına bançoyla eşlik ederek geçti.
On sekiz yaşındayken içinde yaşadığı at arabası yandı.
Diriden çok ölü olarak kurtuldu bu olaydan. Bir bacağını kaybetti. Bir elini kaybetti.Elveda yollar, elveda müzik dedi doktorlar. Ama neredeyse kesmek üzerelerken bacağını kurtardı.
Kaybettiği elinden de iki parmağı kurtarmayı başardı.
Ve bütün caz tarihinin en iyi gitaristlerinden biri olmaya bu kadarı yetti.Django Reinhardt'la gitarı arasında gizli bir anlaşma vardı.
Kendisini çalması için ona eksik olan parmakları veriyordu...”
Birincisi bence Can Kozanoğlu'nun “Bju Maçı Alıcaz”ıdır ama “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” diyen de çıkar.
Galeano geçen hafta yeni bir kitapla, tam da içim dışım her yanım feci şekilde sıkılmışken hızır gibi yetişti.Kitabın adı “Aynalar”; Süleyman Doğru çevirmiş, Sel Yayıncılık da basmış.
Aynalar, Galeano'nun tatlı, dokunaklı, hınzır, asi ve yürekli cümleleriyle dünya tarihini özetliyor.
Denemeler, portreler, küçük hikayeler. Mitolojiden ilahiyata, savaşlardan öncü şahsiyetlere kadar her şeye kendine özgü bir şekilde değiyor Galeano.Uruguaylı ustanın hassas imbiğinden süzülerek gelen bir dünya tarihini okumak, minik metinlerden koca bir dünya yaratmak mümkün.El altından eksik edilmeyecek kitaplardan biri olduğunu hemen belli ediyor.
* * *
O zaman, dönsün sayfalar! Galeano'nun “Aynalar”ıyla mutlu ve huzurlu bir güne geçiş yapmak azmindeyim. Kafamı kurcalayacak büyüklükte bir işim yok; ideal okuma şartları oluşmuş. Galeano “Homeros”u anlatıyor, “Oh!” diyerek okuyorum: “Ne bir şey vardı, ne de hiç kimse. Hayaletler bile yoktu. Sadece dilsiz taşlar ve kalıntıların arasında otlayacak yeşillik arayan koyun vardı.
Ancak kör ozan artık orada bulunmayan büyük şehri görmeyi başardı. Onun surlarla çevrili olup körfezin üzerindeki tepede yükseldiğini gördü ve onu yerle bir etmiş olan savaşın naralarını ve kılıç şıkırtılarını duydu. Ve bunları bir şarkıyla dile getirdi. Bu Truva'nın yeniden kuruluşu oldu...”
* * *
Tam “Üşenmeyip sırtıma bir yastık daha getirirsem içeriden ve bir de gergedan boy aysti yaparsam okuma şartları bakımından nirvana'ya ereceğim” noktasına gelmişken hayat bir kez daha çalışmadığım yerden gelmeye karar verdi.
Birbirini takip eden üç ses:
- Hışır fışır...
- Tumburlak/Tump!
- Bunemeyaaaaav?!
Bu efektler kedinin sırasıyla sarmaşıktan kalan kuru dallara asılmasını, bu işlem sırasında zevkten şuurunu ve dengesini yitirip alt kattaki bahçeye düşüşünü ve “N'oldu bana usta?” demesini temsil ediyor. Balkona çıktım, aşağıya baktım.
Klasik manzara: “Ben kimim? Sen kimsin? Burası neresi? En yakın ıslak mama paketi nerede?” ifadesiyle bana bakıyor.
Ne Galeano kaldı, ne Homeros tabii.
Al sana “edebi tada haiz medeniyet tarihi!”
* * *
KAKUT (Kedi AKUT'u) pozisyonu alındı.
Önceki operasyonlarda düştükten sonra şuurunu kaybedip asabileştiğini bildiğimden, kendimi savunmak için eldiven aldım.
Daha önce beraber kapıda kaldığımız için anahtarı da unutmadım.
Yakınına ulaştığımda meraklı bir kalabalığın toplandığını gördüm. Kalabalık tamamen mahallenin kedilerinden oluşuyor.
Ara sıra selamlaştığım doğal papyonlu siyah/beyaz kedi “N'olmuş burada abi?” gibilerden bir bana bir de benim elemana baktı.
“Sen uza, arıza çıkacak” dedim.
Der demez çıktı tabii. Eleman önde ben arkada bir çalılık macerası, bir duvar tırmanma ve bir plonjon denemesi yaşadık.
Plonjonum başarılı oldu.
Papyonlu kedi bütün olanı biteni ilgiyle izledi, ona ve diğerlerine film olduğumuzla kaldık.
* * *
Elemana genel muayene, “Sana paraşüt mü takayım ben yani, n'apayım?” fırçası ve kitaba dönüş.Günlük hayatın gelişme şekli ve kedi gerçekliği “kuğu yumurtasından doğan Helena”ya filan pek uymayacağından kitabın başka sayfalarına yöneldim.Ve caz gitaristi Django Reinhardt portresinde durdum, huzura demir attım:
“Bir çingene kervanında dünyaya geldi. İlk yılları Belçika yollarında bir ayıyla bir keçinin danslarına bançoyla eşlik ederek geçti.
On sekiz yaşındayken içinde yaşadığı at arabası yandı.
Diriden çok ölü olarak kurtuldu bu olaydan. Bir bacağını kaybetti. Bir elini kaybetti.Elveda yollar, elveda müzik dedi doktorlar. Ama neredeyse kesmek üzerelerken bacağını kurtardı.
Kaybettiği elinden de iki parmağı kurtarmayı başardı.
Ve bütün caz tarihinin en iyi gitaristlerinden biri olmaya bu kadarı yetti.Django Reinhardt'la gitarı arasında gizli bir anlaşma vardı.
Kendisini çalması için ona eksik olan parmakları veriyordu...”
GİORDANO BRUNO
sen Galileo kadar ünlü olamadın
O kiliseye boyun eğdi
Kopernik cesaret edemedi
senin vicdanın gerçeği haykırdı yüzlerine
Engizisyon seni yaktı
yakıldığın alana heykelini diktiler
suçun evrenin sonsuz olaması
Tanrı iyi insanları kullanır
kötü insanlarsa Tanrıyı
unutulan filozoflar
zayıf bellekler
yasaklı dinler
şimdi özür dileseler
neler değişecek ki
gerçek o kadar yalın iken
ölüm o kadar yakın iken.
Nezih Oktar 2009
sen Galileo kadar ünlü olamadın
O kiliseye boyun eğdi
Kopernik cesaret edemedi
senin vicdanın gerçeği haykırdı yüzlerine
Engizisyon seni yaktı
yakıldığın alana heykelini diktiler
suçun evrenin sonsuz olaması
Tanrı iyi insanları kullanır
kötü insanlarsa Tanrıyı
unutulan filozoflar
zayıf bellekler
yasaklı dinler
şimdi özür dileseler
neler değişecek ki
gerçek o kadar yalın iken
ölüm o kadar yakın iken.
Nezih Oktar 2009