Duras:
“Yaşamımın öyküsü yok!”
… Benim
de çocukluğum, varsıllık içinde yoksulluk yaşayarak geçti.
Yoksunluğun, geleceksizliğin, ötekiliğin ne demek olduğunu çok
iyi biliyorum ben de Duras gibi. Yoksunluğun bir kokusu, bir izi
vardır insan üzerinde; vücudunuzda görünmeyen, sizinle yaşayıp
sizinle ölen, acı veren içsel bir yara gibidir. “Yoksunluk
dışarı sızdırılmaz, özenle gizlenir”. Duras, çocukluğundaki
büyük ama bulanık fotoğraf ı ortaya çıkarmak istercesine
birçok kitap yazar. Genç kızlıktan kadınlığa geçip, kendi
ayakları üzerinde durduğundan beri, özyaşam anılarına yer
vermiştir eserlerinde.
Duras,
1984 ilkbaharında, yetmiş yaşında yazdığı “Sevgili” isimli
romanında, ilk gençlik günlerinin aşkını, tüm yoğunluğu ve
derinliğiyle, yeniden zihninde resmetmek adına, tüm etik
ve moralduvarlarını
da yıkarak, uydurma ya da düşsel bir anlatıcı gibi değil de
gerçek bir kadın gibi, içten-yürekli ve göz kamaştırıcı bir
yöntemle, harikulade eksiltmeli cümlelerle anlatmıştır. Aynı
yıl, Fransa’da büyük edebiyat ödülü Goncourt’ u
da alır. Sonraları, romandaki küçük kızın, hayatından
kesitler taşıdığını -aslında bir bakıma kendisi
olduğunu- itiraf eder.
Duras,
ailesinin ne ten kokularını, ne göz renklerini, ne de akşam
sohbetlerindeki neşeli kahkahalarını anımsar olur yaşlılığında.
Hatırladığı tek şey, genç kızlık döneminin geçtiği
yerlerdeki akşamların dinginliğidir. Anımsamaya çalıştığı,
Fransa sömürgesi, Çinhindi Saygon’da, evlerinin avlusunda
çekilen umutsuzluk fotoğrafıdır. Büyük ve bulanık bu
fotoğrafın üzerine bir eskiz kâğıdı koyar. Bu eskize, usundaki
en belirgin görüntüyü, “odak” noktasını
işaretler. Sonra rastgele, kronolojik düzen kaygısı da olmadan,
zaman içinde bir ileri bir geri gelgitler yaparak yeni noktalar
belirler ve kalemiyle işaretler koyar eskiz kâğıdına tekrardan.
Tüm kâğıt dolduğunda işaretlerle, adeta sihirli kalemiyle
birleştirir tüm imgelemleri. Geriye çekilip baktığında, büyük
fotoğrafı artık görmektedir, mutlu olur, kederiyle.
Romanında,
aşkıyla ilk tanıştığı vapur yolculuğunda onun büyük
arabası, limuzinini, ileride yazacağı tüm kitapların cenaze
arabasına benzetir Duras. Otuzlu yıllarda, Fransız
sömürgesiVietnam’ın
Saygon şehrinde bir kız lisesinde öğrenci olan küçük-beyaz bir
kız çocuğu, nehrin öteki yakasındaki kız yurdunda kalmaktadır.
Beyaz çocuğun annesi kız okulunun müdiresidir. Kendinden büyük
iki erkek kardeşi vardır. Arabalı vapurda, her sabah akşam, rutin
seyahat eden, on beş yaşlarındaki bu cılız-toy-beyaz küçük
kıza; Cholen’li zengin Çinli bir işadamının, Fransa’da
-sözüm ona- çok iyi eğitim almış, utangaç 27 yaşındaki tek
oğlu âşık olur.
Küçük
kız, 27 yaşındaki Çinli sevgilisiyle cinsel bir aşka yelken
açar. Bu küçük kız, sevgilisine, garsoniyerine getirdiği tüm
kadınlara yaptığının aynısını kendisine de yapması için
yalvarır. Çinli aşık, bir dediğini iki etmez küçük kızın,
onu sonsuz bir aşkla sever, bu beyaz kızdan sevgisine asla karşılık
bulamasa da. Küçük beyaz kız, tutucu babasına olan korkusuyla
savaşmak adına kendisiyle bu kadar yoğun ve çok seviştiğini
düşünür Çinli aşkının.
Beyaz-küçük
kız, yaşamındaki herkese meydan okur; önce kendisine, sonra,
hayatın seyrine tabii olan annesine, zengin babasından ölümüne
korkan Çinli sevgilisine, hastalıklı-zayıf -edilgen ortanca
kardeşine ve dolap hırsızı-kaybeden -kumarbaz-sefil büyük erkek
kardeşine, vücudunu inanılmaz güzel bulduğu ve körpe
göğüslerini bir meyveyi ısırır gibi yemek
istediği kız yurdundaki ağlak kız arkadaşı Helene Lagonelle’e
ve genç yaşta ölüp
kendisiyle beraber iki kardeşini yetim bırakan babasına. Küçük
kız ve erkek kardeşleri annelerini büyük bir tutkuyla sevmişler,
lakin toplumun, güven ve sevecenlik dolu annelerine yaşattıkları
yüzünden, üç kardeş de birbirlerine ve yaşamlarına nefret
beslemişlerdir. Duras, romanında, ailenin ümitlerinin yok olduğunu
anlatmak istercesine, annelerinin Kamboç’ta deniz kenarında
aldığı ve gel-git yüzünden sürekli su basan toprakları
için: “Umut
bırakıldı, okyanusa karşı girişimler de bırakıldı” der.
Çok
iyi bir anlatıcıdır Duras. Romanında, eksiltmeli cümlelerinde,
beş duyuyu da çok iyi kullanır, özyaşam hatıralarını anlatmak
için. Mesela: “Odaya
sel gibi dolan kent gürültüsünde yoğunlaşıyor dikkatim” der.
Başka bir yerde: “Bütün
ev güzel kokar, fırtına sonlarının ıslak toprak kokusu yayılır
ortalığa, hele bir de öteki kokuyla, arapsabununun, arılığın,
namusluluğun, çamaşırın, aklığın, annemizin uçsuz bucaksız
saflığının kokusuyla karıştı mı insanı deli eden bir
kokudur” der.
Ya da: “Işık,
gökten bu arı saydamlık çağlayanlarının, bu sessizlik ve
kımıltısızlık hortumlarının üzerine vururdu. Hava maviydi,
avuca alınabilirdi. Mavi. Gökyüzü bu ışık balkımasının
(parıldama) sürekli çırpınışıydı” der.
Hatta tüm duyuları beraber aynı anlatımda hissettirir: “Yel
dindi, ağaçların altında yağmur sonlarının doğaüstü ışığı
var. Kuşlar çıldırmış gibi, bütün güçleriyle bağırıyor,
soğuk havada gagalarını biliyor, neredeyse kulakları sağır
edecek biçimde, çınlatabilecekle ri kadar çınlatıyorlar
havayı” der.
Romanın
kahramanı, anlatıcısı, kâh “Duras”tır kâh “Okur”dur.
Mekân, sadece Çinhindi Saygon’ da değildir. Geldikleri ve yine
gidecekleri yer olan Fransa’ya, Paris’ e ve orada Duras’ın
duyumsadığı tüm anılara da göndermeler vardır kitabın içinde.
Sıkılmadan, erinmeden, duygudaşlık kurduğunuzda kendinizi
kahramanın yerinde, o garsoniyerde, ya da tüm ailenin bir ritüel
haline dönüşen duygusuz akşam yemeklerinde görebilirsiniz. Kendi
ailenizle ve yaşamınızla da belki paralellikler ya da acı-tatlı
hatıralar canlanabilir usunuzda. Duras, Uzakdoğu ve Batı
kültürlerinin oluşturduğu derin birikimle, dobra dobra anlatıyor
yaşadıklarını. İçsel yaralarımıza merhem olmak adına, bir
ışık çakıyor benliğimize, Freud’un “Derinlik
Psikolojisi” in
izdüşümünde.